Röportajlar Serdar Öztop Röportajları

“Türkiyede şöyle bir alışkanlık var; Önce söze bakıyorlar. Biraz şiir toplumuyuz gibi geliyor bana. Benim gibilerin hayali bunu değiştirmek işte. Biz müzisyeniz, müzik yapıyoruz, sesleri bir araya getirerek bir şeyler oluşturuyoruz ve insanların buna değer vermesini bekliyoruz .“ şeklinde bir serzeniş ve ardından gelen bir dilekle noktayı koydu Serdar Öztop. Karşılıklı olarak içimizde biriktirdiklerimizin yanı sıra, Cihangir’deki sıcacık kafenin atmosferinden de olsa gerek, o kadar çok kelime savruldu ki havaya bu röportaj esnasında, ondan sebep sizi bu kadar bekletmemiz. Kelimeleri toparlamak zaman aldı biraz, hatta öyle ki, daha sonra yayınlamak üzere dağınık bıraktık bir kısmını. Siz devamına tıklayıp okuyadurun , biz de bu arada röportajın, çok yakında müzik marketlerde yerini alacak ikinci albüme ilişkin kısmını, hazırlayalım ... Unutmadan, bu albümde Serdar Öztop’un kendisinin seslendirdiği vokalli şarkıların da yer alacağının haberini de vermiş olalım merak edenlere

Klişe ama merak edilen bir başlangıç yaparak ;
Hala ilerlemekte olduğun bu yolun ilk adımlarını özetle desem ...

Heavy metal dinlemeye başladığımız gençlik yıllarında başladı gitar merakı. İstanbul Fen Lisesi’nde okuyordum ben, okulun da ilk müzik grubunu biz kurduk o zaman. Hatta ben 3 aylık gitarcıyken meşhur Milliyet yarışması vardır ya hani, ona katıldım :) Rezil bir performanstı ama deli cesareti işte her işi başarabileceğimizi zannediyoduk. O şekilde başladı ve gelişti iş. Sonra üniversitede biraz daha profesyonelliğe kaymaya başladı olay, bilgi birikimi artınca, oradaki müzik çevresi de çok gelişmiş olunca, bir takım şeyler daha çabuk gelişti. Derken hem stüdyolarda çalışmaya hem de gece klüplerinde çalmaya başladım o zamanki grubumuz Indians’ la. Müzik aşkıyla okul biraz sekteye uğradı tabii.

Akademik bir müzik eğitimin yok bu durumda ?

Hayır yok. Boğaziçi inşaat mühendisliğini bitirdim ben.Bir de iki sene elektronik okumuşluğum var yani teknisyen de oluyorum aynı zamanda. Mezuniyetten sonra tamamen müziğe konsantre oldum zaten.

Serdar Öztop deyince, Haluk Levent geliyor akla. Nedir Haluk Levent’ le çalışmaya başlamanın öyküsü ?

Haluk’ la esas tanışmam şöyle oldu ;

Tibet Ağırtan’la ben Ortaköy’de bir barda program yapıyorduk. Haluk da Tibet’ in arkadaşıydı. Gelip bizi dinliyordu arada. Bir gün gitarcı lazım olunca kendisine ilk tanıdığı adam ben olduğum için bana geldi, çalar mısın diye, kabul ettim ve onunla bir hafta kadar “Kapı Bar” diye bir yerde çaldık. Sonra ben devam edemeyeceğimi anladım ve ayrıldım. Derken bir kaç ay sonra albüm yapacağım diye çıkageldi Haluk. İyi tamam yapalım dedik. Bir kaç şey yazmaya başlamıştık ki, kayboldu ortadan, 6 ay sonra geldi tekrar “ben albümü hazırladım gitarları eksik gelip çalar mısın?” diye. Kabul ettim. İlk albümde iki veya üç parça çalmıştım net hatırlayamıyorum, daha sonra ikinci albüm gündeme geldi o albümde tüm gitarları ben çaldım. Sonra beraber çalışmaya karar verdik zaten ve konserlerde de beraber çalmaya başladık. Üçüncü albüm söz konusu olduğunda “hadi albümü beraber yapalım” dedik ve daha sonra Haluk’un ceza evine girmesiyle sekteye uğradı olay.

Peki Haluk Levent’le çalıştığın için pişman olduğuna ilişkin bir söylemin oldu mu gerçekten ?

Hayır, kesinlikle yok öyle bir şey. Çok şey paylaştık. İkimize de bir takım şeyler kazandırdı bu paylaşım, müzikal deneyim anlamında. Ve bir yandan da, yaptığım işlerin insanlara ulaşması konusunda da büyük önemi var Haluk’ un. Ben onunla çalışmıyor olsaydım kimse Serdar Öztop diye bir gitaristi ya da aranjörü bilemeyecekti belki de. Haluk benim tanınmam adına çok önemli bir adam oldu, bunu inkar edemem.

