Fotoğrafcılık

elimdeki makine Canon PowerShot A310

ama hayalimdeki makine
CANON POWERSHOT S1 IS

10 x optik zoom u yeter 8)

00075313.jpg


tek sorun fiyatının biraz tuzlu olması 1.106.420.000 TL :roll:
 
Rage_Against_The_Machine demiş ki:
adysus demiş ki:
bu fotoğrafta çok hoş.Beyaz,mavi,mor,kırmızı turuncu ışıklar ilginç bir görüntü oluşturmuş.Bu şekilde görüntü yakalayabilmek için fotoğraf makinesinde filtre kullanıyor musun?Yada ışık ve renk ayarını yapmak zor mu?Merak ettim..Çok anlamam bu işten ama..Bir de burası zeytinburnu'da kalırken kaldığım yerin karşısındaki tren istasyonuna benziyor.Sen çaktırmadan beni izleyip hayatımı mı fotoğraflıyorsun :D

filtre yok tamamen doğal renkler :) ışık renk ayarını yapmak pek zor değil ya zaten makine dijital olduğu için bana pek iş düşmüyo anca bazen flarosanlı ortamda veya gece çekimlerine göre ayarlar yapıyorum iso değerleri falan değişiyor işte o kadar, tren istasyonuna benzediği doğru ama değil burası hürriyet gazetesi nin arka kısmı :)


güzel fotoğraf. kontrastı biraz artırır ya da parlaklığı azaltırsan daha da güzel olur.
 
