Evren sonlu mu,sonsuz mu?

PeacefulDemon demiş ki:
Aslında genişlemesi demek zaten sonsuz oluşudur demek bir nevi, evrenin genişlemesi gibi ultra hızlı bir olaydan daha hızlı giden bir aracımız yok dolayısıyla hiç bir zaman evrenin sonuna ulaşamayız, ki ayrıca evrenin sonu olmadığı için bu oldukça büyük bir sorun teşkil eder...

Koyuyla çizdiğim ifadeni pek anlayamadım.Biraz açarmısın.
 
2006yılında doğuş üniversitesinden bir seminer başlığı :)
sabancı üniden gelen prof hocamın o günkü güzel anlatımından sonra sonsuz oldğu kabul görülmiştür..lakin tezlerini şimdi bu saatte ortaya koyamayacağım ...
 
Evrenin Doğuşu, Yaşı ve Geleceği

İsviçre - Basel Astronomi Başkanı, Prof. Dr. G. A. Tammann'a göre, "bilimsel araştırma, yaşamımızı ve içinde yaşadığımız evrenin tasvirini değiştirmiş ve ortaya çıkan bu tasvir de düşüncemize kuvvetli bir etki yapmıştır. İşte, bilim bu yolda kültürümüzün çok önemli bir parçasını oluşturmaktadır".

Bilimler, bu yüzyıl süresince, Dünya'ya bakışımızı temelde değiştirmişlerdir. Teknolojiyi, tıbbı, uygarlığı ve belkide en önemlisi insanın düşünmesini etkileyerek kültürel bir devrim yaratmışlardır.

1930'lu yıllara kadar bir sır olarak kalmış olan yaşamın kökenini oluşturan Güneş'in enerji kaynağını ortaya çıkarmayı başaran insanoğlu, Dünya üzerinde etkinliklere ve olaylara çabucak katılabilecek şekilde bir haberleşme ve ulaşım ağını oluşturabildi. Dünya'nın çekim ivmesinden kurtulmayı başararak, Dünya'nın yuvarlak olduğunu anladı. Ay'a adım attı ve gezegenlere uzay araçları gönderdi. Bu şekilde gelişen akılcı düşünme utkusu, batı Avrupa'ya eşi görülmemiş 50 yıllık bir barış getirdi.

Binlerce yıldır, insan yaşamı 40 yıllık aralıklar ile açlık ve donma tehlikesi geçirmiştir. Bilim bu süreyi iki katına çıkartabilmiş ve bugün Bilim, insanoğlu için ağrısız, rahat ve keyif verici bir yaşam sunma çabasındadır. Yüzyılın başında, Bilim Dünya'yı değiştirmiş, yüzyılın sonunda da insanoğlu, kendisini bilimler ile değişen bir Dünya'da bulmuştur. Sadece Dünya değişmedi aynı zamanda insanoğlunun kendisi de değişti ve Dünya sadece fiziksel bir boyutta kaldı.

Bu köklü değişime, matematiksel bir mantık ve sade bir hayal gücünün baskın olduğu zahmetli bir yöntem ile adım adım geliştiğine inanılan bilimler sayesinde ulaşılması şaşırtıcı görülebilir.

Tüm bilimler çok ufak adımlar içerisinde ilerlerken, bu alanda ara sıra birdenbire anlamlı sıçramalar olmaktadır. Sonuçta, daha geniş bir bakış açısı elde ediliyor ve yeni bir paradigma doğuyor. Bunlar da anlayışımızı, düşüncemizi ve kültürümüzü etkileyen büyük keşifler oluyorlar. Buna birkaç örnek, Astronomi alanında aşağıda verilecektir. Verilecek bu örneklerin hepsi de, bilimadamının bu dev mozaiğin (evrenin) görünüşünü ve hatlarını birdenbire nasıl açığa vurduğunu göstermektedir.