Benim Haluk’ a kızgın olduğum tek bir nokta var;

Ciddi anlamda büyük hedeflerimiz , büyük hayallerimiz vardı. Bence ihanet etti onlara.Bir tek bu konuda çok kızgınım ona. Onun dışında ticari sayılabilecek, para pul anlamında sorunlarımız olmuştur sadece, onları da çözmüşüzdür eninde sonunda. Ama hayallerimize yazık oldu.

Bu durumda artık bir kısır döngü haline gelmiş “ Serdar olmasaydı Haluk olmazdı ; Haluk olmasaydı Serdar olmazdı “ şeklinde seyreden tartışmalara da bir yanıt vermiş oldun sanırım ...

Ben olmasaydım Haluk olmazdı diye bir şeyi kesinlikle kabul etmiyorum. Çünkü, bu anlamda Türkiye’deki müzik ve sanatçıya dair algılayış çok farklı zaten. Yani bir tane adam var, o adamın duruşu ve söylediği şeyler önemli, ne kadar iyi şarkı söylediği ya da ne kadar iyi müzik yaptığı gibi konular hep daha geri planda kalıyor. Ve Haluk’un da bir duruşu, olup bitene karşı bir tavrı vardı. Halk da onun bu hallerini sevdi zaten o dönemde. Enerjisini sevdi. Yoksa ilk albümde çok da iyi bir solist değildi, ama geliştirdi kendini ve Haluk Levent oldu. Bunda benim payım var mıdır yok mudur ? O ayrı bir konu, ama açıkçası çok da katılmak istemem bu görüşe çünkü, ikimizin de birbirimizi geliştirdiğimiz ve belirli noktalara gelmemizi sağladığımız bir gerçek neticede.

Geçen yaz Haluk Levent’ le tekrar çalışmaya başlayıp sonradan o organizasyonlara devam etmemenin sebebi neydi ?

Bu türkü albümünden evvel çıkardığı albümü yapacaktık beraber ki, bu muhabbet 1,5 -2 sene evveline dayanır herhalde. Bir şekilde şirket sorunları oldu ve biz o albümü birlikte yapamadık. Bana “gel gitarları çal” dedi, kabul ettim. O sırada da birlikte bir turne yapma fikri gündeme geldi; “Serdar Öztop Band Haluk Levent’ in ön grubu olarak sahne alsın ve hatta benim grubum sana da çalsın, ben de bu arada kendi parçalarımı tanıtmış olayım, birlikte bir iş yapmış oluruz ” gibi bir durum çıktı ortaya ve Haluk da çok sıcak baktı bu fikre, fakat her nedense! listede var olan 30 konserden sadece 1 tanesinde çalabildik.

Hernedense dedin ama, vardır elbet nedeni ?

Yani baktım ki, değişen bir şey yok. Artık birbirimizi üzmeyelim dedim. Eh, yaşımız da kıvama geldi çocuk değiliz en iyisi biz bu işi burada noktalayalım ve konuyu kapatalım dedik . O iş, kaldı öyle.

Peki turne kapsamında Serdar Öztop isminin de dinleyicilere duyurulmuş olmasının sorumluluğunu hissetmedin mi hiç bu işi noktalama kararı alırken ?

Tabii ki, çok rahatsız oldum. Ama ne yapabilirimdim ki ? Bartın’ da çalıyor örneğin Haluk, o gün koşup oraya “ hayır ben çalmıyorum “ diyemem ki.

Bu yoldaki önemli duraklardan biri de Bulutsuzluk Özlemi’ ydi. Kadroya dahil olman fikri nasıl oluştu ?

Prova ve kayıt stüdyomuz vardı bizim. Nejat’lar da bizim eski yerimize gelirlerdi. Bir ara müşterimiz oldular hatta. O süreçte daha da pekişti muhabbetimiz. Sonra bir gün benim ilk albümümü çıkarmak üzere olduğum bir dönemde, yolda karşılaştık Nejat’ la. Neler yapıyorsun falan derken, albümle uğraştığımı söyledim ben, o da yeni bir şeyler yapmaya hazırlandıklarından bahsetti ve öylece ayrıldık. Derken, bir kaç zaman sonra aradı beni ve Akın Eldes’ in gruptan ayrıldığını onlarla çalıp çalamayacağımı sordu. “Tabii ki neden olmasın” dedim. Konuştuk, parçaları aldık hatta apar topar bir Bolu Konserine çıktık. 2 provayla çıktığım parçaları tam bilemediğim bir konserdi. Sonra hemen ısındık bir birimize zaten.

Kolay adapte oldun yani sen ? Bazıları çok olumlu karşılarken, bazı dinleyiciler çok da benimseyemediler kadrodaki bu değişimi çünkü hatta hiç kabullenmeyip baştan reddedenler bile oldu ...

Tabii ki. Sorun yaşamadım ben hiç adaptasyon konusunda. Bir de çok insanla çalıştığım için şimdiye kadar, müzikal hafızam iyidir, kolay toparlayabiliyorum durumu ki, zaman içerisinde grubun formatı da değişti biraz. Mesela Akın hiç ritim gitar çalmazmış, Nejat çalarmış ritimleri. Ben de hep tek gitar çalmaya alışık olduğum için, ritim – solo hayatta bırakmam, devamlı çalarım yani, boş durmam :) O konuda Nejat’ la ritimde de bir paslaşma oldu ve grubun soundu, biraz daha keskin köşeleri ve sert ritimleri olan hardrock bir yapıya doğru gitmeye başladı bir ara. Ama tabii kimi dinleyiciler çok sempatik bulmazken bu durumu kimileri de gruba enerji gelmiş şeklinde yorumladı. Güzel bir 3 senenin ardından bir ayrılık durumu oldu.

