İhsan Oktay Anar

1960 doğumlu. Lisans, master (Sokrates Öncesi Felsefede Varlık Sorunu) ve doktora (Antik Yunan Felsefesinde Zaman Kavramı) eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yapmış. Doktora döneminin ilk üç yılında “Puslu Kıtalar Atlası” adlı romanını yazdıktan sonra Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. Halen aynı okulda öğretim üyesi. Yayımlanmış üç kitabı var: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri (1998).


Aslında ilk kitabı “Tamu” dur. İstanbul’daki bir yayınevine yollamış, yayınlanma sözü almış ancak yayınlanması uzun sürünce kitabı geri çekmiştir. İlk “Puslu Kıtalar Atlası” yayınlanınca “Tamu” yu yayınlamaktan vazgeçmiş ve “bu kitabı düzeltmek için harcayacağım zamanda yeni bir kitap yazarım” diyerek sevenlerini üzmüştür.

Üç kitabı da Osmanlı döneminde geçmektedir. “Puslu Kıtalar Atlası”nda Uzun İhsan Efendi’nin yeniçerileri ile giriştiği savaşı esas alır. Romanda fantastik öğeler Osmanlı arşivlerinden alınmış gerçek öyküler ile birleştirilmiş ve ortaya okunmaya doyulmayan bir roman çıkmıştır.

“Kitab-ül Hiyel” mekanik bilimi veya hileler kitabı olarak Türkçeleştirilebilir. Kitaptaki kurgu her ikisini de ustalıkla kapsamaktadır. Osmanlı döneminde yaşamış ve sonsuza kadar herhangi bir yakıt veya güç gerektirmeden çalışabilecek bir devir daim makinesi üzerinde çalışan bür mühendisin hayatı anlatılmaktadır.

“Efrasiyab’ın Hikayeleri”nde ise İ. O. Anar, Azraille öykü anlatma oyununa girişen bir adamın öyküsünü anlatır.

Son olarak “Puslu Kıtalar Atlası”ndan bir alıntı:

Uzun İhsan Efendi’nin yeniçerileri düşmanın kapısını zorlamaktadır ve düşman düştü düşecektir. O sırada Uzun İhsan Efendi kendi kendine düşünmektedir.

“Rendekar doğru mu söylüyor ? "düşünüyorum öyle ise varım" oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar.

Bir adam düşünüyorum. Ben düşündüğüm için varım, ama o düşlenen olduğu için hayal. Sonra düşünen bir adamı düşlüyorum. Düşündüğümü bildiğim için ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Asıl felaket bundan sonrası. Çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşlediğim bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. o gerçek ben ise bir düş oluyorum.”

O sırada yeniçeriler kapıyı geçer ve düşman teslim olur. Uzun İhsan Efendi düşünmeye devam eder.

“Dünya düştür. Evet, evet dünya bir düştür…”
 
zafer666in_arkadasi_orcun demiş ki:
“Rendekar doğru mu söylüyor ? "düşünüyorum öyle ise varım" oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar.

Bir adam düşünüyorum. Ben düşündüğüm için varım, ama o düşlenen olduğu için hayal. Sonra düşünen bir adamı düşlüyorum. Düşündüğümü bildiğim için ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Asıl felaket bundan sonrası. Çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşlediğim bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. o gerçek ben ise bir düş oluyorum.”

Mükemmel bir çıkarım bence...
 
Yıllar önce okumuştum Puslu Kıtalar Atlası'nı, çok değişik, çok farklı bir kitaptı; ancak şu çıkarıma çok takılmıştım ve hala da düşününce kafamı kurcalar! Çünkü çıkarımın yanlış olduğuna dair düşüncelerim var...
 
yeni kitabı amat çıktı. bekledigimin aksien ince bir kitap. aldım. daha başlamadım. beraberinde aldığım umberto eco'nun son kitabi okuyorum. bir yandan da kendimi amat'a hazırlıyorum.
 
:tap:

"Ulema, cühela ve ehli dubara ; ehli namus, ehli işret ve erbab-ı livata rivayet ve ilan, hikayet ve beyan etmişlerdir ki kun-ı Kainattan 7079 yıl, İsa Mesih'ten 1681 ve Hicretten dahi 1092 yıl sonra, adına Konstantiniye derler tarrakası meşhur bir kent vardı." diye başlar Puslu Kıtalar Atlası.

