Green Street Hooligans

Basit şeydir. Tribünü ve futbolu ya seversiniz, ya da sevmezsiniz.

Londra'nın iki takımı, Milwall ve Steve babadan dolayı sempatimizi kazanan West Ham United. 100 yılı aşkın tarihleri boyunca, aynı ligde oldukları sezonlar olmadıkları sezonlara oranla çok daha az olmasına karşın; arada oluşan inanılmaz nefretin, biraz daha kişiselleştirilmiş nedenler dolayısıyla sokaklara yansımış halini anlatan bir film. Tanınmış isimler olarak Claire Forlani, Elijah Wood ve şu anda ismini tam hatırlayamadığım; Band of Brothers'ın 3. bölümünde er Blithe'ı oynayan sarışın oyuncu yer alıyor.

Film, konusunun yanı sıra, İngilizce'nin farklı şivelerine merak duyan insanları da fazlasıyla tatmin edecek diyaloglara sahip. Özellikle Charlie Hunnam'ın oyunculuğu ve kelimeleri telaffuz şekli mükemmel. Yani iyi bir İngilizce değil ama hoşuna gidiyor insanın, aynı Steve Harris gibi; sanırım gerçek bir West Ham'lıyı bulup oynatmışlar.. :) Kulaklık takarak izlenilmesi gereken bir film.

Arjantin'de tribünler o lanet sıcağa rağmen 6 saat öncesinden dolar. İngiltere'de 15 dakika kala dolar ve 15 dakika içinde boşalır. İtalya'da dev stadlarda dev kareografiler yapılır. Yunanistan'da tüm tribünlerde müthiş bir bütünlük vardır. Türkiye'de ise 1,5 saat kalana kadar belirli bir yerde değil, stadın olduğu ilçenin hemen hemen her köşesinde içilir. Meşale donun içinde stada sokulur, hiç bir ülkede zıplanılmadığı kadar zıplanır, musiki eserleri besteye dönüştürülür ve kanımca tribünde atışmanın kralı yaşanır. Evet her yerde raconu farklıdır; ama her yerde amaç aynıdır. Zamanında döner bıçağı ile deplasmana gidenler eğer bu filmi seyrettiyse, yumruk yumruğa birbirine dalan İngilizler'den belki bir takım dersler çıkartmışlardır.. :)

Başka bir kıtadan gelen akrabanıza, ülkenizdeki futbolu ve tribünü nasıl anlatırsınız?

Charlie Hunnam'ın "Bak; West Ham orta derece bir takımdır ama grubumuzun bir numara olduğunu herkes bilir: GSE, Green Street Elite. Arsenal; mükemmel futbol, boktan grup: Gooner'lar.. Tottenham; boktan futbol, boktan grup: Yid'ler.. Milwall? Where to be to fuckin' begin with Milwall.."

Repliği öyle sanıyorum ki bunun için mükemmel bir seçimdir. Bardaki tezahürat sahnesi, kavgalara zaten hiç girmiyorum; ve eve ilk girdiğinde bebeğe bakarak "Im West Ham 'till I die, Im West Ham 'till I die; and I know Im for sure.." tezahüratını söylediği sahne süperdir.. Bebeği da allah nazardan saklasın valla.. :)

Mektubumu bitirirkene; buradan da en büyük West Ham'lı Steve babaya selam etmeyi bir borç bilirim.. :)

002SteveFutbol.jpg


Im forever blowing bubbles,
Pretty bubbles in the air..
They fly so high, nearly reach the sky;
Then like my dreams they fade and die..

Fortune's always hiding,
I've looked everywhere..
Im forever blowing bubbles;
Pretty bubbles in the air..

UNITED!.. UNITED!.. UNITED!..
 
Bu filmi ilk izlediğimde Fenerbahçemiz İnönü'de kupa maçına çıkacaktı ve ben de öncesinde filmi izleyerek kendimi havaya sokmak istemiştim. Gerçi maçı izlemeye gitmek üzere bindiğim taksiciye filmin gazı ile hangi takımı tuttuğunu sormam ve adamın Ankaragücü taraftarı çıkıp tüm yol boyunca Fenerbahçe'nin neden Avrupa'da başarısız olduğunu tartışmamız ile hevesim kırılmıştı ama olsundu; film bir takıma karşılıksız olarak bağlanmayı o derece insanın içine işliyordu ki, Şükrü Saraçoğlu'ndaki maçlardan önce ekrandan verilse tribündeki çekirdekçiler ile güzelce başedilebilirdi.

