Alamut

Umarım okumayanlar da merak edip okur.Kitaptan bazı bölümler:
edit:Felsefe konusuna açtığım için bu bölümleri yazıyorum sadece.Edebiyat bölümüne açsaydım kitap hakkında bilgi verirdim :)



“Bana sık sık gençliğinde başına gelen olaylardan sonra, artık bir şeye inanmanın pek mümkün olmadığını söylerdin. Ben de bilimle geçen uzun bir yaşamın sonunda, seninle aynı yargıya vardığımı söylemiştim. Şunu sormuştum sana: Prensip olarak ulaşılamaz olan hakikatin, gerçek de olmadığını kavrayan bir kimsenin neler yapmasına izin verilmiştir? Bana ne cevap verdiğini hala hatırlıyor musun?”

“Elbette İbn Sabbah: İnsanların mutluluk, aşk, sevinç olarak adlandırdıkları şeylerin hepsinin yanlış faraziyeler üzerine kurulu yanlış hesapların bir birikimi olduğunu keşfeden herkes, kalbinde sadece korkunç bir boşluk bulacaktır. Bu sersemlikten kurtulmanın yegane yolu ise kendisinin ve başkalarının yaşamlarıyla kumar oynamaktır. Bunu başarabilecek yeteneğe sahip olan kişiler istedikleri her şeyi yapabilirler.”

***

Ali taraftarlarının olaylara nasıl bir bakış açıları varsa, Sünnilerin de aynı şekilde bir bakış açıları olduğunun farkına varmıştım. Ve onlar kendi inançlarını nasıl hararetle savunuyorlarsa, bütün Hristiyan mezhepleri, Yahudiler, Brahmanlar, Budistler, ateşperestler, kısaca bütün kafirler de kendi görüşlerini aynı şevkle savunuyorlardı. Bütün tarafların filozofları var güçleriyle kendi düşüncelerinin doğruluğunu ispata çalışmaktalar; kimi tek tanrıya, kimi birçok tanrıya, kimisi de tanrının olmadığına, herşeyi tesadüflerin belirlediğine inanıyordu. Hakikat biz insanlar için ulaşılmazdır, bizim için hakikat yoktur. Peki ne yapmalıyız? Mutlak olana ulaşmanın mümkün olmadığını idrak eden, hiçbirşeye inanmayan kimseye, herşeyi yapma izni verilmiştir ve korku duymadan ihtiraslarının peşinden gidebilir. Gerçekten de idrakin son noktası bu düşünce miydi? Benim ilk ihtirasım öğrenmek, herşey hakkında bilgi edinmek oldu..

***

Ama o zamanlar daha gençtim ve insanlığın büyük kısmının cehalet içinde olduğu, yalanların peşinden gittiği ve batıl inançlara saplanıp kaldığı düşüncesi, beni son derece rahatsız etmekteydi. Bu dünyadaki görevimin insanların arasına hakikat tohumları ekmek, onların gözlerini açmak, insanlığı yanılgılara ve karanlığa mahkum eden yalancılardan kurtarmak olduğunu sanıyordum. Kendimi insanlığın kör yürüyüşünü aydınlatacak bir meşale olarak görüyordum.

Artık kitlelere, halktan insanlara dolaysız olarak seslenmeye karar verdim. Pazar yerlerinde, kervansaraylarda, hacıların toplandıkları tapınak gölgelerinde velhasıl insanların bir arada oldukları her yerde konuşmaya başlıyordum. Onlara bugüne dek inandıkları herşeyin yalan olduğunu, kendilerini artık bu masallardan ve yalanlardan kurtarmaları gerektiğini söylüyordum. Sonuç ne oluyordu peki? Daha söylemek istediklerimin sonuna bile gelmeden, taş ve küfür yağmuru altında oradan kaçmak zorunda kalıyordum. O zaman tek tek insanların gözlerini açmanın daha akıllıca olacağına karar verdim. Birçoğu beni ilgiyle dinliyordu. Fakat söyleyeceklerimi bitirdiğim zaman, kendilerinin de bir zamanlar inanmaktan vazgeçtiklerini anlatıyorlardı. Ama sonradan tereddüt içinde bocalamak ve ebedi bir arayış içinde olmaktansa, sağlam bir dala tutunmayı tercih etmişlerdi. Sadece cahil halk değil, okumuş ve bilgili kişiler de ulaşılabilen bir yalanı, ulaşılamaz bir gerçeğe yeğ tutuyorlardı..