Genişleyen Evren

1912 yılında, Vesto. M. Slipher, sarmal bir bulutsu (şimdi gökada olarak adlandırılmaktadır) olarak adlandırılan gökcisimlerinin ilk tayflarını elde etti. Bu iş, o zamanlar küçük teleskoplar ve iyi olmayan emülsiyonlar ile yapıldığından, yorucu bir işlevdi. Slipher spektrel çizgilerin kırmızıya doğru kaydığını (Şekil 1) ve cisimlerin bizden uzaklaştığını gözleyerek, bu uzaklaşmanın Gökadamızda bilinen herhangi bir yıldızdan çok daha hızlı bir şekilde olduğu sonucunu çıkardı.
evren.1.jpg

Şekil 1. Resimde 16 gökadaya ait tayflar görülüyor. Bunlar, mükemmel bir şekilde dizilmişler ve Dünya'nın atmosferinin neden olduğu çizgilerden ayırt edilebilmektedirler. Farklı kimyasal elementlerden kaynaklanan gökada çizgileri, tedrici bir şekilde kırmızıya kayıyor. Bu kırmızıya kayma, ışığın dalgaboyunu daha uzun dalgaboylarına doğru uzatır ve uzayın genişlemesine neden olur. Buradaki farklı kırmızıya kaymalar, 3,000 - 16,000 km/sn lik uzaklaşma hızlarına karşılık gelir.
Büyük uzaklaşma hızları, pek çok Astronomun çözmeye çalıştığı bir bulmaca haline gelmiştir. Sonunda Edwin Hubble, 1925 yılında, "Nebulaların (bulutsuların)" yüzmilyonlarca yıldız içeren gökadalar olduğunu anladıktan sonra, 1929 yılında tüm gökadaların bizden uzaklaşmadığını, aynı zamanda bu uzaklaşma hızlarının uzaklıkları ile de orantılı olduğunun farkına vardı (Şekil2).
evren.2.jpg

Şekil 2. Evrenin doğrusal (lineer) olarak genişlediğinin bir gösterimi. Sol taraftaki şekilde, 60 watt lık bir ampulün uzaklık arttıkça sönükleştiği görülmektedir. Sağ taraftaki şekilde ise, gökadaların sönükleştikçe uzaklaşma hızlarının arttığı görülmektedir. Gökada kümelerindeki parlak galaksilere iyi birer standart mum gözü ile bakılırsa, mumu uzağa götürdüğümüzde sönükleşmesi gibi, gökadalar da sönükleştikçe, daha uzakta olmalıdır.
Şekil 3 teki, üzümlü bir kek örneğinde görüldüğü gibi, kek içerisindeki tüm üzümler ilk konumda olduklarından hızlı bir şekilde birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Hubble, tüm evrenin üzümlü kek örneğinde olduğu gibi, genişlediği ve evrenin başlangıçta çok ufak olması gerektiği sonucuna vardı. Evrenin bir başlangıcı vardı. Bu başlangıç bugün Büyük Patlama olarak biliniyor.
evren.3.jpg

Şekil 3. Evrenin genişlemesi için bir üzümlü kek modeli. Kekin boyutu arttıkça, üzümler arasındaki mesafeler daha da büyümeye başlar. Birbirlerine yakın üzümler küçük miktarlar kadar uzaklaşırlar, uzak üzümler büyük miktarlar kadar birbirlerinde ayrılırlar. Görünüş, tüm üzümler için aynıdır.


Son 70 yıl içerisinde, büyük patlama fiziksel bir gerçek olmaya başladı. En uzak gökadalar hemen hemen ışığın hızına yakın kırmızıya kaymalara sahiptirler. Birbirlerinden bağımsız olarak yapılan gözlemler, şüphenin ötesine giderek genç evrenin küçük, son derece yoğun ve çok sıcak olduğunu kanıtlamaktadır.

Evrenin genişlemesi, onun yaşını belirleme konusunda bize basit bir araç sağlamaktadır. Çok erken zamanlarda, tüm gökadalar (veya oluştukları madde ve enerji) tek bir yerde sıkışmıştı. Genişleme başladığı zaman bazı bölgeler yavaş bir şekilde uzağa taşındılar ve bugünkü komşularımızı oluşturdular. Diğer bölgeler, yüksek hızlar ile taşınarak, ufuk sınırlarımız içerisinde yer aldılar. Bu yapıların hepsi de, aynı seyahat zamanına bir başka ifade ile evrenin yaşına sahip oldular. Bu durumda, teknik olarak pek te kolay olmayan yöntemlerle bir gökadaya veya pek çok gökadaya olan uzaklık belirlenebilir. Belirlenen bu uzaklık, uzaklaşma hızına bölünürse, elde edilen sonuç evrenin genişleme yaşını verir.