Neyse, filme dönelim. Film Londra'daki tribün gruplarına ve onların arasındaki mücadeleye dayansa dahi, inceden verdiği güzel ve basit bir mesaj var. Holiganizm kötüdür. Öyle ki, -spoiler var, aman- filmin sonunda Tommy Hatcher, kendimizi onunla özdeşleştirdiğimiz filmin has karakteri Pete Dunham'ı öldürdüğünde dahi, onun da bir zamanlar bu tür bir kavgada oğlunu yitirdiğini ve sonuçta kazanın olmadığını, aksine insanların bu tür holigan kavgalarında sevdiklerini yitirdiğini görüyoruz. Bu elbette bilinmedik bir şey değil, film bittiğinde "Haa, sahi, holiganlık kötü bir şeydi" şeklinde aydınlanmıyoruz; lakin bu mesaj bilinçaltına öyle güzel bir şekilde sokuluyor ki, filmin sonunda elinizde kalan sadece kendi takımına olan bağlılığınız oluyor.

GSH'ı sevmenin en büyük nedenlerinden biri de, Türkiye'de kaybolan taraftarlık anlayışının aslında nasıl olduğunu göstermesi. Tribün grupları arasındaki kavgayı bir yana bırakırsak, sonuç ne olursa olsun futbolun saha öncesi ve sonrasında yaşanan bir eğlence olduğunu görebilmemizi sağlıyor. Aslında film bu kadar mesaj kaygılı değil ama ben kendime bunları hisse olarak çıkarttım şahsen. Özellikle kendi ülkemizdeki belli tribün gruplarını ve onların maçlara döner bıçakları, samuray kılıçları vb. aletlerle gittiklerini gördüğümüzde ne derece acınacak bir halde olduğumuzu da anlıyoruz. Sanki ülkemizdeki tribün grupları, başka tribün grupları ile kavga etmeyi sevdikleri için o takıma bağlıymış gibi gözüküyorlar. Burada ise tam tersi bir durum söz konusu olmak ile birlikte, yine ülkemizdekinin aksine bu kavga o takıma mensup bütün taraftarları değil de, sadece o tribün grubuna mensup kişileri kapsıyor. Yani tutup da bir kişiyi sadece üzerinde Milwall forması var diye dövmek değil.

İçerik açısından değerlendirir isek, oyuncu seçiminden tutun da filmdeki müzik seçimine dek her şey mükemmel. Özellikle filmin sonunda GSE kavgaya giderken çalan şarkı ve şarkının sözleri ile sahnenin gösterdiği uyum. Harika. Gerçi filmin bana en çok koyan sahnesi, Bower'ın gece tek başına West Ham marşını söylediği an oldu. Biz pop şarkılarından bozma tribün besteleri yapa duralım, adamlar kendi marşlarını yaratıyorlar ne güzel. Leo Gregory'nin oyununu ayrı tutmak lazım diğer herkesten. Bir de biz kendi Muhammed Demirci'miz ile övünürken, West Ham altyapısında ne küçük Maradona'lar varmış da haberimiz yokmuş. "Thanks Matt for his pathetic goalkeeping".

Kısacası, filmin ismine aldanıp basit bir "futbol" veya "holiganlık" filmi olarak değerlendirmeyin. Her ne kadar filmin sonunda ister istemez West Ham'a bir sempati duyacak olsanız da, daha ziyade filmden spora ve hayata dair çıkaracağınız mesajları almanız gerecektir.

Yine de eklemeden edemeyeceğim, "Here is the famous, here is the famous, here is the famous GSE!"
 
Seve seve.

Yani zaten uzun uzun yazdım. Filmin içinde "salt holiganizm" yok. Aynı zamanda çok güzel bir drama bence. O yüzden, benim tribüne takıldığımı bilen HornyDevil insanının "Bunu senden başkası açmazdı" şeklindeki yafta yapıştırıcılığını bir kenara bırakalım.. :) Ama insanı fazlasıyla gaza getiren yerler de mevcut tabii ki. Tezahürat, deplasmana gidiş ve bar sahneleri filan..