Bizde anlamsız iki tartışma -belki de uç- sürüp gider. Bunların ilki, "Fotoğrafçılık Bir Sanat mıdır?" ikincisi ise, sanatçı-zanaatçı farkı ve fotoğrafçının bunlardan hangisi olduğu tartışmasıdır. Fotoğrafçılığın sanat amacıyla da kullanılabilecek bir iletişim ortamı olduğu basit gerçeğinin bu sorulara kolaylıkla yanıt verdiğini bir an için unutup, burada biraz"sanat"tan söz etmek, belki de ilgili konular hakkında düşünebilmemize yardımcı olacaktır.
Günümüzde anlaşıldığı ve tartışıldığı biçimiyle sanat, kendi kurumları, kuramı ve eleştirisiyle ayrı bir disiplin olarak 19. yüzyıl Avrupa'sının bir ürünüdür. Bu yüzden de, o zamanın bir takım romantik değerlerini kendinden önceki klasik -hatta antik- çağın "doğaya benzetme "kaygısıyla birlikte içinde taşır. Bu anlayışın sonucu olarak, "Gerçeğin, sanatçının yorumuyla birlikte (bir süzgeçten geçermişcesine!) anlatılması" türünden tanımlamalar, günümüzde pek beğenilen ve giderek, "sosyal içerikli" sanatın bile açıklanmasında yeterli sayılan, her derde deva formüller haline gelmiştir. Böylesine esnek ve anlamını yitirmiş bir tanımlamaya dayanan eleştirel bağlam içinde hapsolan sanatçı ise çağımızda daha çok kendi kullandığı ortamı, yöntemleri ve materyallerini incelemekle uğraşmış bunların kendi başlarına bir içerik oluşturabileceklerini ve bir sanat yapıtının üretilmesi kadar bu eylemin neden ve nasıl yapıldığının da soruşturulmasının önemli olduğunu ileri sürmüştür.
Gerek sosyo-kültürel gelişmeler, gerek sanat dünyasındaki bu yeni tavırlar fotoğrafçılığı da etkilemiştir. Bu da icadıyla birlikte fotoğrafçılığa verilmek istenen "gerçeği olduğu gibi yansıtma" görevinin soruşturulmasına yol açmıştır. Bunun sonucu olarak, bilimsel gelişmelerin zaten altüst etmiş olduğu sosyal veya fiziksel "Büyük Gerçekleri" yansıtmayı bir tarafa bıraksak ve sadece görünen şeylerin görüntülerinin yansıtılmasıyla ilgilendiğini kabullensek bile, gene de fotoğrafların bu işi başarmada ne denli yetersiz kaldıkları sık sık tartışılır hale gelmiştir.
"Fotoğrafçılık sanat mı değil mi?" tartışmasının sürmesinin bir nedeni de bugün görüp beğendiğimiz bütün fotoğraflardaki başarıyı açıklayabilen, hepsini içeren tek bir teorinin var olmamasıdır. Weston'ın bir fotoğrafı ile örneğin Hine'in bir fotoğrafı arasında aslında pek az ortak nokta vardır. Diğer taraftan bir amatör bile kolaylıkla bunlara benzer bir fotoğraf üretebilir. Resim veya şiirden farklı olarak fotoğrafların günümüzdeki yegane kullanım alanları sanatsal değildir. Bu yüzden de sadece bazı fotoğrafların sanat değeri taşıyabileceği sonucuna varırız. Fotoğrafların işlevsel kullanım çağı henüz bitmemiştir.
Fotoğrafçılıkla ilgili bütün kolay soruların yanıtlarını bulduğu günümüzde, basit çözümleri yinelemenin artık bir anlamı kalmamıştır. Artık, sanatçı hem en karmaşık ve çok boyutlu soruları soracak, hem de bunlara yanıt arayacaktır. Zaten zanaatçıdan farklı olarak, sanatçı son yıllardaki birtakım aykırı düşünceleri bir tarafa bırakırsak, merak eden, kendinden ve yaptığı işten şüphesi olan ve bu yüzden de sürekli araştırma içinde bulunan güzel -şey- üreticisidir. Sanatçının en belirgin özelliği soru sorması olmalıdır. Gerek sanatıyla ve onun üretim süreciyle, gerek bunun dışındaki her şeyle ilgili sürekli bir merak sanatçının belirleyici özelliğidir. Sanatçı hiçbir zaman mutlak sonuca erişemeyeceğini bilir. Bu merak ve araştırma dürtüsü onu yeni şeyler yapmaya yöneltir. Diğer taraftan zanaatkar, teknik üstünlüğe sahip bile olsa, çoğu zaman sadece kendinden önce de yapılmış ve işlevsel özellikleri ağır basan iyi ve güzel şeyleri üretir. Zanaatkarda aranan, iş kalitesi, iyi bir sunuş ve giderek geleneksel bir süreklilikten başka bir şey değildir. Zanaatçının uyduğu, grupsal-zamansal bir üslûp veya modadır; sanatçı ise, bir zaman -ekol- içinde, kendi özgün üslûbunu yaratabildiği ölçüde başarılıdır. Tabii ki, bir sanatçının da zamanına yüzde yüz aykırı düşmesi söz konusu değildir; ancak o, yapıtlarıyla hem kendi sanatçı kişiliğini geliştirir, hem de sanat ortamının ilerlemesine katkıda bulunur.
Sanat, işlevini kendi tanımlayan bir üretimdir. Yani, bir tablonun işlevi herhalde bir halı veya mobilya parçasınınki kadar kesin tanımlanabilir ve "apriori" değildir. (Yani, bir iskemle olmadan da oturma eylemi vardır; fakat, bir tablonun karşılayacağı düşünsel ve duygusal, sosyal ve bireysel tanımlanması güç gereksinimler ancak o yapıtla kurulan iletişimden sonra biraz olsun anlaşılabilir. Başka bir deyişle, her sanat yapıtı kendi özgün işlevini kendisi tanımlar). Bu yüzden de, zanaatkar belli kalıplar içinde gelenekselleşmiş ürünleri yinelerken, sanatçı öznel ve kendi yerini kendi tanımlayacak atılımcı işler yaratır ve bunu yapmak zorundadır. (Yanlış anlaşılmaması için söylemeliyim: Tabii ki, zanaatkar ressamlar olabileceği gibi, sanatçı marangozlar da vardır veya bir sanatçı