Bu adam bir başka! Gizemli, fantastik,müthiş bir hayal gücü var. Üç kitabını okudum, hepsi ayrı güzel. Osmanlıca kelimeler hiç sıkmıyor insanı, masalın içinde müthiş bir yolculuğa çıkıyorsunuz. Yeni kitabı Amat'ı da en kısa zamanda okumak istiyorum.

Dersime girmesinden dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum ayrıca. Kitaplarını imzalarken utanıp sıkılması ve mütevaziliğini hiç kaybetmemiş olması ayrı bir hava katıyor uzun ihsan efendiye :) evet kendisi hakketten uzun :D güzel çizimleri vardır ve keman çalar.
 
Ben demiştim zaten İhsan Oktay Anar için bir başlık açılmamış olamaz diye... Ama görmemişim maalesef... Yine diyorum ki büyüleyici bir anlatım, farklı bir boyuta sürüklüyor insanı... Özellikle yazmaya hevesli insanlar için tavsiye edilebilir! Her şeyin bir hikayesi vardır... İş ki görmeyi ya da hayalkar olmayı bilmeli :)
 
Böyle mi yazılır ya Rabb'im :!: Okudukça okuyorum,okudukça susuyorum bir sonraki kelamına bu kişioğlunun...Hele şu Amat;besmele çekilipte içilen yıllanmış bir kadeh şarap gibi...
 
Ben de okudum Amat'ı sonunda. Son sayfayı okuduğum için çok üzüldüm ya, büyülü bir dünyanın dışında buluverdim kendimi, kafamda da bir sürü soruyla. Ayrıca bir dolu denizcilik terimi öğrendim :) Diğerlerinden farklı olarak bir ara gerilim filmi tadındaydı kitap, hani filmi çekilse nasıl olur diye düşündüm. Hem yerel, tarihi, dinsel unsurlar hem de klasik gerilim filmlerinden öğeler bir arada... Neyse... Güzel bir deneyimdi gerçekten Amat'ı okumak... Yine de Efrasiyab'ın Hikayeleri bambaşkadır derim dört kitap arasında ;)
 
"rendekar dogru mu soyluyor" 'un dikkatine:

Mezarlıklarda okuduğun Fatihalar tüm ölüler için geçerli oluyor.

Bunun için ödüllendirildiğin ve ödüllendirileceğin apaçıktır.

İmanın zedelenmiş olsa da o Fatiha seni birgün bir yere taşıyacaktır.
Kal sağlıcakla, Allah' a emanet ol.

zafer666in_arkadasi_orcun demiş ki:
1960 doğumlu. Lisans, master (Sokrates Öncesi Felsefede Varlık Sorunu) ve doktora (Antik Yunan Felsefesinde Zaman Kavramı) eğitimini Ege Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde yapmış. Doktora döneminin ilk üç yılında “Puslu Kıtalar Atlası” adlı romanını yazdıktan sonra Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. Halen aynı okulda öğretim üyesi. Yayımlanmış üç kitabı var: Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrâsiyâb’ın Hikâyeleri (1998).


Aslında ilk kitabı “Tamu” dur. İstanbul’daki bir yayınevine yollamış, yayınlanma sözü almış ancak yayınlanması uzun sürünce kitabı geri çekmiştir. İlk “Puslu Kıtalar Atlası” yayınlanınca “Tamu” yu yayınlamaktan vazgeçmiş ve “bu kitabı düzeltmek için harcayacağım zamanda yeni bir kitap yazarım” diyerek sevenlerini üzmüştür.

Üç kitabı da Osmanlı döneminde geçmektedir. “Puslu Kıtalar Atlası”nda Uzun İhsan Efendi’nin yeniçerileri ile giriştiği savaşı esas alır. Romanda fantastik öğeler Osmanlı arşivlerinden alınmış gerçek öyküler ile birleştirilmiş ve ortaya okunmaya doyulmayan bir roman çıkmıştır.

“Kitab-ül Hiyel” mekanik bilimi veya hileler kitabı olarak Türkçeleştirilebilir. Kitaptaki kurgu her ikisini de ustalıkla kapsamaktadır. Osmanlı döneminde yaşamış ve sonsuza kadar herhangi bir yakıt veya güç gerektirmeden çalışabilecek bir devir daim makinesi üzerinde çalışan bür mühendisin hayatı anlatılmaktadır.