Hali hazırda Steve Harris'ten dolayı West Ham'a kenarından köşesinden düşkünlüğüm olması dışında, bu film aynı zamanda West Ham maçlarını seyrederken yukarıda yazdığım tezahürata kulak kabartma gibi ekstra eylemlere filan da sokuyor insanı. Bunu fark ettim. Oyunculuğu falan filan hakikaten mutlaka izlenmesi gereken bir film. Tribün olayı ve West Ham işin baharatı.

Yoğun ısrarlarla izlettirdim bazı arkadaşlarıma. Hatta kimisine CD'ye çoğaltıp masasının üzerine kadar bıraktım. Hepsi anlamadığım bir şekilde nazlandı, geciktirdi falan filan ama sonrasında "Pretty bubbles" tezahüratı ile Moda sokaklarında yürür oldular.. :)

Yapalım bir program, senin kuru etten de alalım.. :)
 
ya işte geçende bi arkadaş izlemiş, maç günü bize anlatıyodu heyecanlı heyecanlı, biraneden çıkıp maça falan gitme olayı varmış, deplasman muhabbetleri, ben de çok merak eetim o öle anlatınca...
tamam izleyelim moruk, kuru eti devreye sokucaksak ramazanın bitmesini beklememiz lazım ama :D
 
Cantstandya demiş ki:
Yoğun ısrarlarla izlettirdim bazı arkadaşlarıma. Hatta kimisine CD'ye çoğaltıp masasının üzerine kadar bıraktım. Hepsi anlamadığım bir şekilde nazlandı, geciktirdi falan filan ama sonrasında "Pretty bubbles" tezahüratı ile Moda sokaklarında yürür oldular.. :)

Ahmet Çakar vari bir giriş yapacağım, hazır ol. 'Pretty bubbles' tezahuratı ile ilgili beni kıllandıran bir şeyler var. Kendimde ve kendi çevremde filmi izleyenlerde de aynı şekilde bu tezahuratı sevme olayını gözlemleyince bu işin sırrını düşünmeye başladım. Tezahurata bakınca West Ham ile ilgili olan tek kısmı en sonunda 'United' diye bağırmaları. Onun dışında bildiğin şarkı, veyahut şiir gibi. Nedir o zaman bu tezahuratta kitleleri saran şey, nedir Manchester United'a sempati besleyip de filmin sonunda galeyana gelip 'Enflasyon düşer, West Ham düşmez' tarzı bir takım sempatizanlık tavırları içine girmemizin sebebi?

Belki de yeni beste yapmak için Gülben Ergen'in yaza damgasını vuracak bir şarkı yazmasını bekleyen bir takımın taraftarı olmamdan dolayıdır. Ya da genel olarak Türkiye'deki tribünlerin orjinallikten uzak olmasından kaynkalıdır. Mesela Bursa taraftarının Panathinaikos'lulardan aparma bir elleri çırpıp 'Bursa' demeleri olayı var. İğreti duruyor resmen. Zaten şahsi hayalim, en azından Fenerbahçe adına, İngiliz tarzı tribün olayının gerçeğe dönüşmesidir. Tabi 'aşığım aşık sana'larla nereye kadar, o da ayrı konu.
 
ben şahsen Türkiye'deki tribünlerin o kadar yabana atılır cinsten olduğunu düşünmüyorum, mesela yukarıda İngiliz tarzı tribünden bahsedilmiş, ben birkaç İngiliz kulubü dışında Türkiye'deki tribünlerin genel olarak daha iyi olduğunu düşünüyorum, tabii ki burdaki tribünler arasında da taraftar profilinden kaynaklanan birçok farklılık var, her tribünde "ateşli taraftar" diye tabir ettiğimiz ve bu insanların birarada bulundukları bir kısım vardır tribünde, benim "ateş" ten anladığım şey; sahadaki futbolcuyu gaza getiren, takımın sahadaki oyununa bakmadan her daim boğazları patlayana kadar susmadan durmadan bağıran, topçusunu savaşmaya,mücadele etmeye iten, topçuya kafasını tekmeye sokturan, arma-renk sevdasını hiçbirşeye değişmeyen güçtür. Bu güç ne kadar fazla olursa tribündeki ateş o kadar artar.
Şimdi gelelim Türkiye'ye, burda da her kulübün kendine göre bir ateşli taraftar kitlesi mevcut, hepsi çok iidir demiyorum ama bağırma, takımını ayakta tutma bakımından Avrupa'nın birçok kulübüne göre iyi olduğumuzu düşünüyorum...yani Avrupa'da böyle tribün bakımından "çok ateşli" diye tabir ettiğimiz tribün fazla yok, tabii ki burda ülkelerin insan faktörü de devreye giriyor, Avrupadaki insanlar Türklere nazaran daha soğukturlar misal, sıcakkanlı, heyecanlı tipler değillerdir, bunların da etkisi var tabii, bizim gibi her olaya ani reaksiyon veren insanlar çok çok daha azdır Avrupada, bunlar hep örnek işte....
Yukarıda orjinallikten de bahsedilmiş, Türkiye'de bu durumun fazla olmadığı falan söylenilmiş, sizleri İnönü ye beklerim o zaman orjinallik görmek için ;) şimdi tuttuğum takımın tribünlerini bu başlıkta övmek etik olmayabilir ama taklitler orjinallerden türediklerine göre orjinal bir tribüne sahip olduğumuzu düşünüyorum ;)
 