Ayrılığımın nedeni de tamamen şudur ;

Baktım ki hep kendi projelerimi ikinci plana atıyorum, kendi kendimi baltalıyorum istemeden. Belli bir yaşa gelince, kendime vakit ayıramamamış olmanın pişmanlığını yaşamak da istemedim açıkçası. Kendi hayallerim olduğu sürece ne tam olarak kendime hizmet edebiliyordum ne de beraber çalıştığım insanlara tam olarak faydalı olabiliyordum. Nejat’lar da yeni bir yapılanmanın içindeylerdi. Yeni bir single çıkaracaktı Bulutsuzluk. Tam vakti diye düşündüm aslında. Bir single çıkacak ve o single da ben çalmasam da olurdu. Parçalar da öyle çok gitar gerektiren parçalar olmaktan öte vokale dayanan parçalardı zaten. Ve ben burada bırakayım dedim. Öyle de oldu.

Nejat Nasıl karşıladı durumu ?

Nejat istemiyordu aslında . Her grupta olan sürtüşmeler haricinde güzel bir birlikteliğimiz vardı çünkü. Ben ne olursa olsun içine girdiğim şeyi ilk olarak sorgularım biraz, nereye gitmesi gerektiğini düşünüp ona göre, kendimce yapıcı olduğuna inandığım önerilerde bulunurum, hatta zorlarım falan, birşeyler olmasını isterim devamlı. Olur ya da olmaz. Bunların biraz sıkıntısı yaşanır işte sadece. Bu tip şeyler haricinde çok çok iyi anlaşıyorduk . Gruptaki herkes belirli bir birikimi olan, tecrübeli, müziği bilen, olgun insanlardı. Sonuçta çocukça sürtüşmeler yaşamadık hiç bir zaman. O anlamda çok memnunum yani. Çalıştığım bütün grup ve müzisyenler gibi Bulutsuzluk Özlemi de, beni bir hayli tatmin etmiş ve bir şeyler katmıştır.

Ve gelelim son zamanların en tartışmalı konularından birine; Barış Akarsu !
Barış Akarsu öylesine iyi bir müzisyen ki Serdar Öztop bile onunla çalışmayı kabul edip destek oldu diyenler bir yanda ; Serdar Öztop onun müzisyenliğine inandığı için değil, ticari sebeplerle yanında oldu diyenler diğer yanda, tartışıp duruyorlar bu aralar. Cevabı sende ?

Öncelikle şunu söyleyeyim. Profesyonel biriyim ben ve o mantıkla bakıyorum olaylara. İnsanların hala kabul etmek istemedikleri bir şey var. “Müzisyenler neden para kazanıyor?” Hatta buna bir kaç müzisyen arkadaşın forumunda ya da röportajında da rastladım. Yani insanlar, para talep ettikleri için ayıp ediyorlarmış gibi bir tavır takınıyorlar. Nasıl bir mantık ki bu ? Sonuçta herkes bir şekilde hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Dünyanın en pahalı şehirlerinden birinde yaşıyoruz. Masraf çok. Para lazım kısacası. Ben kendi müziğimden neredeyse hiç para kazanamıyorum. Yıllardır oturtmuş olduğum aranjörlük, prodüktörlük, stüdyo durumu var hep bunlarla geçiniyorum ve daha da enteresanı minimum standartlarda yaşayıp ordan kazandığım tüm parayı da tekrar müziğe yatırıyorum. Stüdyoyu geliştirmeye çalışıyorum, normalde diğer firmaların çok şans tanımayacağı ama müziklerinin insanlar tarafından duyulmaya değer olduğunu düşündüğüm arkadaşların albümlerini yapmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Dolayısıyla da had safhada paraya ihtiyacım var bu tip işleri yapabilmek için. Bu işin bir tarafı.

Diğer tarafı da ;
Barış Akarsu gibi, Haluk gibi, Asrın gibi vokalist kimlikleri ile kendilerini göstermiş, güzel bir şeyler yapmak isteyen arkadaşlar da albümlerini yapmak için benim gibi bilgi birikimine sahip insanlara ihtiyaç duyuyorlar ve bir araya geliyoruz bir şekilde. Parası pulu konuşuluyor. Kaç para aldığım hiç kimseyi ilgilendirmez. Barış da, bir popüler kültür yarışmasından çıkmış olmasının yarattığı dez avantaj dışında, alt yapısı olmadığı halde gerçekten iyi bir sese ve yoruma sahip bir arkadaşımız. O yüzden kendisiyle çalışmak konusuda en ufak bir sakınca görmedim.

İnandın yani Barış ‘ a ?