İnsanları tek tek veya topluca gerçeğe yöneltme çabalarım başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Açıkça görüldüğü üzere benim için son derece önemli olan hakikat, diğer insanlar için öyle pek de önemli bir nesne değildi. Böylece kendime biçtiğim misyonu terk ettim ve silahlarımı kınlarına koydum.

***

Özellikle bir konu bizim için vazgeçilmezdi: mutlak olana ulaşma imkanları. 'Mutlak olanı topyekün ve nihai bir biçimde idrak etmek imkansızdır' diyordu, 'çünkü duyularımız bizi aldatmaktadır. Fakat onlar dışımızda olan şeylerle mantığımızın kavradıkları arasındaki yegane aracılardır'. 'Söylediklerin Demokrit ve Pithagor'un söyledikleri ile birebir çakışıyor' diye belirttim. 'Bu yüzden insanlar onları daima tanrısızlıkla suçladılar. Fakat onlara masallar anlatan Platon'u baş tacı ettiler'. 'Kitleler her zaman böyledir' diye karşılık verdi Ömer. 'Belirsizlikten her zaman korkarlar, bu yüzden açık bir yalanı ulaşılmaz gerçeklere yeğ tutarlar. Hele bu yalanlar ne kadar ulvi ve yüksek olurlarsa, değerleri de o kadar artar. Buna karşı yapacak hiçbirşey yok. Kitlelere peygamberlik etmeye kalkan birisi, onlara ana-babaların çocuklarına davrandığı gibi davranmalıdır. Masallar ve boş hayallerle beslemelidir onları. Bu nedenle de gerçek bilgeler, her zaman kitlelerden uzak durmayı yeğlerler.'

'Fakat Muhammed kitlelerin iyiliğini istiyordu!'. 'Evet evet, o insanların iyiliğini istiyordu ama onların sonsuz aptallıklarının da farkındaydı. Onlara çok acıdığı için, bu ve öbür dünyada çekecekleri acıların bedeli olarak cenneti vaat etmişti'. 'Peki sence Muhammed neden sadece masallar üzerine kurulu bir öğreti uğruna binlerce insanın ölmesine müsaade etti?' 'Sanırım daha da sefil nedenler yüzünden birbirlerini nasıl olsa öldüreceklerini biliyordu. Onların dünya üzerinde iyi-kötü mutlu olmalarını istiyordu. Bu işin üstesinden gelebilmek için de, baş melek Cebrail ile görüştüğü yalanını uydurdu. Aksi takdirde kimse ona inanmazdı! Ve ölümden sonra tüm güzellikleriyle cenneti vaat etmesi, ona inananları güçlü ve yenilmez kılıyordu!'

'Bana kalırsa' diye devam ettim bir süre düşündükten sonra 'günümüzde artık hiçkimse sadece cennet vaat ediliyor diye mutlulukla ölüme gitmez.' 'Halklar da yaşlanırlar' diye cevap verdi bana. 'İnsanlar cennet fikrine alıştılar ve eski duygular uyanmıyor artık içlerinde. Sadece yeni bir şeye inanmaktan korktukları için bu düşünceyi bir kalıp olarak kabul etmeyi yeğ tutuyorlar.' 'Demek ki sen günümüzde peygamberlik etmek isteyen birisinin, cennetin vaadi ile hiçbirşey elde edemeyeceğini düşünüyorsun!' Ömer gülümsedi: 'Kesinlikle öyle. Çünkü nasıl solmuş bir lale bir daha canlanmazsa, sönmüş bir meşale de bir daha yanmaz. Halk küçük dünyasının kendi küçük mutluluklarını yeterli bulmaktadır. Eğer insanlara bu dünyadaki yaşamları esnasında cennetin kapılarını açmanın bir yolunu bulamazsan, peygamberlik etmekten peşinen vazgeçsen daha iyi olur.'

Bu sözleri dinler dinlemez çarpılmışa döndüm. Ömer şakadan söylemiş bile olsa, ruhumu kasıp kavuran bir ateş yakmıştı. Evet, milletler gerçekten de masallar ve hayal mahsulleri içinde yaşıyorlar ve etraflarını çevreleyen karanlığı seviyorlardı. Bir anda kafamda bir plan belirdi. Dünya buna benzer bir şey görmemiş ve duymamıştı: İnsanların körlüklerini son sınırına kadar kullanacaktım! Onların sırtlarına basarak kudretin en üst seviyelerine ulaşacak, kendimi dünyanın kalan kımsından bağımsız kılacaktım. Masala vücut bulduracaktım! Efsaneyi gerçek yapacak ve tarihin onu uzun süre unutmamasını sağlayacaktım. İnsanlar üzerinde büyük bir deney yapacaktım!