Çok uzun uzadıya konuşulacak bir konu başlatmışsın Jack Rackham üstadım. Ama hakkın var, girişte uyardın, Ahmet Çakar'da hep böyle yapmıyor mu?

Şimdi benim şu anda, daha doğrusu şu sıralarda internete girme şartlarım pek olgun değil. Belimi fıtık eden bir sandalye ve enteresan bir klavye dizilimi ile cebelleşmek durumundayım. O yüzden ne kadar ayrıntılı dökebilirim düşüncelerimi buraya, onu bilmiyorum. Bilir misiniz bilmem, bir aralar "Tribün" dergisi vardı bu memlekette. Onun başlığını açmayı düşünüyordum bir süredir. İşte tam da o derginin başlığında konuşulacak türden bir paylaşım başlatılmış burada. Pek de sırıtmıyor hani.

"Pretty bubbles" tezahüratı ile başlayayım.

Bunu aslında en başta yazabilirdim başlığı açan kişi olarak. Yazmalıydım daha doğrusu. Şarkının sözlerini yazıp öylece bırakınca "West Ham United taraftarlarınca yaratılmış bir tezahürat" kıvamında oldu, ama değil. West Ham United taraftarlarına "mal olmuş" bir şarkı/tezahürat; ama onlar tarafından yaratılmış bir şey değil. Araştırdığımızda Jaan Kenbrovin başta olmak üzere bir kaç isim ile karşılaşıyoruz. Bestelenişi 1918'e, ilk kez dudaklarda dolaşmaya başlayışı ise Helen Carrington teyzemizim eseri olan "The Passing Show of 1918" isimli bir Broadway müzikaline dayanıyor.

Koskocaaaa Broadway'lerden, dünyanın öte ucundan, Londra'nın güneyindeki bir semtin mütevazi futbol takımına gönül vermiş insanlara nasıl mal olmuş peki bu şarkı? Cevap bence sözlerde yatıyor. Ukalalık olarak gözükmesin, İngilizce açısından yapılabilecek muhtemel karışıklıkları önlemek amacıyla yazıyorum bu satırları: Burada "bubble" denilen şey ilk aklımıza geldiği gibi "baloncuk" değil; en basit haliyle çevirdiğimizde "düş, hayal, rüya" gibi şeylere tekabül ediyor. West Ham United'ın kulüp profilini baz aldığımızda; çok köklü bir kulüp olmasına rağmen, şaşalı başarıların içerisinde yüzen ve sıkça onmilyon poundluk transferler yapan bazı İngiliz kulüpleri gibi değil de, Pete Dunham'ın da bahsettiği gibi daha bir "orta direk" profili içerisinde olduğu karşımıza çıkıyor.

Yani, az ama öz gelen kupalar, yıllar boyu "düşü kurulan başarılar" kıvamındadır West Ham United taraftarları için. Eh, şimdi bu profili bilmiyorken içinize sindirdiniz; veyahut biliyordunuz ve üzerinden geçtiniz. Şimdi bunun üzerine de şarkının sözlerinin tarafımca yapılmış ortalama mealini ekleyin:

Durmadan hayal kuruyorum,
Havada süzülen güzel hayaller..
Yükseklerde süzülüyorlar,
Neredeyse gökyüzüne ulaşıyorlar;
Ve ardından tıpkı rüyalarım gibi yok olup gidiyorlar..