marangozluk da yapabilir, bir ressam salt işlevsel-tecimsel ürünler de verebilir. Andy Warhol'a inanılabilirse, eğer gerçekten bir sanatçı isen, yapacağın her şeye sanat denebilir.) Peki bu sanat-zanaat ikilemi fotoğrafçılığa nasıl yansıyor: örneğin, Szarkowski'nin (1978) pencere-ayna skalasını biraz değiştirerek de olsa bu tartışmaya bağlayabilir miyiz? Buna göre, fotoğrafçılığa iki türlü yaklaşımdan söz edebilir: Birincisi fotoğrafların belgesel" niteliğini benimseyen, ortamın, yüzde yüz saydamlığını varsayan, bir fotoğrafta görünen şeyi sanki gerçekten o şey bir saydam pencerenin arkasında duruyormuşcasına algılayan anlayış. Fotoğrafı kullanarak görüntülerin araştırılması yoluyla büyük gerçeklere ulaşabileceği varsayımdan yola çıkan tavır; araştırıcı gerçekçilik. İkincisi, daha romantik, sanatçının kendi özelliklerini yansıtmaya yönelik yaklaşımdır. Burada fotoğrafların konusu olan şeyler, yaptıkları çağrışımlar ve görsel özelliklerinden ötürü bir-takım duygu ve düşüncelerin eşdeğeri olarak kullanılırlar. Fotoğraf onlar hakkında bilgi vermek için değildir. Onlar bir mesajın aktarılmasında aracıdırlar. Bu cins fotoğrafların yoruma açık oldukları ve üzerlerinde daha uzun düşünme gerektiğini öne sürebilir.
Bir fotoğraf "pencere" gibiyse, örneğin, bir domatesin fotoğrafına bakınca, "Ah, ne güzel kırmızı ve olgun bir domates, sanki canlı gibi" dememiz gerekir. Ya da, başka bir deyişle , herhangi bir fotoğrafı görünce ilk ağızda, "Bu neresi, kim bu, nedir? veya en azından (eğer anlaşılmıyorsa), "Neyin, kimin resmi, nerede çekildi, ne zaman?" gibi somut ve yadsınmaz yanıtlara yönelik sorular sormamız ve bu yanıtları almadan fotoğrafla doğrudan bir iletişim kurmamamız beklenir. 0 zaman, bir fotoğrafa (böyle somut verileri topladıktan sonra) duyulacak ilgi ve tepkinin büyük bir kısmı, aslında ona değil, fakat onun "içinde" (pencerenin arkasında) duran şeye -konuya, objeye- gösterilmektedir. Besbelli, bu yaklaşım oldukça yaygındır, hepimiz günde yüzlerce fotoğraf gördüğümüz için olacak, artık fotoğrafı kanıksamışız. 0 artık fark edilmez bir aracı haline gelmiş ve biz sadece içerikle ilgilenir olmuşuz. Örneğin, bir gazete fotoğrafı bir devlet adamının, bir şantözün, bir sporcunun yerini tutan bir simgeden öte bir şey değil artık. 0 bizde sadece "bak şu Cicciolina'ya!", "helal olsun Baba'ya". "Tanju nasıl da atmış!" gibi tepkiler uyandırıyor. Benzer şekilde işlevsel bir kullanım da, reklamcılıkta yeni çıkan bir ürünün "tıpkısının aynısı" bir fotoğrafının yayın organları aracılığıyla her eve yollanması, bu ürünün kendisini aynı şekilde dağıtmaktan çok daha ekonomik bir çözüm. İşte bu, bir fotoğraftaki konunun sanki kendisi karşımızdaymış gibi algılanması ortamının tüm saydamlığı olayının özeti. Nasıl ki, pencereden bakıp kar yağışını seyrederken ya da arkadaşımızın arabasını park etmesini izlerken, komşuların kavgasını dikizlerken aradaki camları, çerçeveyi, şunu bunu düşünmezsek, burada da fotoğrafa bakarken onun fiziksel varlığıyla ilgili verileri olduğu kadar, çekimde harcanan çabayı, yaratıcı süreci, kısacası insan faktörünü de tamamen göz ardı ediyoruz. Halbuki her şeyin sonsuz biçimde fotoğrafı çekilebilir ve ancak bunlardan birkaçı o şeyin yerini sadece görsel olarak tutmaya yaklaşabilir. Yani, ortamın tüm saydamlığını elde etmek de küçümsenecek bir başarı değildir. Bizim alışkanlıklarımızla bunu hep var saymamız ise başka bir konudur. Anlaşılması gereken şey fotoğrafın yüzde yüz saydamlığı olayının sadece fotoğrafçıyla izleyici arasındaki doğru bir anlaşmanın sonunda gerçekleşebileceğidir. Yoksa tabii ki, üç boyutlu, hareketli ve renkli olan "gerçeğin", üstelik ölçeği de değiştirilerek bir kağıt üzerine aynen aktarılabileceği hiçbir zaman düşünülemez. Genellikle bilimsel gerçekçilik diyebileceğimiz bu görüşe örnek olarak Albert Renger-Patzch ve August Sender gibi Alman Neue Sachlichkeit ekolü fotoğrafçılarından ve bunların günümüzdeki devamı olan Berndt ve Hilla Becker'in kataloglama ve aynılık içinde farklılaşma arayan yaklaşımlardan söz edebiliriz. "Pencere" kavramı, bir yandan da fotoğrafçıyı konusunda ayıran kavramsal bir "duvar"ın varolduğu ön kabulünü içerir; çünkü, pencere duvarda açılmış bir delikten başka bir şey değildir. fakat tercih edilmesi gereken, fotoğrafçı ve konusunun birbirleriyle aynı mekan içinde, yakın ilişkide, haşır neşir olmaları ve aynı olayın parçaları olduklarının bilincine varmalarıdır. Fotoğrafçıyı konudan dışlamak, onu sadece edilgen bir gözlemci gibi görmek, onun yaratıcılığını ve olayı etkileme gücünü küçümsemektir. Zaten "tarafsızlık" her zaman için sahte bir tavır olmamış mıdır? Fotoğrafçılık tarihi olayları anlatırken mutlak gerçeklerden çok toplumların önyargılarını ortaya koymaz mı? Fotoğraflar aslında sadece geçmişe aittirler ve bu geçmişin istenildiği gibi yorumlamalarla kolaylıkla kullanılabilirler.