***

Bir grubun bilinç seviyesi ne kadar düşükse, onu harekete geçiren fanatiklik de o kadar büyüktür. Bu nedenle ben insanlığı iki gruba ayırıyorum. Bir tarafta ne ve nerede olduklarını bilen bir avuç insan; diğer tarafta da bunu bilmeyen kitleler. İlk grup önderlik etmekle, ikincisi de onları izlemekle görevlidir. İlki anne babanın, ikincisi de çocukların rolünü üstlenmiştir. İlki mutlak olana asla ulaşılamayacağını bilir, ikincisi de ona ulaşmayı arzular. İlkinin elinden, diğerlerinin ruhlarını masallar ve hayal mahsulleri ile doyurmaktan başka ne gelir ki ?

Elimizde üç tane delikanlı var. Bu delikanlılar onlar için cennetin kapılarını açtığımıza inanma eğilimindeler. Eğer gerçekten de buna ikna olurlarsa, neler hissedecekler sizce? Bunun farkında mısınız dostlarım? Şimdiye dek hiçbir ölümlünün tatmadığı bir mutluluk! Yaşam boyu o güzel anı düşünüp mutlu olacaklar! Bir de oraya ebediyen gideceklerini öğrendikleri anı düşünsenize!

Ptagoras insanın her şeyin ölçüsü olduğunu söylüyordu. İnsanın algıladığı şeyler vardır, algılamadıkları ise yoktur. Aşağıdaki üç adam cenneti algılıyorlar ve ondan ruhları, vücutları ve bilinçleri ile zevk alıyorlar. Demek ki cennet, onlara göre artık vardır.

Ben çeşitli dinlerde yaratan olarak adlandırılan varlıktan ne daha üstünüm, ne de daha aşağılığım. Algılarımızın bizi yanılgıya sevk ettiklerini Demokrit bile fark etmişti. Onun için ne renkler, ne tatlı, ne acı, ne soğuk, ne de sıcak vardı. Sadece atomlar ve mekan. Şayet algılarımızı bizi aldatıyorlarsa, onlar aracılığıyla edindiğimiz bilgilerin doğruluğuna güvenme imkanımız olabilir mi? Aşağıdaki bahçede bulunan hadımlara bir bakın! Tüm İran'ın en güzel kızlarını onların himayesine teslim ettik. Fakat onlar için, güzel bir kızın büyüleyici kokusunun ve çehresinin ne gibi bir anlamı vardır? Ya da genç bir bakirenin dipdiri memelerinin? İşe yaramaz bir et yığınını elde tutmanın verdiği nahoş duygudan başka hiçbirşey! İşte algılarımızın izafiliği burada yatmaktadır. Kör bir insan için çiçek açan bir bahçenin en güzel renkleri ne ifade eder? Sağırlar bülbülün şakımasını işitemezler. Bir bakirenin büyüsü bir hadımı etkileyemez. Ve aptallar dünyanın tüm bilgelikleri ile alay ederler..

Eğer insanlar benim gibi çevresinde gördüğü, duyduğu, algıladığı şeylere güvenemeyeceğini idrak ederse, eğer her taraftan güvenilmez ve kötü niyetli şeylerle çevrelendiğinin ve devamlı yanılgılarının kurbanı olduğununun bilincine varırsa, o zaman insan bunu bir kötülük olarak değil bir yaşam zorunluluğu olarak kabul eder. Öyle bir zorunluluk ki er ya da geç kendisini ona uydurmak zorundadır. Yüksek bir idrak seviyesine ulaşmış bir insan için, hayal etmek, binlerce başka güzel özelliğinin yanı sıra, her eylem ve her ilerlemenin süsü ve itici gücüdür. Heraklit, kendi kainatında, zaman tarafından düzenlenen karmaşık bir yığıntı görüyordu. Zamanı renkli taşlarla oynayan bir çocuğa benzetiyordu. Çocuk taşları dilediği gibi ayırmakta veya birleştirmekteydi. Ne ince bir mukayese! Bu yapıcı, yaratıcı ihtiras, dünyalara hükmeden manasız irade ile kaynaşmıyor mu? Bu ihtiras sonradan yıkmak için yaratmadı mı bu dünyaları? Bu dünyalar varoldukları müddetçe kusursuz ve mükemmeldirler, sonra da içlerinde barınan kanunlar sebebiyle kendi çöküşlerini hazırlarlar. Biz de böyle bir dünyada bulunuyoruz. Biz de bu dünyaya hükmeden kanunlara tabiyiz. Onların birer parçasıyız ve kendimizi onlardan kurtarmamız mümkün değil. Emin olabileceğimiz sadece bir tek şey vardır: yanılgı ve hayal bu dünyanın yegane itici güçleridir..