“Efrasiyab’ın Hikayeleri”nde ise İ. O. Anar, Azraille öykü anlatma oyununa girişen bir adamın öyküsünü anlatır.

Son olarak “Puslu Kıtalar Atlası”ndan bir alıntı:

Uzun İhsan Efendi’nin yeniçerileri düşmanın kapısını zorlamaktadır ve düşman düştü düşecektir. O sırada Uzun İhsan Efendi kendi kendine düşünmektedir.

“Rendekar doğru mu söylüyor ? "düşünüyorum öyle ise varım" oldukça makul. Fakat bundan tam tersi bir sonuç, varolmadığım, bir düş olduğum sonucu da çıkar.

Bir adam düşünüyorum. Ben düşündüğüm için varım, ama o düşlenen olduğu için hayal. Sonra düşünen bir adamı düşlüyorum. Düşündüğümü bildiğim için ben varım. Düşündüğünü bildiğim için, düşlediğim bu adamın da var olduğunu biliyorum. Böylece o da benim kadar gerçek oluyor. Asıl felaket bundan sonrası. Çok daha hüzünlü bir sonuca varıyor. Düşündüğünü düşlediğim bu adamın beni düşlediğini düşlüyorum. Öyleyse gerçek olan biri beni düşlüyor. o gerçek ben ise bir düş oluyorum.”

O sırada yeniçeriler kapıyı geçer ve düşman teslim olur. Uzun İhsan Efendi düşünmeye devam eder.

“Dünya düştür. Evet, evet dünya bir düştür…”
 
Tam başlığını açıyordum ki bunu buldum.

Eski iş yerinde binanın önüne çıktık sigara içiyoruz. Davul gibi olmuş kafamda iş çıkışı nerede biralayayım sorusu dolanırken yanda 2-3 kişi edebiyat sohbetine girmiş, birbirlerine kitap filan tavsiye ediyorlar. Bizde de artık doğuştan mıdır bilemiyorum dışarıya hafif bir öküzlük sinyali verdiğimizden olsa gerek, "yok, pek bilmem" şekli bir yanıt bekleyerek, o lanet olasıca parfümünün aslında ne kadar boktan koktuğu bugüne kadar kimse tarafından kendisine söylenmediği için üzerinde anlamsız bir özgüven olan eli sigaralı hatun, "kitap okur musun?" diye bir soru sordu.

Evet dedim, ayda 2 kitap bitirmesem de ara sıra takılırım, özellikle yatmadan önce okumayı severim. Sonra bu mendebur gidince sohbete biraz daha dahil oldum ve şu an ne okuyorsundan hareketle, BENİ DE AL CASTİN diye bağıran ergen kız heyecanıyla, "Buz ve Ateşin Şarkısı" dedim. Namussuz George R.R. Martin'in avucunun içindeyiz çünkü bir kaç senedir... Normalde böyle fantastik falan filan dalgalarına pek merakım yoktur; fakat bu adam gerçekten başkaymış dedim. Onun üzerine güzel bir abimiz vardı iş yerinde kulakları çınlasın, bir de yerli edebiyatın fantastiğine şans ver dedi ve İhsan Oktay Anar'dan bahsetti.

Ben ilk başta hakikaten pek algılayamadım. Nasıl oluyormuş lan bu yerli fantastik diye düşündüm; zamanında "melodik death metal" tabirini ilk duyduğumuzda da böyle bir efelenmiş ve "Death death'tir oğluuum ne melodiği?" diye triplere girmiş kimseleriz çünkü en nihayetinde. Bundan bahsetmedim tabii de, sakın tüplü Ferrari gibi bir şey çıkmasın Bekir abi dedim. Velhasıl kronolojik sırayla okumaya başladım İhsan Oktay Anar'ın kitaplarını ve seneler sonra beni yerli edebiyata çekmeyi başaran kişi oldu kendisi.

Bol bol Arapça/Farsça/Osmanlıca terimler barındırır yazdıkları, uzun cümleler kurar, bir sürü hikayeyi bir çok farklı koldan anlatır ve sonunda bunları birleştirir. 8 kollu bir otoyolun en sonda ortak bir yere bağlandığını düşünün, ahanda tam öyle işte. Bilinmedik kelimeler azımsanmayacak ölçüde var; fakat enteresandır adamın yazdıkları bu bilinmedik kelimelerin kimi yerlerde fazlaca kullanımına rağmen gayet güzel anlaşılıyor. Akıcılık kaybolmuyor. Genelde, "hadi lan bu neymiş böyle" deyip sıkılarak bırakır insan fakat bu kitaplarda iş öyle değil. Hele bir Amat var ki; dil haricinde baştan aşağı bir de denizcilik terimleriyle bezeli, okurken güvertede emirler yağdıran Jack Sparrow gibi hissediyor insan.