Benim inanacağım bir şey yok ki !
Şöyle söyleyeyim ben sana; Ben mesela Bora Uslusoy’ a inanıyorum, Quartet Muartet’ e inanıyorum, Serdar Öztop’ a inanıyorum. Çünkü ben onların işlerine inanıp hem emeğimi hem paramı yatırıyorum. Şirketimi açıyorum. Sonuçta benim Barış’ a inanıp inanmamam bir şey değiştirmiyor ki. Ona inanması gereken kişiler menajeri ve plak şirketi. Çünkü parayı bağlayanlar onlar. Benim paramı ödüyorlar, sen bu işi yap diyorlar, ben kimseye değil, kendime, Serdar Öztop’ a inanarak, bana verilen süre ve imkanlar çerçevesinde elimden gelen en iyi prodüksiyonu yapmaya çalışıyorum.Benim inancım oraya kadar işte, anlatabiliyor muyum ? Sonrası beni ilgilendirmez yani. Ondan sonrası Barış’ a , plak şirketine ve manajerine kalmıştır.

Ama şimdi paranı ödüyorlar diye tutup da hiç yetenekli bulmadığın birine de albüm yapmazsın sanırım ?

Ben onlara baştan fikrimi söylerim. Bu adam iş yapmaz derim. İllaha yap derlerse de yaparım! Bu kadar da net söylüyorum yani. Her insan bir miktar tüccar olmalı yaşayabilmek için çünkü. Ama belirli kriterlerim var tabi. Mesela asla gitar çalmam öyle birinin albümünde. Gitar çok özel bir şey benim için sonuçta. İmzam o benim. İnanmadığım işin altına imzamı atmam asla. Ama Barış’ da bir potansiyel var. Barış için gitar çalmayıp bu işi başka birine de yaptırabilirdim. Ama baktım ki, benim gitarım ve Barış’ ın sesi ortak bir şey yakalayacak tereddüt etmeden çaldım gitarları.

İlk albümün promosyonuna yeteri derecede önem verilmediğini düşünüyorum ben sen ne dersin ?

Evet ben de öyle düşünüyorum, ama tek sorumlusu benim :) Albümü ben çıkarttım çünkü. Ayağını yorganına göre uzat diye bir deyim vardır ya hani. Şimdi enstrümantal bir albüm çıkartıyorsun. Şu handikap var; Enstrümantal albüm konseptini insanlara kabul ettirip tam anlamıyla tanıtmak mümkün değil. Klip çektim “sküt” parçasına örneğin, bir kaç televizyon kanalına gönderdim, kanallardan birinin yetkilisi “nasıl yani hiç mi şarkı söylemiyorsun ?” dedi. Zaten medya sektöründeki insanların durumu, olaya bakış açısı belli, onlar desteklemeyince de halka nasıl tanıtacaksın ki kendini ? Benim zaten bu albümü yaparkenki hedefim, bir albüm yapayım, patlatayım, meşhur olayım, para kazanayım değildi. Yıllardır biriktirdiğim şeyleri ortaya çıkartıp, sonra çıkacağım yol için bir başlangıç yapmaktı derdim. Tek sorumlusu benim dedim ya hani; bu albümün de aşağı yukarı ne kadar satabileceğini ön görebiliyordum kendimce, hayalim 10 bindi belki ama olamayacağını da biliyodum 3-5 bin diye tahmin ediyordum, nitekim orada kaldı iş. Sen şimdi 3-5 bin satacak bir iş için 20-30 bin dolar para harcarsan promosyona, batarsın. Prodüktörlüğün de böyle bir yanı var, sağlam öngörülerin olacak, ona göre yapacaksın yatırımını ve sonuçta da memnun kalacaksın o işten. Yani şöyle zarar ettim böyle zarar ettim diye dövünmeyeceksin sonradan. O parayı oraya harcasaydım eğer belki ikinci albümü yapacak parayı bulamayacaktım ya da diğer arkadaşların albümlerini yapamayacaktım. Bora’yı , Quartet Muartet’ i çıkartamayacaktım ki, onlar benim çok keyif alarak ve severek yaptığım işlerdi.

Azraille Dans’ ı çalarken ne hissediyor acaba diye bir soru sorulmuştu forumda açtığım başlıkta ...

Açıkçası sadece notalara odaklanıyorum :) Çok zor bir parça , albümde 128 metronom ki, biz onu sahnede 140 metronom çalıyoruz. Parça bittiği zaman derin bir soluk alıyorum sadece o kadar :)

Kaç yaşında besteledin sen onu ? 16 yaşında bestelediğinden bahsediliyor ...

Hayır, 16 yaşında gitara başladım zaten. 18-19 yaşlarında “ Umutsuz “ u yaptım. Azraille Dans 20 li yaşlara denk gelir. Bizim, Teoman’ ın solistiliğini yaptığı Indians grubu ile bir albüm projemiz olacaktı. Grupça kaydettiğimiz şarkılar oluyordu. Azraille Dans da o dönemde kaydettiğmiz bir şarkıydı. Ama solo gitar falan yoktu, vokalli olmasını düşünüyoduk hatta. Sözleri de vardı. Daha sonra ben bunu çok güzel bir enstrümantal haline getirebileceğimi düşündüm. Sonradan enstrümantal oldu bu şarkı yani.