Eğer fedailerimiz uyandıkları zaman gerçekten cennette olduklarına ikna olmuşlarsa, o zaman gerçekten de oradaydılar! Çünkü gerçek ve sahte cennet arasında bir fark yoktur. Bir yerde bulunmuş olduğumuza gerçekten inanıyorsak, o zaman oradaydık demektir. Gerçekten Allah'ın bahçelerine gitseler yine aynı zevkleri, aynı mutlulukları tatmayacaklar mıydı? Epikür'ün ne dediğini hatırlıyor musunuz? İnsanoğlu acı ve elemden mümkün olduğunca kaçmalı, refah ve mutluluk dolu bir yaşam sürmeye çalışmalıdır. Fedailerden daha şanslı kim vardır ki şu dünyada! Düşünün, cennete gittiler! Onların yerinde olmak için neler vermezdim ki! Ah! Aşağıdaki bahçelerin, gerçekten de cennet olduklarını kendimi bir kerecik ikna edebilseydim.. ve onlardan zevk alabilseydim!

***

Aslında, şeylerin kendileri, bizi mutlu veya mutsuz kılmazlar. Aksine bunu yapan, onlardan edindiğimiz izlenimler ve yanlış algılamalardır. Cimri ihtiyar hazinesini kimsenin göremeyeceği bir yere saklar: Her yerde kendisini fakir olarak tanıtır ama içten içe zenginliğine sevinmektedir. Komşulardan biri hazinesini bulur ve onu çalar. Peki cimri ihtiyar hazinesinin çalındığını anlayana kadar, hırsız, onun hazinesi ile mutlu olmasını engeller mi? Ve başına gelen felaketten haberdar olmaksızın ölmesi durumunda, son nefesinde dünyaya sahip olduğunu düşünmez mi? Aynı şeyi sevgilisinin kendisini aldattığını bilmeyen adam için de söyleyebiliriz. Eğer aldattığının farkına varmazsa sevgilisinin kollarında hayatının en mesut anlarını yaşamaya devam edecektir. Veya diyelim ki adamın sevgilisi sadakatin ta kendisidir fakat yalancı ağızlar, adamı, bunun böyle olmadığı konusunda ikna ederler – bu durumda cehennem azabı çekmez mi? Demek ki hakiki şeyler veya gerçekler, mutluluğumuz ile mutsuzluğumuz arasındaki çizgi olamazlar, sadece, kararsız bilincimizin bir tasavvurudurlar. Bu tasavvurların ne kadar yanlış ve yanıltıcı oldukları, her geçen gün, çeşitli biçimlerde açığa çıkmaktadır. Mutluluğumuz sağlam bir temele oturmamaktadır. Şikayetlerimizde ne kadar da haklıyız! Bilge insan için mutluluk veya mutsuzluk arasında bir fark yoktur, sadece aptallar ve budalalar mutlu oldukları için sevinirler!

***

Ne mutlu onlara ki kendilerinden daha kudretli, daha zeki birinin elinde, iradesi birer oyuncak, birer satranç figürü olduklarının farkında değiler! Ya kendi iradeleri dışındaki büyük bir planın basit birer parçası olduklarını fark etselerdi? Benim açımdan böyle bir şüphe, böyle bir korku hayatımı mahveder ve her anımı zehirlerdi! Yoksa benim üzerimde, beni etkileyen, beni kontrol eden, hakkımda hüküm veren, hatta ölüm günümü bile belirleyen bir güç mü var! Acaba doğal olayların sırlarını araştıranlar, neden daima en zeki insanlardır? Niye en bilge insanlar kendilerini ihtirasla bilime adıyorlar? Gerçi Epikür demişti ki bilge insan, gökyüzü sırları ve ölüm bilmecesi tarafından eziyete uğratılmasa, mutlak bir mutluluk yaşayacaktır. Fakat bunu bilmek bir işe yaramıyor: İnsan bu korkuyu ve şüpheyi kendisinden asla uzaklaştıramaz. Tüm yapabileceği, kendisini bilime ve araştırmaya adayarak, onu açıklamaya çalışmaktır.