Kader (Başarı) her daim saklanıp durur,
Her yerde arayıp durdum onu..
Durmadan hayal kuruyorum,
Havada süzülen güzel hayaller..

Yahu; kulüp yapısıyla bundan güzel bir oturmuşluk, durumu bundan güzel bir yansıtmalık, taraftar profiline bundan güzel bir duruma uygunluk olur mu; siz söyleyin bana?.. :) İşte bence bundandır ve biraz da Steve Harris hayranlığımızdır "Enflasyon düşer, West Ham düşmez" diyerek, Moda sokaklarında hafif çakırkeyif, kendi halimizde Pretty Bubbles mırıldanarak dolaşmamızın nedeni sayın Jack Rackham.. :) Şarkının durumu bundan ibaret. Kaldı ki başka sözleri de var onları da yazının sonuna ekleyeceğim.

Buradan gelelim bizim tribünlere.. Ben bu konuda ikinizin düşüncelerinin tam ortasındayım sanırım. Türkiye'deki tribünlerin tezahürat açısından West Ham'ınki kadar "soylu" sayılabilecek tarihleri olmasa da, Gülben Ergen'in yaza damgasını vuran şarkısına tribün kılıfı giydirilmesi gibi vakalar yaşansa da, durumumuzun o konuda pek de kötü olmadığını; hatta dünyada hiç bir ülkede olmadığı kadar çeşitliliğimizin olduğunu düşünüyorum. Yine laf Tribün dergisine geliyor.. Elimdeki sayılardan birinde; Galatasaray'ın Roma ile ASY'de oynadığı maç için İstanbul deplasmanına gelen Roma'nın Ultras, Boys vs. gruplarından toplam 150 kişinin bu tecrübelerini yazdığı bir makale var. Makalenin ana fikri şu: "Çok ülke tribünü gördük; ama Türkler 90 dakika bağırma konusunda kesinlikle rakipsizler.."

Bizim tribünlerimiz İngiltere kadar bilinçli değil, eyvallah. İngiltere tribünleri zaten Murat Murathanoğlu'nun deyimi ile "Olayı bilen seyirci"lerden oluşuyor ve nabza göre mükemmel şerbet veriyor. Bizdeki kadar kalabalık grupları olmasa da müthiş bir bütünlük içerisindeler. İngiltere'nin taşra, şehir her tarafında bu olay yayılmış durumda. Bizde ise hakikaten ne bağıran ne de nabza göre en ufak bir şerbet vermeyen rezil tribünler var. Ama iyi tribünler diyebileceğimiz yerler de, Joseph'in dediği gibi "ateşlilik" bakımından dünyada bence Arjantin ve Yunan tribünleri ile boy ölçüşecek seviyedeler. Ben hiç sanmıyorum ki dünyanın bir yerinde bizde olduğu kadar atışma yaşansın.. Biri bir beste yapar; ona karşılık yazılır. Karşılığa karşılık yazılır. Sonra karşılığın karşılığının karşılığı da çıkar.. :) Bunun gibi şeyler. Deplasmana gitme olayına ise hiç girmiyorum. Bu demiryolu (=uygarlık) ile, yani ülke alt yapısı ile orantılı bir şey. O konuda da çok daha fazla cefa çekiyoruz. Ama Bursa veya İzmir deplasmanlarına giderken (Bursa'ya 1, İzmir'e 2 defa gittim, çok değil) bizim yaşadığımız arabalı vapur ve arabalı vapur sırasında bekleme sefasını da onlar yaşayamaz işte, oh canıma değsin.

Yani bizim oralardan almamız gereken şeyler de var, onların bizim kadar iyi olmadığı yerler de var. Bunları "etliye sütlüye karışmayayım mentalitesinde liberal satırlar" olarak görmeyin lütfen. Samimi düşüncelerim. Ama umarım bu konu "Türkiye tribünlerini tartışma platformuna" dönmez, orada ben çekilirim. Onu günlük hayatımızda fazlasıyla yapıyoruz zaten. Sandalye ve klavyeye rağmen biraz uzattım sanırım. Sanki değineceğim bir iki şey daha vardı da unuttum gibi geliyor, bilemiyorum. Ha bu arada; "Aşığım aşık sana" ilk bakışta itici bir tezahürat gibi gözükse de, yerinde ve zamanında gayet güzel oluyor renkdaş.. :) Hele de KFY'nin bir maçın devre arasında hiç susmadan söylemesi. 5 saat mesafedeyiz; gel hem salonlarda hem de statlarda misafirimiz ol.