Ölçülen kırmızıya kaymalar, uzaklaşma hızları ve en iyi uzaklık tespitleri, bize 14 (± 2) Gigayıl (1 Gigayıl = 1 milyar yıl) bir genişleme yaşı veriyor. Bu zamanın uzun olduğu görülebilir. Yaşamın 3 Gigayıl önce başladığı Dünya üzerindeki en yaşlı kayaların hemen hemen 4 Gigayıl bir yaşa sahip olduğu ve Gökadamızdaki en yaşlı yıldızların 12 Gigayıl önce oluştuğu gözönüne alındığında, evrenin genç olduğu anlaşılır.
Genişleyen evren fikri, düşüncemizi bazı bakımlardan gözden geçirme imkanı vermektedir. Örneğin tüm gökadaların bizden uzaklaşması gerçeği, büyük patlamanın bulunduğumuz yerde meydana geldiği konusunda yanılmamıza neden olur. Gerçekte, herhangi bir gökada, veya üzümlü kek örneğindeki herhangi bir üzüm, tüm diğer gökadaları (üzümleri), kendisinden uzaklaşmakta olduğunu görürür. Evrende tercih edilen mutlak bir nokta yoktur. Düşüncemiz yersiz bir şekilde ben merkezlidir. Evrenin sınırı konusunda biraz düşünürsek uzayda gökadaların seyahat etmediğinin farkına varabiliriz. Gerçekte uzay genişlemekte ve gökadaları yolu boyunca taşımaktadır. Bu, Einstein'e göre de en mantıklı bir açıklamadır. Üzümlü kek örneğinde olduğu gibi, üzümler birbirlerine göre hareket etmiyorlar, hamur genişliyor ve sonuçta üzümler arasındaki mesafeler artıyor.
Evrenin Evrimi

Yüzyıl önce, yaratılışçılar ile Evrimciler arasında acı sonuçlar veren bir tartışma vardı. Tanrı mı bugün gördüğümüz Dünya'yı yarattı? Çok büyük düzensiz yapılar yeşil çayırların ortasına Tanrı tarafından mı yerleştirildi ? Yoksa oralara buz ile mi taşındılar. Fosiller yaşamın evrimine ipuçları verebilirler mi? ya da Tanrı fosilleri içeren kayaları mı yarattı? Bu sorulara evrimciler doğru yanıtlar verebildikleri halde, yaratılışçılar evrimin nerede başladığı sorusunu bir türlü yanıtlayamadılar.

Evrenin başlangıç noktası, büyük patlamanın keşfi ile açıklık kazanmaya başladı. Başlangıçta, büyük patlamadan bir saniye sonra, düşünülemeyecek kadar küçük kesirde, evren ölçülemeyecek kadar sıcaktı ve hiç bir şey içermiyordu. Bununla birlikte, enerji çok miktarda yoğunlaşmıştı. Evren genişledikçe ve soğudukça, enerji maddeye dönüştü. Evren 1/10,000 saniye bir yaş değerinde olduğu zaman, eksotik ve kısa ömürlü partiküller, protonlara ve nötronlara, yani bugün bildiğimiz maddeye dönüştü. Bu zaman ölçeğinde, sıcaklık 1012 oC mertebelerine düştü. Yoğunluk ise, dikiş yüksüğü başına 1,000 milyon ton değerine azalmıştı.

Böyle bir süreçte maddenin yaratılışı pek te önemli bir şey olarak görünmeyebilir. Madde, enerjiden itibaren CERN'deki gibi büyük parçacık hızlandırıcılarında üretililirse, eşit miktarda madde ve antimadde üretilir. Ne var ki, bu iki nicelik tekrar enerji oluşturmadan birbirlerini yok ederler. Bu yüzden, evren bugüne kadar süre gelen maddeyi yaratmış olamaz. Maddenin antimadde üzerinde çok küçük dengesizce bir tercihi vardır. Maddenin büyük bir çoğunluğu yok olmuştur. Sadece, çok küçük miktarda madde ayakta kalmış olup, bugün gözlediğimiz olan da bu kalan maddedir. Madde ve antimadde arasındaki dengesizlik, simetri kırılması olarak adlandırılır. Simetri kırılması tam olarak anlaşılmamakla beraber, varlığımız için önemli bir olgudur.