Hani dedin ya 128 metronomluk şarkıyı sahnede 140 metronom çalıyoruz diye. Bu mudur yani iyi gitaristlik hız mıdır olay?

Hız, yaratıcılık, duygular... Hepsi. İyi gitarcılıktan öte iyi müzisyenlik geliyor aslında. Evet gitar çok önemli bir enstrüman belki ama kafanda biriktirdiğin şeyleri dışa vurduğun bir araç neticede. Kafanda iyi düşüneceksin, iyi hissedeceksin ki bunu dışa vuracaksın. Tabi bunu yansıtabilmen için de kullandığın enstrümana hakim olabilmen gerekiyor. Dolayısıyla iyi gitar çalabilmen lazım. Ama kafanda ne var? İçindekiler ne ? Hissettiklerin nasıl ? Bir kere herşey “ sen nasıl bir insansın” a geliyor. Nasıl düşünüyorsun, nasıl konuşuyorsun, nasıl yaşıyorsun, nasıl duruyorsun, tavrın ne?

Mesela ben kendimce hızlı bir insanım. Hareketlerim yavaştır belki ama hızlı düşünürüm hızlı konuşurum. Dolayısıyla hızlı gitar çalmak benim kafamın bu hızlı düşünen tarafı ile örtüşüyor. Bir taraftan da çok duygusal bir insanım, belki çok belli etmiyorum bu yanımı fakat gitarımla dışa vurduğuma inanıyorum.

Özetle iyi gitarist olmanın gereği iyi bir müzisyen olmak.

Ve;
“BİR GİTAR VİRTÜÖZÜNÜN İLK ALBÜMÜ”
Çok eleştirilen bir tanıtım biçimi oldu. İtici algılandı bir çokları tarafından . Nereden çıktı ki böyle bir tanımlamayla var olma fikri, bu konudaki eleştirileri haklı buluyor musun mesela?

Çok iyi oldu bunu hatırlatman.

Bu arada ben üniversitelerde gitar seminerleri veriyorum. 6-7 okula gittim şimdiye kadar. 2004 Kasımında Malatya’ya ve Diyarbakır’ a geçetiğimiz Mart ayında da Marmara Üniversitesi ve Bilkent’ e gittim. Bütün okullarla irtibata geçtim aslında ama çok azından yanıt geldi. Üniversitelerdeki sohpetlerim esnasında da çok samimimi diyaloglar oluyor ve insanlar akıllarına gelen herşeyi sorabiliyorlar rahatlıkla. Ben de çok memnun kalıyorum onların bu tavırlarından. Bu söyleşilerde de karşılaştım aynı soru ile.

Yanıtlayayım;

Ben virtüözüm demem hiç bir zaman. Ama, enstrümanına vakit ayıran, çalışan, belirli kapasitede çalan bir adamım sonuçta.
Benim fikrim değildi “ Bir Gitar Virtüözünün İlk Albümü” sloganı. Şimdi ben albümü yaptım.Hazırdı herşey . Dağıtımcı bir firma lazımdı. Arkadaşların tavsiyesiyle bir firmaya gittik. Firma sahibi, yılların müzik adamı, işi bilen biri gerçekten , dinledi albümü, “tamam dağıtırız, ama madem sen böyle farklı bir iş yapıyorsun müziğin de iddialı, afişe efsanevi gitar gibisinden bir şeyler yaz” dedi. “Aman abi ne yaptın, ne efsanesi benim yaşım kaç başım kaç daha” dedim. Ama ‘yok bir şey yapmak lazım, insanlar gördüğü zaman etkileyici bir şeyler olması lazım orada yoksa kimse almaz’ a getirdi işi. Ve “Bir Gitar Virtüözünün İlk Albümü” sloganı ile dağıttık albümü biz neticede. Bazen her şeyi net göremediğini düşünerek diğer insanların fikirlerini önemsemek zorunda hissediyorsun kendini. Öyle bir sloganla çıkmasam daha iyi olurdu belki ama şöyle de bir tarafı var olayın; Ciddi, dünya standartlarında bir iş yaptım. Ve Türkiye’de gerçekten gitara dikkat çektiğimin farkındayım şu anda. İnsanlar gitarcıları tartışıyorlar artık, forumlarda kim daha iyi gitarist şeklinde muhabbetler dönmeye başladı, bir gündem oluştu ister istemez, ki benim de amacım buydu aslında. O zaman Akın’a da teklif etmiştim “gel beraber yapalım bir şeyler” diye. Şunu düşünüyordum çünkü; 2 gitarcı değil de 10 gitarcı olursa bu işte de bir piyasa oluşmaya başlar, insanlar takip ederler, talep oluşur, benim 5 bin satan albümüm belki 10 bin belki de 20 bin satar. İşte o zaman bu işten para kazanarak geçinmeye başlayıp bütün prodüktörlük işlerimi de bırakıp tamamen kendi müziğime yönelebilirim.