***

"Eğer seni doğru anladımsa felsefeni şu şekilde özetleyebiliriz: Allah olmadığın için çok üzgünsün!"

"Çok da haksız sayılmazsın aslında. Şu muazzam gök kubbeye bir bakın! Aristarchos, bu yıldızların hepsinin birer güneş olduğunu söylüyordu. Hangi insanın aklı bunu alabilir ki? Ve yine de bu kainattaki her şey bir amaca göre düzenlenmiştir ve bir kuvvet tarafından idare edilmektedir. Bu kuvvet ister Allah olsun isterse doğa, ne farkederki? Bu muazzam gök kubbe altında hepimiz çok gülünç ve sefiliz. İlk kez on yaşındayken, dünya karşısındaki küçüklüğümün bilincine vardım. O zamandan bu yana ne kadar çok acıya katlandım ve ne kadar uzun bir süre geçti! Allah'a olan inancım, peygamberine olan güvenim, ilk aşkın harika büyüleyiciliği, hepsi geldi geçti.. Yaseminler bile ilk zamanlar beni büyüledikleri gibi kokmuyorlar artık, laleler bile eskisi kadar renkli değiller! Sadece kainatın büyüklüğü karşısındaki hayranlığım ve gökyüzü sırlarından duyduğum korkum değişmedi. Dünyamızın kainatta bir toz zerresi, bizim ise küçük çizikler olduğumuzu bilmek beni hala sonsuz bir kederle dolduruyor."

Kainat gözümde devasa boş bir kağıt gibi görünüyordu. Ortasında gri bir leke vardı sadece: Gezegenimiz! Bu gri lekenin ortasında küçücük bir kara nokta, ben, bilincim: kesin olarak tanıdığım yegane şeyler. Boş kağıdın tümünden feragat ettim ve tüm dikkatimi bu küçük gri leke üzerine yoğunlaştırdım.

Ben bizi gökyüzünü keşfetmiş olan bir böcek ile karşılaştırıyorum. Şuradaki bitki sapına tırmanacağım diye düşünür. Hedefe ulaşmak için yeterince yüksek görünüyor gözüme. Sabahtan başlayarak akşama dek tırmanır. Yukarı ulaştığında ise tüm çabasının boşa olduğunu görür. Toprak kendisinin birkaç adım altında, yıldızlarla dolu gökyüzü ise hala çok uzaklardadır. Tek fark böceğin yukarı çıkan başka bir yol görememesidir. İnancını yitirmiş ve kainatın sonsuz büyüklüğü karşısında bir hiç olduğunu kavramıştır. Tüm zamanlar için, her türlü mutluluk şansını yitirmiştir artık.

***

Bir çocuğun kendisine verilen, cezbedici renkli oyuncaklar karşısında duyduğu sevinç, yetişkin bir erkeğin parasını sayarken veya karısını severken aldığı muazzam haz kadar büyüktür en azından. Her tarafın duyduğu sevinç, kendi bakış açılarına göre gerçek ve halis bir sevinçtir.

***

"Yaşayan bir köpek ölü bir kraldan daha değerlidir"

"Köpek ya da kral, sonunda ölmek zorundasın. Demek ki kral olmak daha iyidir."

***

Ne Yehova, ne Hıristiyanların Tanrısı, ne de Allah; üzerinde yaşadığımız bu dünyayı yaratmış olamazlar. Dünyamıza bakın: Hiçbir şey hiçbir şeye bağımlı değil, güneş, büyük bir iyi niyetle, kuzunun ve kaplanın, sineğin ve filin, akrebin ve kelebeğin, yılanın ve güvercinin, keçinin ve aslanın, çiçeğin ve meşenin, kralın ve dilencinin üzerinde aynı şekilde parlıyor. Hastalıklar, iyileri ve kötüleri, güçlüleri ve güçsüzleri, akıllıları ve aptalları aynı şekilde vuruyor. Mutluluk ve kıskançlık tesadüfen dağıtılıyor, yaşayan her şeyi aynı son, ölüm bekliyor.