Buyrun bunlar da şarkının tam sözleri:

I'm dreaming dreams,
I'm scheming schemes, I'm building castles high.
They're born anew, their days are few,
Just like a sweet butterfly.
And as the daylight is dawning,
They come again in the morning!

I'm forever blowing bubbles,
Pretty bubbles in the air,
They fly so high,
Nearly reach the sky,
Then like my dreams
They fade and die.
Fortune's always hiding,
I've looked everywhere,
I'm forever blowing bubbles,
Pretty bubbles in the air.
When shadows creep,
When I'm asleep,
To lands of hope I stray!

Then at daybreak,
When I awake,
My bluebird flutters away..
"Happiness, you seem so near me,
Happiness, come forth and cheer me!"

I'm forever blowing bubbles,
Pretty bubbles in the air,
They fly so high,
Nearly reach the sky,
Then like my dreams
They fade and die.
Fortune's always hiding,
I've looked everywhere,
I'm forever blowing bubbles,
Pretty bubbles in the air.
 
Ingiliz tribun kulturu bilmem kac yil geriye gitmekte ve Turkiye ile karsilastirmak biraz sacma olmaz mi? Ya da yani Turkiye`den de ayni seyi beklemek. Adamlarin uzun surelerdir oturmus kulturleri bir baska. Mac öncesi bir pubta bulusulur, 4-5 bira icilir, biraz bilardo oynanir ve stada yol alinir. Turkiye`yi de o kadar harcamamak lazim bence. Italyanlardan, Almanlar, ISVECLILERDEN! cok daha saglam bir tribunumuz var. Burda bir ingiliz derbisi, Ispanya`da El Classico`yu ve bir Istanbul derbisi izlemeden ölme derler :) Ha tabi cok sarkilari uyarlanir normal tezahurata ama yine de pek haklarini yememek lazim :)
 
Bence onu yazma. Filmi izlemeden başlığa girenler var. Biraz dikkat.

Çerez niyetine olduğuna da hiç katılmıyorum. Rahatlıkla hayatımda izlerken en çok keyif aldığım filmlerden biri diyebilirim.
 
Cantstandya demiş ki:
Bence onu yazma. Filmi izlemeden başlığa girenler var. Biraz dikkat.

Çerez niyetine olduğuna da hiç katılmıyorum. Rahatlıkla hayatımda izlerken en çok keyif aldığım filmlerden biri diyebilirim.
her gün 3 veya 4 film izlediğim için çerez gibi geldi bana valla. adından söz ettirecek o kadar büyük bir fim olmadığı için yazdım o lafı.
 
Bazı filmler vardır, bağırırlar "Aman abi bana dublaj filan çakma sakın, en kötü altıma bir alt yazı tıkıştır öyle izlettir millete" diye. Bu filmlerin başını da GSH çekiyordur sanırım, geçen hafta Türkçe şeklinde yayınlanma vakası bunu bize gösterdi. Kardeşim, sabit bir kanal politikan olabilir ama böyle bir film için onu bir kereliğine delip alt yazı koyabilirsin oraya, koymalısın; sonra ne sen rezil olursun, ne de dublajı yapanlar. Stüdyoda sesleri kayıt ederlerken suratlarındaki sıkıntılı ifadeleri görür gibi olmuştur sanırım herkes. Bu filmi ilk olarak şu halde izleyenler de bir bok anlamamışlardır, "Bu dingiller bu filmi mi övdü la bu kadar" demişlerdir. Haklılar vallahi.