Fotoğraf bir gözlem, zaman ve mekan sanatıdır. Fotoğrafçı da tasarladığı konuya en uygun zamanda ve mekanda gerekli biçimi verebilen kişidir.

Sanata yönelik fotoğrafçılık gerek çekim öncesi tasarım, gerekse estetik ve anlatım dili üzerine kanımca daha kapsamlı bir araştırmayı ve çalışmayı gerektirmektedir.

Gerçekliği yansıtma aracı olarak ele alındığında fotoğraf diğer sanatlardan daha az soyutlama gerektirmektedir. Bu da fotoğraf olayının diğer sanat olaylarına göre tasarımdan daha çok, zaman, çekimde mekan, karanlık oda çalışması vb. pratiğe dönük olmasından kaynaklanmaktadır.

Diğer sanat dalları gibi fotoğrafa da önemli toplumsal görevler yükleme taraflısıyım. Birçok değerin çürümeye yüz tuttuğu bir toplumda fotoğraf, bu çürümeyi yansıtmak, dünyanın değişebilirliğini göstermek ve değişmesine yardımcı olmak zorundadır.

Fotoğraf olayının veya fotoğrafçının nesnelliğinden söz etmek yerine fotoğraf sanatçısının özgünlüğünü yansıtan kendi kişiliğinden, yaşama bakışından izler taşıyan yani özelliği ön plana alan bir yapıt olarak ortaya çıkması gerektiğine inanıyorum. Bu bağlamda fotoğrafın belgesel niteliğinden çok sanatsal niteliğine önem veriyorum. Salt sanatsal nitelikli fotoğraftan söz etmek yerine, herkesin kendi anlayışını en iyi biçimde ortaya koyduğu bir çeşitliliğin gerekçesinden söz etmek gerekir sanıyorum.
 
fotograf bir teknoloji ve onu elde etmek icin guc gerek parasal guc gerek en iyi fotograf makinasi( en iyi malzeme) ile en iyi cekim yapilir kalkip bunu sanat yapmaya calismayin...

kucuk bisi soyliyim niye fotografcilar en iyi makinalari almaya calisir,kullanir eskiler yetmiyormuymus ?
;)

ama beni dinlemezsiniz belliki siz sanat yapmissiniz zaten o yuzden daha ayrintili yazmanin hic manasi yok umarim bir iki arkadas vardirda beni dinlemis ve mesajimi almistir... cunku dogruu olan budur. siz simdi yazdilarimin orasindan burasindan bisiler tuturup yazmaya calisirsiniz yani benim soyledilerimi es gecin siz iyisin bilirsiniz
 
sanatsal fotoğrafçılık diye bir şey yok diyebilenler umarım NTV de yayınlanan ''Ve İnsan'' programının sonundaki ''O Anlar'' bölümünü izliyordurlar izlemiyolarsalar eğer en az bir defa izlesinler ve öyle bu konu hakkında yorum yapsınlar lütfen.. Programda Oğuz Haksever in fotoğraflar için yaptığı yorumları fotoğraflara verilen isimleride dikkatle takip etsinler!
 
daisuke_ishiwatari demiş ki:
fotograf bir teknoloji ve onu elde etmek icin guc gerek parasal guc gerek en iyi fotograf makinasi( en iyi malzeme) ile en iyi cekim yapilir kalkip bunu sanat yapmaya calismayin...

kucuk bisi soyliyim niye fotografcilar en iyi makinalari almaya calisir,kullanir eskiler yetmiyormuymus ?
;)

ama beni dinlemezsiniz belliki siz sanat yapmissiniz zaten o yuzden daha ayrintili yazmanin hic manasi yok umarim bir iki arkadas vardirda beni dinlemis ve mesajimi almistir... cunku dogruu olan budur. siz simdi yazdilarimin orasindan burasindan bisiler tuturup yazmaya calisirsiniz yani benim soyledilerimi es gecin siz iyisin bilirsiniz

benim söylediklerimi es geçin demişsin;ama dayanamadım birşeyler yazicam,istersen okuma :)

şimdi,öncelikle ben de sana birkaç soru sormak istiyorum,neden iyi bir bass muzisyeni fender jazz bass almak için para biriktirir,neden iyi bir bağlamacı 3 milyarı acımadan enstrumanına yatırır,veya neden iyi bir ressam uyduruk boyalarla çalışmazda,paraya kıyıp kalitelisini almaya çalışır? Senin mantığınla tamamen aynı bir mantık bütün bu örneklerdeki.

Üç aydır gitar çalan birisine,10 bin dolarlık gitarı versen ne olacak?

Aynı şekilde fotoğrafa yeni başlamış birisine de canon d-1 ve kaliteliisnden bir kaç objektif versen,ne yapacak bu adam.Sanat mı?

Bit pazarında 50 milyona satın alabileceğin sovyet zenit'leri ile iyi is cikaran insanlar gordum,uc milyara makine alıp saçma sapan fotoğraf çekenleri gördüğüm gibi.Teknoloji sadece işin teknik kısmını kolaylaştırır,geliştirir;ama unutmaki fotoğrafı sanat yapan salt işin tekniği değildir.Sanatsal fotoğrafın kriteri,o fotoğrafın çok net olması yada görüntü kalitesinin kusursuz olması değildir.Fotoğrafçının yaratıcılığı,ifade gücü,olayları farklı açıdan görme ve anlatabilmeki ustalığı,estetik anlayışı ve iyi kompozisyon kurmadaki başarısından sonra tekniğinden bahsedebiliriz ancak.

Erkan Oğur'un konserlerine 50 milyona alınabilecek kıytırık bir gitarla çıkmamasının sebebi neyse,fotoğrafçıların iyi makine almalarindaki sebeb de benzerdir.

Deseydin ki,iyi bir makine alıp çiçek,böcek fotoğrafı çekmek sanat değildir,o zaman kısmen hak verirdim tabi sana. :)

bu arada,portishead güzel şeyler yazmış üşenmeden,kendisine selamlar buradan :)

sevgiler.
 