Büyük Patlamadan yüz saniye sonra, sıcaklık 100 milyon dereceye düştüğünde, ilk kez protonlar ve nötronlar en basit elementler olan döteryumun, helyumun ve lityumun izlerini (izotoplarını) oluşturmak için bir araya gelebildiler. Teori, tüm maddenin % 24 ünün helyum içerisine dönüştüğünü öngörmektedir ve bu, büyük patlama teorisi için bir zaferdir. Çünkü bu miktarda helyumdan daha az bir miktar, Gökadamız veya diğer gökadalardaki bir gaz bulutunda bulunamamıştır. Ayrıca döteryum ve lityumun gözlenen bollukları, teori ile çok iyi bir şekilde uyuşmaktadır. Bu gaz bulutlarının kimyasal bileşimi, bunların az da olsa kimyasal bir karışıma uğramadıklarını, bugün bile başlangıçtaki (ilkel) bileşimi yansıttıklarını bize söylemektedir. Kozmolojide hafif elementlerin bollukları, ilk kez Bern üniversitesinde ortaya çıkarılmış olup, bugün halen Bern'deki ISSI'de (Uluslararası Uzay Bilim Enstitüsü) önemli bir araştırma konusu oluşturmaktadır.

Hafif elementlerin "ilkel çekirdek sentezi", bir soruyu ortaya çıkarıyor. Neden tüm madde helyum içerisine dönüşmedi? Eğer tüm madde helyuma dönüşse idi, daha sonra oluşan yıldızlar (içerisinde hidrojeni helyuma dönüştürdüklerinden dolayı parıldarlar) daki tüm yakıt, başlangıçta biteceğinden, gökyüzü karanlık kalır ve yaşam olanaksız hale gelirdi. Hidrojenin çoğunun ayakta kalmasının nedeni, nötronun protondan % 14 kadar daha kütleli olmasıdır. Böylelikle, bir nötron yaratmak için daha çok enerji gerekir. Halbuki, çok az sayıda veya tükendiklerinden dolayı, helyum üretimi durmuştur. Yaşamın, bir kez daha ince bir tehdit üzerinde asılı kaldığını anlıyoruz. Bu tehdit, nötron ve proton arasındaki küçük kütle farkıdır.

İlk aşamalarında evrenin, çok basit ve termodinamik dengede olduğu söyleniyor. Bu şu anlama geliyor, evren her yerde aynı idi. Bugün genişleyen evrenin soğuduğunu ve seyreldiğini ifade ediyoruz. Bugüne kadar da bunun tersi olmadı.

evren.4.jpg

Şekil 5. Gökadamızdaki çok büyük Lagoon Bulutsusunun bir parçası. Sağ alt taraftaki parlak sıcak yıldız, farklı dalgaboylarında ışınımda bulunan sülfür, oksijen ve hidrojen atomlarını iyonlaştırır ve uyarır. Isıtılan gaz bir türbülans oluştururarak, moleküler gaz ve tozdan ibaret bulutta yıldız oluşumunu başlatır. Bu resimdeki bulutsu, yeni doğan yıldızların barındığı yerdir.

Ters olan şey, evrenin yapıları oluşturmasıdır. Tesadüfen diğerlerinden çok daha fazla madde içeren bölgeler oluştu. Bu yoğun bölgelerde, çekim genişlemeyi bölgesel olarak yavaşlattı ve hatta genişlemeyi büzülmeye doğru yöneltti. Hidrojen ve helyumdan ibaret dev, büzülen bulutlar oluştu ve bunlar daha küçük büzülen bulutlar içerisine parçalandı. Bu parçalar daha sonraları bugün gördüğümüz gökadalara doğru evrimleştiler (Şekil 6). Gökadalar büzülmeleri süresince döndüler ve dönmeleri, bunları daha fazla miktarda çökmelerine engel oluşturdu.
evren.5.jpg

Şekil 6. Evrendeki yapı oluşumu, güzel görünümlü sarmal NGC 1232 gökadası gibi gökadaları oluşturmuştur. Bizim gökadamız Samanyolu, dışardan bakıldığında, NGC 1232 gökadasını andırmaktadır.

Bununla beraber, binlerce güneş kütlelerine sahip tek tek bulut etkileşmeleri büzülmeye devam edebildi ve yıldızları oluşturabildi. Yıldızların oluşumu, gökadalarda devam etmekte olan bir süreçtir. Bu süreçte, gaz tamamen kullanılıncaya kadar yeni yıldızlar sürekli olarak doğmakta, yaşlanmakta ve ölmektedirler. Gökadaların bazıları gaz depolarını tamamen tükettiler. Bizim Gökadamızda ise, uzun zamandır yıldızlar oluşmakta ve bu süreç devam etmektedir.