Yavuz Çetin’ in yayınlanmamış kayıtlarıyla ilgilenmeyi düşünüp düşünmediğin de yanıtı merak edilen sorular arasında ...

Hayır, düşünmüyorum. Yavuz Çetin’in yayınlanmamış kayıtları olduğunu bile bilmiyorum.

Bu tür işler polemiğe çok açık işler bir de, mezar kazıcı durumuna düşmek istemem açıkçası.

Ben kendi adıma Yavuz için elimden geleni yaptım zaten, ve Yavuz da ben de kazık yedik o işten malesef. İçinde bulunduğumuz şartlarda nasıl hayatta kaldığımıza bile inanamıyorum. O yüzden çocuğum da olsun istemiyorum anlatabiliyor muyum ? Ben yaşayamıyorum çocuğum nasıl yaşasın ?

Zevk alarak bir şeyler oluşturuyosun, kalbini ve ruhunu koyuyosun o işe, uçuyorsun falan . Ama bunu insanlara sunmak istediğin andan itibaren müzisyen kimliğin bir kenarda kalıyor artık, ticaret başlıyor. Sen eger bu işten anlamıyorsan çabuk yığılıyorsun, yaptığın işe küsüyorsun. Bence en dramatik örneği de Yavuz’ dur bunun. Harika bir insan ve dünyanın en iyi müzisyenlerinden biriydi . İlk albümü de beraber yaptık. Fakat tüccar olmadığı için kıvıramadı bu işi, müziğinden de kendinden de bezdi en sonunda.Kurtlar sofrasında yediler adamı işte.Her insanın kırılgan tarafları vardır ama, onun da bir sınırı var, bir yerden sonra çok da duygusal düşünmeye hakkın yok. Yoksa bu işi yapmayacaksın. Evde yap , kendin dinle, arkadaşlarına dinlet ama piyasaya çıkartma, ticari düşünemiyorsan.

Serdar Öztop’ un bir marka olduğu söylemine katılıyor musun peki ?

Marka demiyelim de ona, kendime has bir soundum olduğu doğru. Ama şöyle de garip bir durum var ki; benim soundum olduğu yerde durmuyor, devamlı değişiyor aslında. Yeni albüm çıktığında herkes çok daha farklı bir Serdar Öztop görecek mesela, hani artık öyle Satriani, Steve Vai modeli çalan bir Serdar Öztop yerine onların türk gitarcı formatı ile birleştirilmiş çok değişik bir hali var hem bestecilik hem gitaristlik anlamında. Dolayısıyla çok farklı bir albüm olacağını düşünüyorum ben.

Kabul etsen de etmesen de “Marka” tanımlaması kullanılıyor Serdar Öztop ismi ile birlikte. Peki marka olmak için iyi bir gitarist olmak yeterli mi sence ?

Tabii ki değil. Marka diyorsun, bir kere devamlı olarak kendi içinde bir şeyleri halletme çabası içinde olan hiç bir müzisyen kendisi ile ilgili böyle iddialı yakıştırmaları kabullenmek istemez. Çünkü her ilerleyişte aslında bir arpa boyu yol gitmiş olduğunun ve kat etmesi gereken yolun farkındadır bu mantıktaki biri. Dolayısıyla insanların bana marka virtüöz vs. gibi sıfatlar atfetmesi en ufak şekilde enterese etmiyor beni çünkü ben kendimi bir çok noktada yetersiz görüyorum hala. Yeterli olduğumu zannettiğim anda bitmişim demektir zaten. Öyle bir duruma düşmek istemem.

Soruna gelince;

Ben kabul etmek istemesem de insanlar tarafından böyle tanımlamalar yapılıyorsa eğer benimle ilgili , marka demeyelim biz yine de buna , fikirlerine önem verilen, yaptığı işler takip edilen ve beğenilen biri olabilmek için sadece iyi bir gitarist olmak yeterli değil tabii. Çalma meselesi değil ki bu. Bir çok kriteri var. Konuyla ilgili bir çok alanda da bilgi ve ürün sahibi olabilmesi lazım her şeyden önce. Dolayısıyla ben de öyle yapagelen bir insanım. Tonmasterlik var, aranjörlük var, prodüktörlük var, gitaristlik var, beste yapıyorum. Böyle olunca zaten bir şekilde insanların dikkatini çekiyorsun.

Kişisel projelerinde klasik anlamda rock müzik kalıpları dışına çıkarak farklı tarzları ve enstrümanları belirli bir konsept içinde birleştirip farklı işler yapmayı düşünüyor musun ?

Düşünüyorum. Farklı projelerim var... Şu anda çok belirgin değil ama kafamdan hep muhtelif fikirler geçiyor. Henüz net olmamakla birlikte jazz ve rock ögelerini taşıyan bir proje olabilir. Çıkaracağım albümden bir sonrakinde tekno ritimleriyle, daha sert nu metal tarzı gitarları bir araya getirip, enstrümantal, geri vokalli, uçuk kaçık bir şeyler yapmayı düşünüyorum mesela. Hep şey vardır kafamda bir de benim, arabeskvari bir heavy metal grubu olsa, ama hiç keman darbuka gibi alturka enstrümanlar kullanmasak, o efektleri sadece davulun çalımıyla ve synthesizer sesleriyle falan yapsak. Ama tabii kendim için düşündüğüm bir şey değil bu, buna uygun grupları bulmak lazım. Fikirler var kısacası, ne olacağı belli olmaz :)

Amatör gruplara desteğin ne ölçüde ?