meraba hiçbir bilgim yok bu konuda hiçbir fotoğraf sanatçısıda tanımam sadece fotoğraflara bakmayı ve hoşuma giden manzaraları çekmeyi severim mesela çektiğim bir resim var
http://www.turkrock.com/gate.html?name=Forums&file=album_pic&pic_id=6945
mesela bu fotoğda bir gece içtiğimiz 20 şişe birayı koydum arkasında ben varım bir lambanın üstüne kafamı yasladım aralardan bakıyorum gözlerimde yansıma var çok kalitesiz bir webcam le yaptım ve webcam in hilesi var biraz rengin yeşil olmasının dediğim gibi eğlenmek için yapıyorum hiçbir beklentim yok ama baktıklarımda görüşlerim ise http://www.deviantart.com/deviation/7872436/
mesela bu resimdeki gibi değişik şeyleri yakalayanları seviyorum gene aynı kişinin çektiği
http://www.deviantart.com/deviation/9895959/
bu resimdeki gibi olağan şeyleri sevmiyorum kalitesiz demek istemedim bakarım ancak benim bakmaktan ve yorum yapmaktan hoşlandığım resimler olağan üstü şeyler anlatabildiysem ne mutlu bana :)(bu arada benim resmi seviyorum o yüzden koydum yoksa bir beklentim yok)
 
"Fotoğrafçılık" sanattır ama "fotoğraf çekmek" değil.:) Ve bu konunun parayla bir alakası olduğunu düşünmüyorum, nitekim bu zamana kadar ki en iyi fotoğraflar günümüzde basit diyeceğimiz makinalarla çekilmiştir.
 
Bencede makinanın pek bir etkisi olmamalı zaten sanat birebir kişiyle bağlantılı değil mi dir?
 
Şimdi bir şeyden eminiz ki Fotağrafcılık sanatdır.Peki ya poz vermek o bir sanatmıdır.Geçen bir konuşmaya kulak misafiri oldum bununda ayrı bir meziyet hatta sanat olduğunu herkesin kolay kolay yapamayacağını işittim.Ben pek tatmin olmadım açıkcası.
 
Anı yakalamak..Yakalanan anda varolmak.


Bir fotoğraf sanatçısı (ki sanatı tartışılır) anı yakalar .Kattığı her duygu düşünce onu fotoğraf çekmekten uzaklaştırır.

Düşünceler eklendikçe var olanın ötesinde fotoğraf mesaj ağırlıgı kazanır.Ve her kazanımda resimleşir..

Bir ressam olanı değiştirip insanlara kendini ekleyerek gösterir.Olmasını istediğini yansıtır istemediğini yansıtmaz..Kendi vardır her çizgisinde.


Fotoğraf ise ışığın objektıften geçip enstantenin açık kaldığı sürece filme yansımasıdır.Gerçeklik yansıtmalıdır.Işıkla oynamak,anı farklı yansıtmak fotoğraflıktan çıkar ;resimle fotoğraf arsında sıkısır kalır..

Artık o ne resimdir nede fotoğraf.

An yakalanır ama çıplak gerçek olarak değil ..

Artık bir görüntünün üzerinde insan beyninin en ince kıvrımları ,en gizli düşünceleri,arzusu vardır.


Ve bu arzu onu sanatçı yapar .Ama fotoğraf değil görsel özneleri yansıtabilen bir sanatçı.
 
Fotoğrafçılık uzun zamandır ilgimi çekiyor. Kendi yaptığım bir kaç denemem var ama ben biraz da işin teknik yönlerini öğrenmek istiyorum. Bu konuda Ankara'da olup yardım etmek isteyen varsa ve bana ulaşabilirse çok memnun olurum :). Ya da internette yardım alabileceğim yerler var mı?
 
Yunanca “aisthetikos”, “aisthonesthi”, “duymak”, “algılamak” sözcüklerinden kaynaklanan, güzel duygusuyla, güzelin algılanmasıyla ilgili şey anlamına gelen “aisthetike” (duyum) ya da estetik, güzelin ve güzel sanatların yapısını inceleyen bir felsefe dalıdır. Terimi bugünkü anlamıyla kullanan ve estetiği ayrı bir felsefe bilim dalı olarak gören ve estetiğin ayrı bir felsefe dalı olarak yerleşmesini sağlayan Alexander Baumgarden’dir. Baumgarden, Meditationes Philosophiae de Nonullis ad Poeme Pertinantibus” (Kalıcı birkaç Şiir üzerine Felsefi Düşünceler-1735) adlı yapıtında anlam içeriklerinin duyusal bir biçim içerisinde iletildiği somut bir bilgi alanını belirtmek için estetik sözcüğüne başvurmuş ve güzelliğe ilişkin yapılarda duyuların belirli bir rol oynadığını belirtmiştir.

Kant’a göre, “estetik yargı”, şeylerin biçimlerini, onlardan haz duygusunu elde edecek tarzda ele alan yargıdır. Estetik yargının eleştirisi ise, güzel ve yüce üzerine olan kuramdır. Estetik, Kant’a göre genellikle insanda bir şeyin güzel olduğu duygusunun neyin uyandırdığını belirlemeye çalışan felsefi bir teoridir.

19. yüzyılda Hegel’in etkisiyle, estetik daha çok sanatsal güzelliği ve sanatın anlamını araştıran bir disiplin haline gelmiştir. Estetik öğreti, etkin bir bakış açısını seçerek sanatla yaşamı uzlaştırmaya çalışan bir öğretidir. Estetik, iki temel öğeyi göz önünde tutmaktadır.

1.Sanat bir eğlence değil, yaşama katlanmanın en yüksek ve tek doğal biçimidir: Varoluş ve dünya ancak estetik bir olay oldukları ölçüde öncesiz-sonrasız olarak doğrulanabilir.