Büzülen bir yıldızın içerisi, sıcaklık bir kaç milyon dereceye ulaştığında ısınır. Bu anda, bir hidrojen bombası ateşlenir ve hidrojen, helyuma dönüşür. Bu işlevin sonucunda, büyük miktarda bir enerji salıverilir. Bu enerji yıldızın daha fazla büzülmesini engeller ve yıldızın parlamasına olanak sağlar. Böyle bir durumda Güneş'teki bu enerji, tüm yaşamın temelini oluşturur.

Küçük kütleli yıldızlar, tüm hidrojenlerini helyuma dönüştürdüklerinde, "Beyaz Cüce"ler olarak ölürler (Şekil 7). Daha büyük kütleli yıldızlar, helyumu, karbon, oksijen ve demire doğru daha kompleks elementlere yakarlar. Daha ağır elementlerin üretimi ile enerji salıverilmez, daha ziyade enerji gerekir. Bu enerji, büyük kütleli yıldızlar dev bir süpernova patlaması ile öldükleri zaman ortaya çıkar (Şekil 8). Bir astronom, parmağımızdaki altının bir süpernova patlaması ile üretildiğini söylediğinde bu bize şaşırtıcı gelebilir.

evren.6.jpg

Şekil 7. Lyra takım yıldızındaki Gezegenimsi bulutsu. Merkezdeki sönük yıldız, yıldızın yaşamı boyunca oluşan kimyasal elementler ile zenginleşmiş olan dış zarfını kaybetmiştir. Merkezdeki yıldız, 120,000 derece bir yüzey sıcaklığa sahip olup, arta kalan bir çekirdektir. Ve beyaz cüceye doğru evrimleşecektir
evren.7.jpg

Şekil 8. Büyük Macellan Bulutundaki 1987A süpernovanın bir kalıntısı. Patlamadan yedi yıl sonra Hubble Uzay Teleskobu ile alınmıştır. Oluşan ağır elementlerin büyük bir miktarı gökadamız Samanyoluna ait yıldızlararası gaz içerisine atılmıştır.
Evet, evrendeki özelde Dünya üzerindeki tüm kimyasal elementler yıldızlarda üretilmiştir. Yıldızlar öldükleri zaman, kütlelerinin bir kısmını Gezegenimsi Nebula (bulutsu) olarak sakin bir şekilde veya bir süpernova olarak, patlamalı bir şekilde uzaya atarlar.

Böyle bir süreçte kimyasal olarak işlenmiş materyal, yıldızlararası ortama geri döner. Yeni oluşan yıldızlara bu şekilde, karbon, oksijen ve demir gibi elementler bulaşırlar. Güneş sistemimiz 4.6 Gigayıl önce oluştuğu zaman, 92 elementin hepsi zaten mevcut idi (Şekil 9). Başka bir ifade ile, büyük kütleli kimyasal olarak ürün veren yıldızlar kısa ömürlü oldukları için, elementlerin çoğunluğu, Güneş sisteminin kendisi yıldızlararası gazdan itibaren oluşmadan uzun süre önce orada bulunmakta idi. Dünya üzerindeki kimyasal değişkenliğin olmasının nedeni de, önceki yıldız nesillerinin ilkel hidrojen ve helyum dışında tüm elementleri oluşturmasından dolayıdır. Bu durumda şunu söyleyebiliriz: biz insanlar, yıldızlararası maddeden oluşmaktayız
evren.8.jpg

Şekil 9. Gökadamız Samanyolunda, zamanın fonksiyonu olarak yıldız oluşum hızı. Yıldızların çoğunluğu Büyük Patlamadan 3 Gigayıl sonra oluştular. Dünyamızın da yer aldığı Güneş sistemimiz, yaklaşık 5.4 Gigayıl sonra oluştuğu zaman 92 elementin hepsi de yıldızların içerisinde üretilip, yıldızlararası ortama atıldılar. Bu, Dünya'nın işlenmiş materyal bakımından nispeten zengin olmasının nedenini açıklamaktadır.

Bu öykünün en karışık tarafı, yapıların (gökadaların ve yıldızların) oluşumunun bu kadar hızlı sürmesidir. Gökadamızdaki en yaşlı yıldızlar 12 Gigayıl yaşındadır. Bir başka ifade ile, büyük patlamadan 2 Gigayıl sonra oluştular. Tüm maddenin yarısının protonlar ve nötronlar halinde olmayıp, "eksotik" halde oldukları kabul edilmedikçe, bilgisayar modelleri bu kadar kısa aralıklarda yapıları oluşturmakta başarısız kalır.