Mailleştiğimiz çok da güzel müzik yapan arkadaşlar var. Bana demolarını gönderiyorlar, müthiş bir ilerleme var çocuklarda.Keyif veriyor onlardaki bu ilerlemeyi görmek, fikirlerimi paylaşıyorum. Hepsinin isimlerini sayabilmek mümkün değil tabi, prodüktörlük yaptığım için demosunu yollayan çok oluyor, ister istemez yeni gelişen gruplardan haberim oluyor ve çok da hoşuma gidiyor. Ama şöyle de bir durum var ki, çok dar bir piyasa ve işler kendini zor kurtarıyor, dolayısıyla da hemen “ gel albüm yapalım “ demek gerçek dışı olur.

Prodüktör Serdar Öztop’ un bir kişiye ya da gruba albüm yapma kararı alabilmesi için kriter ne ?

O kişinin ya da grubun bir yerlerde çalıyor olması ufak ufak kendi kitlesini toparlıyor olması önemli herşeyden önce. İyi müzisyenlikle beraber kendi çevresini edinmeli.

Şu anda baktığın zaman özellikle genç nesilin müzikal eğilimlerini nasıl değerlendiriyorsun ?

Bizim zamanımızdaki üniversiteli kesimin tutumu ile şimdikilerin tutumu çok farklı. Eskiden popçu falan giremezdi okullara. Hep alternatif gruplar ve müzisyenler sahne alırdı festivallerde. Kendi kendimize eğlenirdik. Şimdi böyle en “ fırfırlı ” popçular falan çıkıyor üniversite festivallerinde, inanamıyorum ya. İnsan dayanacağı noktayı kaybediyor. Bizim gibi alternatif müziklerle uğraşan insanlar için üniversite olmazsa olmaz bir şeydir çünkü. Bu adamlar bizi takip etmezse eğer bizim gibilerin hiç bir şey olma şansı yok.

Ama öyle de bir çekirdek kitle var ki her şeye rağmen bizleri desteklemeye devam ediyorlar. turkrock.com, anadolurock.com gibi siteleri takip eden arkadaşlar örneğin,hala birbirleriyle tartışıp, bilgi aktarıyorlar. Bu sevindirici en azından.

İyi midir kötü müdür ben daha kararını veremedim ama son zamanlarda, alternatif ürünlere yöneliş olduğu da bir gerçek ...

Artık şirketler bu tarz ürünlerden para kazanmayı düşünmeye başladıklarına göre bu anlamda bir yönelme var, doğru.

Ama biraz alternatif bir gözle bakarsan eğer;

-Rock nedir ?

-Kim beni ne kadar takip ediyor?

-Bu kadar popüler olmalı mıyım ?

kısmını sorgulamak lazım işin. Rock ya da diğer alternatif ürünlerin dinleyicileri, müziği kişisel algılarlar çünkü. Sadece kendine ait olduğunu düşünürler. Hatta temelden takip etmeye başladıkları grup ya da sanatçılar biraz popüler olmaya başladıklarında “bozdu kendini” derler. Ama hani bu adamlar da daha iyisini yapabilmek için biraz para kazanmak zorundalar, o dengeyi kurabilmek lazım tabi.
Son olarak ;

Tüm turkrock sakinlerine teşekkürlerimi iletiyorum, fikirlerini yakından takip ediyorum ...

Röportajı Hazırlayan;

Özlem
Turkrock.com
Site Editörü
 
  • Konu Sahibi Konu Sahibi
  • #2
İkinci albümdeki Serdar Öztop’ un ve dolayısıyla önümüze koyacağın işin bir farkı olacak sanırım ?

Tabii. İlk albümden hem prodüktörlük hem de müzisyenlik anlamında dersimi aldım ben aslında.Sonra eklenmiş bir kaç parça dışında, o albümün büyük kısmı üniversite dönemlerimde yaptığım şarkılardan oluşuyordu.Şu anda yönümü tamamen “ bir türk gitarist nasıl gitar çalmalı, nasıl müzik yapmalı? ” ya çevirdim, o yüzden yeni albümde bütünüyle bu fikirle oluşturulmuş parçalar var. Müzisyen Serdar Öztop olarak akıllandığım nokta buydu işte, prodüktör olarak akıllandığım nokta ise ; ben eğer bu müziği yapmak istiyorsam, performans yapan, kendi müziğini üreten ve çalan bir insan olarak var olmak istiyorsam, benim bu albümleri satmam lazım ! Yani prodüktör olarak Serdar Öztop’ a bir albüm hazırlıyorsam eğer, "bu adamın albümünü nasıl satarım? " mantığında düşünmeye başladım artık. Dolayısıyla ilk albümde bir çok arkadaşımın bana tavsiye ettiği şeyi dikkate alarak birkaç tane de vokalli şarkı koydum albüme ve girdim stüdyoya kendim söyledim şarkıları da.