2. Olası tek estetiğin alımlayıcı bakımdan değil, yaratıcı bakımdan kurulması gerekir.

Sanatın tanımı ilk çağdan bu yana çeşitli sanat felsefelerinin doğmasına neden olmuştur. Hegel’e göre “Sanat felsefesi”, felsefenin bütünlüğünde zorunlu bir halka oluşturur. Bunun yanında estetik sanat üzerine yapılan her türlü felsefi refleksiyondur.

Çağımızda sanatları belirleyen yalnız “güzellik” kategorisi değildir. Artık bu kategoriye komik, trajik, yüce, çirkin, iğneleyici, dehşet verici, hoş olmayan vb. kategorileri de katıyoruz. Çünkü artık güzel kadar çirkin de, hoş olan kadar olmayan da, armonik olan kadar disarmonik olan da bir estetik kategorisi olmuş, deyim yerindeyse, negatif ve pozitif estetik değerler bütünleştirilmiştir. Estetiğin tarihine baktığımızda 3 ana dönem karşımıza çıkar.

1. Kant öncesi dönem

2. Kant sonrası dönem

3. Pozitif dönem

Estetik ilk olarak spekülatif ve dogmatik bir döneme sahiptir. Bu dönem Sokrates’ten Baurngarten’e değin sürmüştür. Daha sonra eleştirel ya da bilimsel diyebileceğimiz, Kant ve sonrası filozoflarının oluşturduğu bir döneme tanıklık ediyoruz. (1750- 1850 yılları arası) Teknolojinin devreye girdiği pozitivist dönemde ise gittikçe artan bir krizle karşılaşıyoruz; bu dönem sanatların değerleri üzerine düşünsel planda yapılan tartışmaların, pragmatik hesaplarla piyasa ekonomisinin elinde oyuncak olduğu bir dönemdir. Sanat felsefesinin ve estetiğinin bir bileşimi olan “felsefi estetik” ise genelde, estetik-geçerlik alanını konu edinir. Bir varlık alanı olarak estetik fenomenler alanı da kabul edilir. Estetik fenomenin ontik bütünlüğünde 4 temel yapı bulunmuş olur ki bunlar 4 bölümleme çerçevesinde incelenir (Tunalı, 1983:17-18).

Estetik haz duyan suje (estetik tavrın ve estetik algılamanın söz konusu olduğu subjektivist estetik)
Estetik obje ( Sanat yapıtından yola çıkılan objektivist estetik) Estetik değerler alanı (güzel, değer, idea, eidas, orantı, simetri, düzen vb gibi değerlerin incelendiği aksiyolojist estetik).
Estetik değer
Güzel ve estetik
“Estetik” terimi ilk kez, hem duyusal hem de düşünsel bir dünya görüşünü adlandırmak üzere, 18. Yüzyıldaki anlamından farklı olarak klasik Yunan yazarlarının yapıtlarında ortaya çıkmıştır” (Gökberk, 1999: 347-348).

“Platon ve Aristoteles simgelemede olabildiğince sadelik, inandırıcılık, canlı bir varlık gibi, organik, eksiksiz ve bütünüyle iyilik kuralının zorunlu olduğunda fikir birliği içindedirler. Kişilerin gerçekte olduğundan daha güzel, gerçekte olabilmek için “fazla güzel” olmasına çalışmışlar, sanatı; ideal, mutlak, zorunlu ve evrensel bir güzellik içinde ele almışlardır. Platon’a göre sanat, fikirlere katılım ile önceden öğrenilmiş bilgilerin anımsanarak keşfedilmesidir. Aristoteles içinse; sanat tam aksine, yeni formların yaratılarak üretilmesidir” (Huisman, 1992: 2).

A. G. Baumgarten, 1750 yılında, insanın mantıksal ustan farklı bir yetisini belirginleştirmek üzere, Yunanca “Aisthetikos kavramından türettiği "Aesthetica” sözcüğünü ortaya attı ve kitaplarından birine bu adı verdi. 17. yüzyılda estetik belli başlı 4 inceleme alanını kapsıyordu;

1. Duyular için de zihin için de çekici olan, iyi düzenlenmiş bir nesnenin, yani güzel nesnenin incelenmesi

2. Güzel nesneler üretiminin yani sanatın ve güzel sanatların incelenmesi

3. Estetik duyu, eğitim ve kültürün; yani zevk, sağbeğeni ya da sağduyunun incelenmesi

4. Güzel nesnelerin uyandırdığı yarar gözetmez hoşluğun incelenmesi

Bununla birlikte sanat konusundaki modern düşüncenin Baumgarten’dan çok daha önce başladığını söyleyebiliriz. 15. Yüzyıldan başlayarak sanatçılar, Platon’a özgü ve dogmatik çağa ait, sanatı bir öykünme olarak belirginleştiren örnek kaygılarını da, ortaçağın dinsel simgeciliğini de bir kenara bıraktılar. Leonardo da Vinci, Leon Battista, Alberti, Albrecht Durer, doğal ve yapay perspektif konusundaki ve insan bedeninin anatomisi üzerindeki araştırmalarla bir “sanat bilimi” kurma yolunda ilk adımları attılar. Bir biçimsel öğeler matrisinden başlayarak doğada varolan güzel ve çirkinin nasıl yeniden yaratılacağını araştırdılar.