Karanlık madde olarak adlandırılan bu yapılar, bilinmeyen özelliklere sahip parçacıklardan ibarettir. Ne var ki, karanlık madde, yapı oluşumunu açıklamada kaçınılmaz olarak gereklidir. Bu anlaşılması zor madde biçimini tespit etmek için, bugünlerde büyük çabalar harcanmaktadır. Bununla birlikte, hayal edebildiğimiz evrende, karanlık madde dışında bilemediğimiz daha başka şeyler olabilir
 
Şahsi düşüncem evren genişlemiyo.Bi kere nereye genişlicek.Evren zaten boşluk.Peki evrenin genişlediği yer nere yine boşluk olmak zorunda.Ee o zaman boşluk boşluğa doğru nası genişlicek.Bana pek mantıklı gelmiyor açıkcası.
Saygılar...
 
Char-BooRacK demiş ki:
Şahsi düşüncem evren genişlemiyo.Bi kere nereye genişlicek.Evren zaten boşluk.Peki evrenin genişlediği yer nere yine boşluk olmak zorunda.Ee o zaman boşluk boşluğa doğru nası genişlicek.Bana pek mantıklı gelmiyor açıkcası.
Saygılar...

üzümlü kek örneğinde mantığı açıklanmış yukardaki postlara bakarsan. evrendeki gezegenlerin galaksilerin birbirinden uzaklaşıyo olduğu birgerçek. bence bu bi genişlemeyi gösterir
 
Bu kadar zorlamaya gerek yok bence. Bu evrenin bir başlangıç anı illa ki var. Başlayan birşeyin de illa ki bir sınırı vardı, mesela bir mikron kere mikron karelik bir alanla başlamış olsa dahi o cismin bir alanı var demektir. Bu alanı 155 milyar yıl önce ışık hızıyla veya daha hızlı genişlemeye başladığını varsayalım. O sınırlı alan bizden 155 milyar ışıkyılı uzakta bile olsa, biz oraya asla gidemeyecek bile olsak, orada bir sınır var demektir. Başlayan birşeyin sonu da vardır. İnsan aklımız almıyor diye o orada değil demek değildir. 50 yıl önce de aklımızın almadığı şeyleri şu anda elimizde cebimizde arabada şurada burada kullanıyoruz ve hiç şaşırmıyoruz.

Evrenin sonu vardır. Nitekim evrenler varmış diyorlar. Bence mümkün.
 
Atalay demiş ki:
Bu kadar zorlamaya gerek yok bence. Bu evrenin bir başlangıç anı illa ki var. Başlayan birşeyin de illa ki bir sınırı vardı, mesela bir mikron kere mikron karelik bir alanla başlamış olsa dahi o cismin bir alanı var demektir. Bu alanı 155 milyar yıl önce ışık hızıyla veya daha hızlı genişlemeye başladığını varsayalım. O sınırlı alan bizden 155 milyar ışıkyılı uzakta bile olsa, biz oraya asla gidemeyecek bile olsak, orada bir sınır var demektir. Başlayan birşeyin sonu da vardır. İnsan aklımız almıyor diye o orada değil demek değildir. 50 yıl önce de aklımızın almadığı şeyleri şu anda elimizde cebimizde arabada şurada burada kullanıyoruz ve hiç şaşırmıyoruz.

Evrenin sonu vardır. Nitekim evrenler varmış diyorlar. Bence mümkün.

Evrenin sonu vardır demek o kadar kolay değil Atalay

Big Bang teorisi adı üzerinde bir "teori" dir.Bilimsel veriler patlamanın olduğunu destekler yönde elbette ama Big Bang teorisiyle açıklanamayan olaylarda mevcut.

Evrenin genişlediğini bizlere açıklayan en önemli bulgu Doppler etkisidir.