Adam eski İstanbul'un ara sokaklarından öyle yerler tarif ediyor ki, ben İstanbul semt çocuğu filan dedim. Fakat İzmir'liymiş, hayatında İstanbul'a sayılı kez gelmiş. Tasvir yeteneği inanılmaz kuvvetli bence; ve iş mekan/zaman tasvirlerinden ziyade kişisel tasvirlere gelince gayet de eğlenceli yapıyor bunu, okurken güldüğüm yerleri çok oldu. Üslubu için, "bilmemne tekniğini kullanıyor" filan da diyorlar fakat o teknik taraklarını bilmiyorum ben, boyumu aşan laflar etmeyeyim.

Kitab-ül Hiyel hariç, kitapları 250 sayfa civarında. Fakat öyle boşluklar bırakarak geniş puntolarla yazan yazarlar gibi değil, 250 sayfa dediysek dolu dolu 250 sayfa. Sonuç olarak kitapları 7-8 ay içinde kitap rafımda sırasıyla dizili olacak dereceye (evet ruh hastasıyım, var mı?) geldi kendisi. Yeni kitabının bir kaç senesi vardır diye düşünüyorum, hasretle bekliyoruz.

İlk defa okuyacaksanız tavsiyem siz de benim gibi yapın ve sıralı okuyun. Ben tüm kitaplarını beğendim; fakat ilk kitap Puslu Kıtalar Atlası bir başka desem yeridir.
 
Bu hafta sonu başladım Puslu Kıtalar Atlası'na. O nasıl keyifli bir anlatım, nasıl güzel bağlanmış uzun cümleler. Hikayenin geçtiği mekanın Galata olması ayrı hoşuma gitti. Her gün geçtiğim sokakların o dönemdeki hali gözümde canlandı resmen. Daha çok başlardayım ama ilk izlenim çok olumlu. Ayıla bayıla okurum bunu ben.
 
Elif Şafak'ların, Orhan Pamuk'ların dillerden ve raflardan düşmediği alemde İhsan Oktay Anar'dan bu isimlerin çeyreği kadar bile bahsedilmiyor oluşu, şu ülkeye dair yaşanacak olası inanç kayıplarına bir vesiledir gözümde. Bu kadar diyorum.

Puslu Kıtalar Atlası'nı takiben Amat'ı okuyunuz sayın savarain.

Hocam yeni kitap bekliyoruz hadi daa : (
 
Hikayenin geçtiği mekan Galata demişim, hikayenin başladığı mekan Galata diye düzeltelim. İlerleyen sayfalar bizi nerelere götürür bilemeyiz.
 
Yeni kitap çıkmış. Hiç haberim yoktu, web sitesine filan bakıyordum ara sıra ama orasının güncel tutulmadığını da böylece anlamış oldum. Neye niyet neye kısmet hesabı yaklaşık 45 dakika önce karşıma çıktı ve aldım. Galiz Kahraman, renk yeşil. Beklenmedik bir mutluluk oldu valla öğlen vakti.
 
Bir kez daha Galata civarında dolaştık. Sonra Amat denen gemiye bindik ve denize açıldık. Denizcilikle alakalı terimlerin havada uçuştuğu ama insana yabancılık hissettirmeyen bu kitap benim gibi takıntılı insanlara iyi mesai harcatıyor. Sözlüğü açıp öyle okumazsam şu neydi, bu ne demek diye içim içimi yer benim.

Kitabın bir yerinde Karaköy Arap Camii etrafında yaşanan bir olay esnasında salı gününün uğursuzluğundan bahsediyor. Arap Camii bitişiğinde çalışıyorum ve piyasada salı gününden aynı şekilde bahseden epey insan gördüm. Nasıl araştırmış, nerelerden ne bilgiler toplamış artık kitabı yazarken, nasıl bir detaycılıkla işlemiş belli değil.

Sırada da Galiz Kahraman var bakalım.
 
Geri
Üst