Dünyadaki en garip yaratık hiç şüphesiz insanoğlu. Bir kartal gibi uçmak istiyor ama kanatları yok. Bir aslan kadar kuvvetli olmak istiyor ama pençeleri yok. Onu ne kadar noksan yaratmışsın ey Tanrı! Üstüne üstlük bir de onu cezalandırmak için noksanlarını idrak etme yeteneğini de vermişsin.

***

Ben taraflarıma daima Arap asıllı olduğumu anlattım. Rakiplerim ise aksini ispat etmeye çalıştılar. Haklı olan onlardı. Fakat neden böyle davrandım? Çünkü siz Persler ırkınıza gereken önemi vermiyorsunuz. Peygamberin doğduğu ülkeden gelen herhangi biri, sefil bir dilenci bile olsa, sizin gözünüzde dünyanın en kıymetli adamı oluveriyor. Oysa sizler Rüstem'in ve Suhrab'ın, Minuçehr'in ve Feridun'un torunlarısınız. Hüsrev'in, Ferhad'ın eski büyük Pers krallarının, Pers imparatorluğunun varislerisiniz! Firdevsi'nin, Ansari'nin ve daha nice şairin sizin dilinizi konuştuğunu unuttunuz! Kendinizi arapların dinine ve kültürlerine tabi kıldınız!

***

Halkın kayıtsız ve tembel olduğunun farkına vardım; onlar için kendimi harcamaya değmezdi. Boş yere onları uyandırmaya ve aydınlatmaya çalışmıştım. İnsanların büyük kısmının hakikatin ne olduğuna ilgi duyduğuna inanıyor musun yoksa? Umurlarında bile değil! Tek istedikleri rahatlarının bozulmaması ve hayal güçlerini canlı tutmak için masallar. Veya kimin haklı, kimin haksız olduğunun, onlar için bir anlam ifade ettiğini mi düşünüyorsun? Asla! Yeterki onların zavallı isteklerinin bir kısmını tatmin et. Artık kendimi boş hayallere kaptırmak istemiyordum. Madem ki insanlık bu şekilde, artık ben de ulvi amaçlarıma ulaşmak için onu kullanacaktım! İnsanların aptallıklarının ve saflıklarının kapısını çalmıştım. Onların her türlü bencil isteklerinden ve zevklerinden kendi çıkarıma yararlanmaya başladım. Tüm kapılar önümde bir bir açılmaya başlamıştı! Bir süre sonra, senin de saflarına katılmak istediğin meşhur bir peygamber olmuştum!

***

El-Araf, gözleri açıldıktan sonra bildiklerinin yolunda yürümeye cesaret edebilmiş kişilerin mikenk taşıdır. El-Araf'ın duvarlarının üzerinde mutluluğa ve hayal kırıklığına yer yoktur. El-Araf iyiliğin ve kötülüğün denge halinde bulunduğu yerdir! Oraya uzanan yol ise uzun ve zorludur. Bu yüzden çok az kişiye üzerinde yürüme izni verilmiştir. Ve bu insanların çok az bir kısmı, yolun sonuna dek yürümeye cesaret edebilmiştir. Çünkü orada, yukarıda olanlar, yalnızdırlar, hemcinslerinden ebediyen ayrılmışlardır. O yükseklikten aşağı bakabilmek için kalbi çelik gibi sertleştirmek gerekir. Anlıyor musun artık?

***

Buradan çok uzaklara git oğlum! Her şeyi bilmeye ve öğrenmeye çalış. Hiçbir şeyden korkma. Her türlü ön yargıyı kendinden uzaklaştır. Hiçbir şeyi yüceltme ve hor bakma. Kendini her şeye ada. Cesur ol..