19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan “Olgucu estetik” ile sanat yapıtlarının yaratılmasındaki ruhbilimsel (Fechner) ve toplumbilimsel (Taine, Comte) belirlenimcilikleri araştırmışlardır.

18. Yüzyılda Kant’ın, 19. Yüzyılda Hegel’in ve 20. Yüzyılın başlarında da Croce’nin katkılarıyla gelişen estetik kuramı yine aynı çağın başında Marksizm’de de ifadesini bulmuştur. Bu bağlamda Marksizm’in tarih ve toplum anlayışını burjuva ideolojisinin eleştirisiyle birleştirmeye, tarih ve evreni çözümleme ve değerlendirme ilkelerini saptayarak, devrimin teori ve pratiği içinde sanatın yerini göstermeye yönelik kuramlar öne sürülmüştür. Marksizm akımını devam ettirenler İngiltere’de William Morris, Rusya’da Georgy V. Plekhanov, Walter Benjamin ve Gyorgy Lukacs, B. Brecht ve Theodor Adorno’dur. Öte yandan 20. Yüzyıl estetikçileri, felsefi estetiğin büyük sorunlarını bir yana bırakarak, “çevre”, “sanatsal biçim ve “yaratıcı ya da alımlayıcı özne” arasındaki ilişkileri incelemeye yönelmişlerdir. Çeşitli estetik akımları bu dönemde genellikle “olgucu estetik” (Sanat toplumbilimi, yapıların çözümlenmesi, deneysel estetik vb) ile “özneci estetik” (sanat psikolojisi fenomonolojik estetik ya da sanat fenomonolojisi ) olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Yaratmanın ve sanatsal yargının estetiği günümüzde duyarlılığın tarihi yönünde gelişmekte, oysa bu anlayış yüzyıl başlarında estetik iletişimin özü üzerine araştırmalarla yeniden sanat yapıtının kendisini incelenmeye yönelmek gerektiğini savunan görüşler arasında bölünüyordu.

20. yüzyılda estetik ile göstergebilimin ilişkisi, sanatsal yapıtların biçimsel açıdan incelenmesi girişimini beraberinde getirmiştir. Bir mimari bütünlüğü, bir müzik parçasını, bir tabloyu oluşturan öğelerin yapısal çözümlemesine de yöneltmiştir.

“Görsel sanatlar estetiği, yazın göstergebilimin etkisiyle sanat ürünü ve anlam arasındaki ilişkiye yönelmiştir” (Gökberk, 1999: 34).

Estetik insanın dış dünyaya ilişkin ve çirkin sözcükleriyle dile getirdiği tepkileriyle ilgilidir. Ancak güzel öznel ve görelidir. Estetik alımlayıcı sanat yapıtından ya da bir doğa görünümünden haz duyan estetik tat alan varlıktır. Fakat Kant’a göre alımlama bir yetidir. Estetik nesne (sanat yapıtı) terimine iki anlam yüklenir; maddi nesne (öznenin zihninden bağımsız nesne) ve ereksel nesne (nesneye insanın yük1ediği).

Estetik, doğa ile sanat yapıtının arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koymalı ve farklı sanat türlerinin farklılıklarının hakkını vermelidir.

Güzellik yargısı her zaman belirli bir kavramsal boyut içerir, bir nesneyi özel olarak tanımlayabilmek için hangi sınıfa girdiğini bilmek gerekir. Örneğin bir atın vücut yapısında güzel bulunan özellikler bir insanda çirkin kaçar. Romanda şiirsellik genelde bir zaaf olarak görülür. Bir mimarlık yapıtı, heykeldeki ifade gücünü kazanmaya çalıştığında aşırı süslü ve bayağı bulunabilir.

Sanat insan ürünüdür insan tarafından anlamlandırılmaktadır. Sanat yapıtında;

1. Estetik nesne duyusaldır: görülür, işitilir ya da duyusal biçimiyle zihinde canlandırılır: insana bu duyusal özellikleri nedeniyle haz verir.

2. Estetik nesne aynı zamanda düşünülen, seyrine dalınan bir nesnedir, yalnızca duyulara hoş geldiği için, bir anlam içerdiği bir değer taşıdığı için de insanı ilgilendirir.

²Hegel’e göre sanatta insanı çeken “görünüş” ya da “duyusal biçim”dir. Her sanat yapıtına özelliğini kazandıran, onu ötekilerden ayıran budur. Sanat yapıtı insanın duyularına seslendiği için somuttur. Akıl yürütme (mantık) yoluyla değil, duyusal algı yoluyla kavranır. Ama sanat yapıtının kavranışında zihinsel bir boyut da vardır. (kavramsal, zihinsel bir içerik)

Çoğu eleştirmen bir sanat yapıtının örneğin bir şiirin özetlenemeyeceğini başat sözcüklere çevrilemeyeceğini savunur. Benedetto Croce’ye göre, bir şiirin anlamı, başka bir dile çevrilmesi olanaksız özelliklerinde gizlidir. Anlam, seçilmiş ve belli bir düzene göre sıralanmış sözcüklerde, şiirin ritminde, kısaca duyusal özelliklerinde yatmaktadır. Bunlar özetlenmeye kalkıldığında şiir uçar gider. Öte yandan bir eleştirmen de okura şiir hakkında bir şeyler söyleyebilmeli, o şiirin neden güzel ve ilgiye değer olduğunu , başka şiirlerle farklılığının nereden kaynaklandığını anlatabilmelidir. Bu ise hem çözümleyici, hem de birleşimci yöntemin kullanımını gerektirir (Huisman, 1992: 41-49).