"Haydi bastır West Ham, ölümüne West Ham" nedir yahu? Sonuna da ekleseydiniz bari, "West Ham taraftarı çok cefakârdır, yönetim deplasmana otobüs kaldır" diye. Tek kelimeyle rezalet. "Balonlar, balonlaaar" kısmı da ayrı bir rezalet. Olayı böyle itin götüne sokmaya ne gerek var arkadaş, 2 saat alt yazılı olarak yayınla ve bitsin. Bazı şeyler olduğu haliyle güzeldir, sonradan dokununca bozulurlar. "Balonlar, balonlaaar" kısmı bana rahmetli Kemal Sunal'ın Hababam Sınıfı'ndaki "Laleleeer, laleler, laleler" repliğini hatırlattı. Yani ancak bu kadar olur. Ben burada dublajı yapanları suçlamıyorum. Onlar sonuçta seslendirmelerini yapıp paralarını alıyorlar, işlerini yapıyorlar. Ama şu filme şu seslendirmeleri uygun görenler var ya, hah işte onları Ahmet Çakar ile Hıncal Uluç'a havale etmek lazım.

Hit the wall, hit the wall
Hit the wall, hit the wall
We're the Milwall haters
We hate Milwall, we hate Milwall!

Kısmını nasıl çevirdiler, onu düşünüyorum ben asıl. Filme 15 dakika katlanabildim haliyle, az bir kısmını seyredebildim.
 
Bu filme olan sevgim ve saygımdan dolayı, devam filmi niteliğinde çekilen fakat kesinlikle bunu hak etmenin yakınından bile geçemeyecek olan ikinci film için ayrı bir başlık açmak yerine, burada iki satır karalamak ve siz GSH dostları ve forumdaşlarımı bu saçmalığa karşı -henüz tatmamış olan şanslı kitlenin içinde yer alıyorsanız- bulunduğum şu yıkılmış ve sinirlenmiş ruh hali içine girmeyesiniz diye uyarmak istiyorum.

Ya arkadaş, bir film yapıldı ve tuttu, tutmasını geçtim hakikaten harika bir film, eyvallah. Konusu da temelini dünyanın en popüler sporundan alıyor ve buna güvenerek ikincisini çekmeye niyetleniyorsun. Esasında ellemesen daha iyiydi ama buna da eyvallah. Ama böyle bir saçmalık olabilir mi... Bir kaç ay önce bir arkadaşım değinmişti de inanmamıştım, yine vardır seyretmeye değer bir şeyler demiştim; ama az bile kötülemiş anlatırken. Hani bir film kötü olabilir, tamam, ama bizi bu kadar etkileyen ve sevdiğimiz bir filmin devamı böyle aptalca olunca insan sinirleniyor, üzülüyor, küfrediyor, yüreği dağlanıyor.

Senaristle yönetmen bu ikinci filmde farklı. Yani tamam da, ulan iş bitince hiç mi bakmaz insan, hiç mi kıyaslamaz ötekiyle, hiç mi sormaz kendi kendine "Biz nasıl bir şey yaptık? Acaba iyi mi oldu yoksa kötü mü oldu?" diye... Ortada öyle bir rezalet var ki, zevklerin ve renklerin farklılığı olsun - beğenilerin öznelliği olsun hepsini bir kenara itmemi sağlıyor. Bu film beğenilemez abi. 10000 BC filmi için IMDB.com'da yazılan yorumların içinde,

"IMDB.com'un büyük bir takipçisiyim ama bu güne kadar zahmet edip de bir yorum yazmamıştım. Diğer insanların yorumlarını okumak benim için daha cazip ve eğlenceli. Ama bu akşam... Bu alışkanlığımdan kurtulup bu filmin ne kadar berbat olduğunu yazmalıydım. Adeta dünyaya bir nedenden ötürü yollandığımı düşündüm. İnsanlık tarihi içerisinde yer alacak rolümü kavradığımı hissettim: İnsanları bu saçma şeyi izlememeleri için uyarmak."


(Author: HurrotHall from Canada, 7 March 2008)

şeklinde bir paragrafa sahip olan bir yazı görmüştüm. Bu paragrafı aynen Green Street Hooligans 2 için kullanmak istiyorum. Ben merakımı yenemedim ve seyrettim. Eğer sizler merakınızı yenmeyi başarırsanız uzak durun, benim yaşadığım sinir-üzüntü-yıkılmışlık üçgeni içerisine adım atmayın. Güzelim filmin devamını sadece kas gösterisi ve dört duvar arası içerisindeki it dalaşına çeviren bu yönetmen ve senaristin diş macunlarını ortasından sıkın.

Uzun lafın kısası; Green Street Hooligans 2 diye resmen Oz dizisinin devam bölümü çekilmiş, yazıklar olsun!
 
Geri
Üst