***

Sıradan müminler için dünyanın yaratılışı, cennet ve cehennem, peygamberler, Muhammed, Ali, el-Mehdi hakkında bin bir türlü hikaye uydurmalıyım. Mümin sürüsünün hemen üzerinde, savaşan taraftalarımız bulunuyor. Hayatımızı düzenleyen yasakların ve kanunların nedenini niçinini bilme hakkına sahipler. Onlar için bir kanun kitabı ile resimli bir ilmihal hazırlayacağım. Fedailer gizli bilgileri öğrenme hakkına sahip olacaklar. Onlara Kuran'ın gizli anlamlar taşıyan ve belli bir anahtara göre okunması gereken bir kitap olduğunu öğreteceğim. Fakat onların bir derece üzerinde bulunan dailer ise aslında Kuran'ın da hiçbir gizli anlam içermediğini öğrenecekler. Ve en yüksek dereceye ulaşmaya layık olduklarını ispat edenler, üzerine tüm binamızı inşa ettiğimiz korkunç düsturumuzu öğrenecekler: Hiçbir şey gerçek değildir, her şeye izin verilmiştir. Bütün bu mekanizmanın iplerini ellerinde tutan bizler ise nihai düşüncelerimizi kendimize saklayacağız.

***

Öyle insanlar vardır ki koskoca dünyamız bile onlar için bir hapishaneden başka bir şey değildir. Çünkü onlar, kainatın sonsuz boşluğunu görmektedirler, milyonlarca yıldızı ve evreni seyretmektedirler ama bunların kendilerine ebediyen yasaklandığını bildikleri için, idrak ettikleri şey onları düşünülebilecek en büyük köleler haline getirmektedir: Zamanın ve mekanın köleleri.
 
Dünyadaki en garip yaratık hiç şüphesiz insanoğlu. Bir kartal gibi uçmak istiyor ama kanatları yok. Bir aslan kadar kuvvetli olmak istiyor ama pençeleri yok. Onu ne kadar noksan yaratmışsın ey Tanrı! Üstüne üstlük bir de onu cezalandırmak için noksanlarını idrak etme yeteneğini de vermişsin.
Bu kadar olur ya.. Çok sağolasın çok hoşuma gitti. Bu tür kitapları alıp okuduğum yoktur ama denk geldikçe gurcalarım aralarından illaki mükemmel şeyler çıkıyor. Buna vesile olduğun için tekrar sağol
 
  • Konu Sahibi Konu Sahibi
  • #3
mutlaka okumanı öneririrm Okuyacağın en sürükleyici tarihi macera romanının , aynı zamanda en seveceğin felsefe kitabı olması çok büyük olasılık .
 
wladimir bartol'dur alamut'un yazarı

başka bir yazarın "alamut!a dönüş" adlı bir kitabı daha vardı(diğer kitaptan bağımsızdır" orada hasan sabbahın söyledikleri yine oldukça değerli feslefi görüşler içeriyordu.kitap şu an elimde değil ama hatırladığım kadarıyla yazacağım

h-hasan sabbah
m-mürit

olsun


diyalog şöyle bir şeydi:

h:artık sana en büyük sırrı açıklamamın vakti geldi.en büyük sır ; tanrı yoktur.

m:imanımı nı sınıyorsun seyduna?

h:hayır.sana tek ve gerçek olan sırrı veriyorum.tanrı yoktur.

m:nasıl olablir.tanrı yoksa tüm bu dünya,hava,güneş nasıl var olabilir?

h:garip...birşeylerden bahsederken onun hep birileri tarafından yaratılması gerektiğini düşünüyorsunuz fakat sö konusu tanrı olunca bu aklınıza hiç gelmiyor.
akıllan arık biraz.tanrı eğer kimse onu yaratmadan var olabiliyorsa ; mantıken demek ki bir şeyler yaratılmadan var olabiliyordur!

m:tanrı yoksa ne anlamı kalır tüm bunarın?yaşamanın ölmenin?tanrı yoksa geriye anlamlı olan ne kalıyor?

h:eskisinden de daha büyük ve daha anlamlı olarak sen kalıyorsun geriye.ve senin yaptıkların.tasmasını tanrının tuttuğu bir köpek gibi değil?özgür bir varlık olarak geriye sen kalıyorsun.

m:peki ya kutsallık?hayatı yüce ve yaşanmaya değer kılan şeyler?

h:kutsallık sevindirdiğimiz insanların yüzündeki gülümsemededir,gözlerimizden dökülen yaşladadır.kutsallık dağların doruklarında,içtiğimiz her damla suda,sşk ile bağlandığımız kadınlardadır.
tüm bunlara ramen sen hala bir tanrıya ihtiyaç duyuyorsun öyle mi?
 