Sanat yapıtındaki anlam yalnızca okurun ya da seyircinin ona yüklediği bir anlam değildir. Sanat yapıtının kendisi anlamlıdır: bir insan ürünü olduğu için, belli bir amaçlılık taşıdığı için anlamlıdır. Bir dağ görüntüsünden farklı olarak, bir dağ resmi için her zaman “bu resim şunu ifade ediyor” denebilir, resmin düzenlenişi, renklerin ve perspektifin seçilişi, kısaca insan müdahalesi ve katkısı, resme belirli bir anlam kazandırmaktadır. Ama “resim şunu ifade ediyor dendiğinde, onun gene de ifade edilemeyen dışarıda kalan, yorumlanamayan bir yanı vardır. Sanatın doğayı andıran söze gelmeyen dilsiz yanıdır bu. Sanat hem bir gerçekliği temsil eder, canlandırır hem de insan duygularını dile getirir, dışa vurur. Croce’ye göre sanatın asıl işlevi dışavurum ya da anlatımdır.

Sanatın asıl işlevinin temsil olduğunu savunanlar, sanatın tıpkı dil gibi, belirli bir şeyi anlattığına, bir şey “hakkında” olduğuna dikkati çekerler. Bu edebiyat için doğrudur, nü resim için de geçerli olabilir: örneğin bir portre modelini temsil eder. Ama müzik ve mimarlık sorunu karmaşıklaştırır. Bir senfoni, bir ev, bir okul binası neyi temsil etmektedir? Temsil ve dışavurum gibi içerik öğelerinden başka sanatın anlaşılmayı yorumlanmayı bekleyen bir de “biçim”i vardır. Bir sanat yapıtını ötekilerden ayırt edebilecek bir duyusal yaşantı nesnesi haline getiren ona özgünlüğü, bireyselliği, iç bütünlüğü kazandıran bütün öğeler biçimseldir. Sanatta kavranması güç olan da çoğu zaman biçimdir.

Bir yapıtı anlama ve ondan tat alma yapıtta belirli birimlerin ya da bütünlüklerin algılanmasına ve bunların birbirini izleme sırasının somut olarak kavranmasına bağlıdır. Örneğin müzikte yapıtı ortaya çıkaran birimler notalar, bunların birleşmesiyle oluşan temalar ve bu notalarda temaların yinelenmesi ve değiştirilmesidir. Sanat yapıtının estetik olarak kavranmasını sağlayan etken biçimdir. Yapıtta her birim ötekilerle ve yapıtın bütünüyle belirli bir ilişki içindedir. Yapıtın estetik ilgi uyandırmasına da bu ilişkiler yol açar.

Estetik yaşantıda, özne ile nesnenin, alımlayıcı ile yapıtın dolaysız ilişkisi temeldir, yapıtın çözümlenmesi ikinci planda gelir.

Romantizmin etkisini yitirmesiyle birlikte, güzel-yüce ayırımın da estetik ve eleştiri kuramlarındaki yerini daha teknik, daha betimsel kavramlara bırakmıştır. Çağdaş estetik bir yandan tarih, sosyoloji, psikoloji gibi somut ve deneysel disiplinlerin, öte yandan da Marksizm, yapısalcılık ve fenomonoloji gibi farklı düşünce akımlarının etkisi altında, felsefeye olan bağımlılığından kurtulmuş görünmektedir. Görünmeyeni anlayabilmek için görünene başvurmak zorunda kalan sanatçı, kendi doğasına karşı yarattığı ikinci bir doğa olarak sanatı her şeyden önce insanın varolana bir karşı çıkışı, varlığa bir meydan okumasıdır. Gerçeği aşma ya da başka bir gerçeklik yaratma demek olan sanat, düşle gerçek arasında kurulan bir köprüdür; ussal ile usdışı, düşlem ile gerçek, imgeler ile nesneler arasında bir bağ kurma etkinliğidir. Başka bir deyişle sanat, insanın kendini tanımasının serüvenidir. Sanatçı da yaşamın ve insanın gizini büyüsünü, önem ve değerini yansıtabilen kimsedir. İnsanın kendini tanıma gereksinimi sürdükçe sanat da sürecektir (Fischer, 1995: 149-152).
 
fotoğraf çekmek sanattır yada diildir çünkü şöle baktığınızda bu ülkede sanat adına olan şeylere yeteri kadar önem weriliormu ki sanki!!!benim için önemli olan bu işin peşinden gidiorsan we seni mutlu ediyorsa gerçekte olan çekicein fotoğrafa seninde içindekilerle bütünleştirmendir we sonra fotoğrafa baktığında mutlu olmandır...
 
sanat olup olmaması bir işin niteliğinden değer düsürmez zatenn

ankaralı arkadas eskıden afsad vardı hala devam edıyorsa guzel calısmalar yapan bır dernek..
 
Geri
Üst