En kaba ve yüzeysel bir açıklama ile şu örneği verebilirim.
Bir ses kaynağı düşünün..Kaynaktan çıkan ses dalgaları odaktan dairesel halkalar şeklinde yayılacaktır.(Durgun suya atılan bir taşla oluşan dalgaların biçimi gibi) Eğer kaynak sabitse dalgalar düzenli olacaktır.Yani her dalga dairesi,merkez olarak kaynağın odağını gösterecektir.
Ancak kaynak hareketli ise dalga daireleri arasındaki mesafe (dalga boyu) hareket yönünde(kaynağın önünde) kısa, zıt yönde (kaynağın arkasında) genişleyecektir.
Aşağıdaki şekli örnek verdim.
200px-Doppler_effect.jpg


İşte ışık kaynağı içinde durum aynıdır.En azından aynı olduğu düşünülüyor.

Eğer bir ışık kaynağı sizden uzaklaşıyorsa,siz ışığın genişleyen dalga boyları size ulaşır.Işık kaynağı size doğru hareket ediyorsa ışığın kısalan dalga boyları ulaşır.

Bilgi ise şu.
Kırmızı ışık dalga boyları geniş,mavi ışık dalga boyları kısadır.Aslında tam ters bir ifadeyle dalga boyu geniş olan ışık kırmızı,kısa olan ise mavi görünür.

Evrende etrafımıza baktığımızda bir kaç galaksi hariç diğer gök cisimlerinin kırmızı göründüğü tespit edilmiştir.Bu ise o gök cisimlerinin bizden uzaklaştığı anlamına gelir.
Bu uzaklaşma evrenin genişlediği biçiminde yorumlanmıştır.
Bu olay genişlemeyi destekleyen fiziksel olaylardan sadece birisidir.
 
Tez:
Evren, ben onu algıladığım sürece vardır. Yani ben varsam vardır, yoksam yoktur. Kısacası ben ölümlüysem (sonluysam) evren de benimle birlikte son bulacaktır. Yani sonludur.

Soru:
Okyanusun ortasında henüz hiçbir insanın keşfetmediği bir adadaki ormanda herhangi bir ağaç kırılıp yıkıldığında ses çıkar mı? Çıkarsa duyulur mu? Duyacak insan yoksa ses diye bir kavram var mıdır, yok mudur?
 
Bana kalırsa bu tür sorular ve cevapları insanların anlama yetisiyle ilgili. Nasıl bir karıncaya üzerinde yürüdüğü televizyonun ne olduğunu , çalışma mantığını , ne işe yaradığı anlatılamaz ise insanoğlunun da böyle sınırları olduğunu düşünüyorum. Tabi bu sınır sabit değil. İnsanlık , teknoloji geliştikçe bu sınır da genişliyor. Durmadan bir şeylerin farkına varma konumundayız. Bu tür soruların çözümünün şu anki algımız dışında olduğunu düşünüyorum. Nasıl sıcak , soğuk , yükseklik , alçaklık gibi kavramları algılayabiliyor fakat kızılötesi ışınları göremiyorsak evreni anlamada bu tarz bir yetersizliğimiz olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen bazı şeylerin zamanla oturacağı , gelişeceği hatta anlaşılacağı konusunda inancım var. Biz görür müyüz , hiç sanmam. Fakat meraklı , sorgulayan insanlar sayesinde insanoğlu devamlı bir şeyler keşfedecektir.
 
Dışa doğru genişleyen simit modeline göre uzay sonludur ama bizim için sınırsızdır. Dışarıdan bakacak bir varlık bu simidi görür ancak içine hapsolmuş olan biz sürekli yüzeyinde koşturur dururuz. Sınırını bulamayız, genişleme ve entropi ile birlikte uzay değiştiği için sonunu da bulamayız, başladığımız noktaya geri de dönemeyiz.
 
Tez:
Evren, ben onu algıladığım sürece vardır. Yani ben varsam vardır, yoksam yoktur. Kısacası ben ölümlüysem (sonluysam) evren de benimle birlikte son bulacaktır. Yani sonludur.

Soru:
Okyanusun ortasında henüz hiçbir insanın keşfetmediği bir adadaki ormanda herhangi bir ağaç kırılıp yıkıldığında ses çıkar mı? Çıkarsa duyulur mu? Duyacak insan yoksa ses diye bir kavram var mıdır, yok mudur?
Tez ine katılıyorum, elbetteki evrende son bulacak olan birşey, bu hem uzay, hem fizik, hem din bilimleri vs. tarafından kabul gören birşey. Bütün yıldızlar doğuyor ve ölüyor vb.
 