KİTABIN ADI : FEDAİLERİN KALESİ ALAMUT

KİTABIN YAZARI : WLADIMIR BARTOL

YAYIN EVİ VE ADRESİ: YURT KİTAP YAYIN-CAÐALOÐLU/İSTANBUL

BASIM YILI : 2.BASIM AÐUSTOS 1998

1.KİTABIN KONUSU: Büyük Selçuklu Devleti’ni çöküşe hazırlayan, İsmaili öğretisiyle Hasan İbn-i Sabbah’ın sıfırdan vücuda getirdiği saltanatının hikayesi.

EDIT : Sanırım haklısın reddiye..Kitabı okumak isteyenlere engel olmayalım..
 
  • Konu Sahibi Konu Sahibi
  • #7
cesareborgia:

bence eklediğin mesaj ı silsen daha güzel olcak
normalde bu tür bilgiler spoiler altında verilmelidir.Ancak bu forum sitesinde spoiler uygulaması olmadığı için şahsi görüş ve yorum içerikli mesaj atmak bana doğru gelmedi.

Kaldı ki o kaynakta yazan kişiye hemen hemen hiçbir satırında katılmıyorum.
 
Ben bu kitaba biraz daha farklı yaklaşıyorum. Bana göre günümüz dünyasında sahnelen oyunların kavranılmasında yardımcı olabilecek bir eser. Başrol, figüranları, yer, zaman ve oyunun niteliği ne kadar kendine özgü olursa olsun, özü itibariyle iktidar olma arzusunun ve evren karşında koca bir hiç olduğunu kavrayan kişilerin nasıl bir tiyatro oyunu yazdığının altını çizerek; belli amaçlara yönelen, bu amaçları uğruna benliğini feda eden , kişi ve kurumların peşindeki, yazılan oyunu oynamaya aday insana, uğruna kendini yok ettiği şeyin gerçekliğinin acaba gözleriyle gördüğü gerçeklik mi yoksa körü körüne bağlandığı bir yanılsama zinciri mi olduğunu sorgulatan ve sürünün ötesinde -daha bir doğru değişle- kapılar ardında dönenlerin tarihteki yaşanmışlıkla anlatan ve bize birazda "güneşin altında yeni bir şey yok" cümlesininde güzel bir ispatını sunar.

Bilinçli ya da bilinçsiz (ki ben bilinçli olduğunu düşünüyorum) Wlademir Vartol batı dünyasının varoşuşçuluk , nihilizm gibi felselerinin ışığında siyasete yönelik tarihsel bir gerçekliği oryantalist bir tarzda ele alıp romanlaştırarak anlatırken aslında günümüz dünyasının "Hasan Sabbah"larına ve onların dünyaya bakış açılarına, amaçlarına karşı uyanındırma görevinide üstlenmiştir. Biraz dikkat edilirse fark edilecektir ki Hasan Sabbah gerek en yakınındaki kadına, gerek sağ kolu olan yardımcısına ya da intikam almak için fedai olamaya gelip, yaşadığı olaylar karşında gerçeği gören gence anlattığı felsefesi, kurguladıkları ve gerçek amacı, zamanı, yeri,kişileri ve kuralları farklı bile olsa oynadığı ve oynattığı tiyatroda; bize bugun çok daha karmaşık hale gelmiş, daha çok oyununcunun ve yerin hesaba katıldığı bütünleşen bir dünya tiyatrosunun kurallarını, perde arkasındaki gerçekliği ve oyunun felsefesini aktarmaktadır. Sonuçta bugun geçmişte saklıdır ya da diger bir ifadeyle geçimiş gelecegi içinde barındırır. Evet, okurken hayal dünyamız kapılarını Selçuklu dönemine , Hassan Sabbaha ve onun fedailerine, dönemin yaşanmışlıklarına açarız ve o dünyayı kimi zaman kişilerin soluklarını hissedecek kadar yakınından kimi zaman ise kuş bakışı açısıyla izleriz ama bu kitap ve yazarının tek amacı bu olmasa gerek.

Wlademir Vartolun yazdığı Hasan Sabbah ve fedailerinin hikayesini okurken birazda bu açılardan bakarak günümüz dünyasıyla örtüşen yanlarını ele alıp, incelememiz sanırım anlam arayışında geçmiş ve günümüz arasında bağlantılar kurarak, hiç durmadan yürüdüğümüz gizemli ve karanlık labirentte önümüzü aydınlatan bir parça ışık olabilecek nitelikte edebi ama baştan sona buram buram felsefe kokan bir eser olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır.
 
Geri
Üst