Sadece şunu net biliyorum;Genişleme olayı,Bigbang (evrenin yaradılışını sağlayan büyük patlama) den bu yana yerçekiminin olmadığı ortamda patlamadan dolayı Herşeyin etrafa saçılırcasına dağılmasının devamı olduğu.Sonsuz olup olmadığını şuanda bilim bile net açıklamayamaz ama tahminleri bulunabilir ki tekrar ediyorum;dediğim gibi bunu şuanda kimse kanıtlayamaz.Çünkü bunu kanıtlayabilecek ekipmanlara insanoğlu sahip değil.
 
Sadece şunu net biliyorum;Genişleme olayı,Bigbang (evrenin yaradılışını sağlayan büyük patlama) den bu yana yerçekiminin olmadığı ortamda patlamadan dolayı Herşeyin etrafa saçılırcasına dağılmasının devamı olduğu.Sonsuz olup olmadığını şuanda bilim bile net açıklamayamaz ama tahminleri bulunabilir ki tekrar ediyorum;dediğim gibi bunu şuanda kimse kanıtlayamaz.Çünkü bunu kanıtlayabilecek ekipmanlara insanoğlu sahip değil.
Elbetteki kanıtlanamaz, biz daha Güneş sistemini bile tam bilmiyoruz. Bırak Samanyolu galaksisini ve diğer milyarlarca galaksiyi :)
Ama en basit tarifiyle bilimin yola çıkışı, daha küçük örnekleri baz almaktan geçiyor. Örneğin insanoğlu kendi yaşadığı ve yaşadığını bildiği canlıların ortamını ve yapısını inceleyerek şunu söylüyor. "Su olmadan hayat olmaz" bu nedenlede ulaşılabilen evrende (görsel yada fiziksel olarak ulaşmaktan bahsediyorum) su arıyoruz. Çünkü su varsa hayatta olabilir.
Evrenin sonu olup olmadığı gibi konularda da ulaşılabilen bilgiler baz alınıyor, yıldızların doğumu, patlaması, kara delikler vs. Eğer bu böyle böyleyse, evrenin sonuda ........ şeklinde olabilir gibi teoriler üretiliyor. Ama seninde dediğin gibi bunların hiçbiri %100 kanıt değil adı üstünde teori.
 
Şöyle düşünmek gerekir kanaatimce, Bigbang 13,5-15 milyar yıl aralığında bir zaman önce olduysa, madde de ışıktan daha hızlı yol alamıyorsa, yarı çapı 13,5-15 milyar ışık yılı olan bir küreden söz edebiliriz. Bu da yaklaşık 30 milyar ışık yılı bir çap vermektedir. Lakin bizden 20 milyar ışık yılı uzaklıkta, çevresi yıldız kümesi bakımından çok çok boş olan quasarlar keşfettik, yaydıkları enerji ve ışık gücü bakımından incelendiklerinde kütle olarak samanyolu gibi bir galaksinin kütlesinin milyonlarca katı kütleye sahip olmaları gerektiği de ortada. Bu da ayrı düşündürücü bir konu.
 
Tez:
Evren, ben onu algıladığım sürece vardır. Yani ben varsam vardır, yoksam yoktur. Kısacası ben ölümlüysem (sonluysam) evren de benimle birlikte son bulacaktır. Yani sonludur.

Soru:
Okyanusun ortasında henüz hiçbir insanın keşfetmediği bir adadaki ormanda herhangi bir ağaç kırılıp yıkıldığında ses çıkar mı? Çıkarsa duyulur mu? Duyacak insan yoksa ses diye bir kavram var mıdır, yok mudur?

Siz konuları karıştırmışsınız. Ölünce fikir, duygu, inanç gibi insanla beraber varolan "şeyler" son bulur ama madde; taş toprak varolmaya devam eder. Yani biz öldükten sonra da madde varolacak. Sadece onu algılacak algılarımız olmayacak. Siz ölünce evren de son bulsa toplu katliam olurdu herhalde.

Sorunuzun cevabı; ses mekanik bir dalga türü olduğu için yayılmak için bir ortama ihtiyaç duyar. Eğer adada hava varsa ve sürtünme varsa mutlaka ses çıkar. Eğer ortamda bu sesi duyabilecek bir cihaz, organ vb. birşey varsa ses duyulur. İlla insan olmasına veya canlı olmasına gerek yok. Havada oksijen olduğunu anlayacak hiçbir organımız olmamasına rağmen varolduğunu bilmemiz gibi birşey bu. Zaten bilim de buna deniyor.
 
Geri
Üst