GELELİM ALBÜMLE İLGİLİ DETAYLARA;

Albümdeki en enteresan durumlardan biri her parçada ayrı basçı ve ayrı davulcuyla çalışmış olmam.Volkan Öktem, Cengiz Baysal, Cem Aksel,Burak Gürpınar, Kerem Tüzün, İsmail Soyberk, Nurhat Şensesli, Tarkan Gözübüyük ... Herkes var yani :) Süper bir müzisyen albümü oldu. Perküsyon var bir kaç şarkıda, Mehmet Akatay çaldı. Kemanlar var, nefesliler bile var. Bu arada Nev de vokal yaptı bir şarkıya, efektif sesler şeklinde. Çok renkli bir albüm oldu diyebilirim.

Nedir peki albümdeki ana tema;

Ana tema; “ Türk Gitaristi” . Türk müzisyen ama, “hard’n heavy” takılanı. Sert yanımla birlikte duygusal bir tarafım da yansıdı albüme. İkisini bir arada sentezleyebildiğim bir tarzım olduğunu düşünüyorum. Türk duygusallığını, türk ritmik zenginliklerini, yani bu ülkenin müziklerinin biriktirdiği ne varsa bende, hepsini ortaya dökmeye çalıştım diyebilirim.

Madem önceki albümdeki yaşanmışlıklardan yola çıkarak ders aldığın noktalar olduğunu söylüyorsun, bu albümü pazarlama stratejinde de farklılıklar olur gibi geliyor, promosyana daha fazla ağırlık verecek misin örneğin yoksa daha önce olduğu gibi bu yönde harcama yapmak gibi bir niyetin yok mu yine ?

Bu kez gerçekten tanıtmak istiyorum albümü ve bir televizyon kanalına gönderdiğim zaman klibi, “nasıl yani şarkı söylemiyor musun ?” demelerini de istemiyorum. Vokalli parçalardan birine güzel bir klip çekmeyi düşünüyorum o yüzden. Evet abi, şarkı söylüyorum, gayet de güzel, kanlı canlı bir şarkı. Elimden geldiğince de klibin dönmesini sağlayacağım. Kanallarla maddiyata dayanan belirli promosyon anlaşmaları oluyor biliyorsun. Paraysa, para... Dediğin gibi promosyona ağırlık vereceğim bu sefer, ki geriye kalan 7 tane enstrümantal parçayı da hakkıyla dinletebileyim. Serdar Öztop albümünü satma yolunda belirgin çabalarım olacak yani.

"Serdar Öztop ileri standartlarda bir müzisyen dolayısıyla kendini dünya pazarına kabul ettirmesi de güç olmayacaktır" diyenlerin sayısı az değil. Böyle bir isteğin var mı senin de, gerçi isteğin olması da yetmez ya, konuyla ilgili somut bir çaban demek istedim aslında ?

Evet tabi, belki ingilizcelerini de yapacağım bu şarkıların. Çünkü ilk albümümün yurt dışı satışları da oldu benim. Yurt dışında işleyen enteresan bir sistem var, adamlar eğer bir ürünü beğenirlerse ağ şeklinde ondan ona, ondan ona gidiyor o ürün ve bir bakıyorsun ki albüm dağılıvermiş. Gitar albümleri satan ispanyol bir firmanın sahibi tatilde Türkiye’ye gelmiş, Akmar Pasajı’nda benim albümümü tavsiye etmişler ona. Sonra o adam albümümü çok beğenip, bana mail atarak göndermemi istedi ve derken 500 kopya falan sattık. Peşinden, www.guitarnine.com diye ünlü bir gitar sitesinde çok olumlu bir kritiğini yaptılar albümün. Keşfedilmemiş 12 sanatçı seçiyorlar periyodik aralıklarla, onlardan biri olarak seçtiler beni bir de.Ben türk gitarist farklılığı ile beraber, dünya piyasasında da bu işin farklı bir yere gelebileceğini düşünüyorum. Mümkün olursa dünya çapında majör bir firmayla ortak bir prodüksiyon haline getirip, dünya pazarına sunmak gibi bir hedefim de var yani .

Son olarak önemli bir soru;
"Müzik yapan, prodüktör vs." gibi müzisyen kimliği olan biri değil de, sokaktaki müzik dinleyen adam kendisi için ne bulabilir Serdar Öztop müziğinde sence ? Neden alsın ki senin albümünü mesela ?

Bir kere samimiyet bulabilir diye düşünüyorum ben. Müziğimi yaparken satar ya da satmaz gibi hesaplarım olmadı hiç. Sadece müziği düşünüyor insan üretme aşamasında, onu biraz şekillendirdikten sonra, bir yerde prodüktör kimliğim de devreye girip, araya bir takım ticari espriler katıyorum zaman zaman, bu inkar edilemez. Ama sonuçta bunlar sadece benim içimden gelen, hissettiğim melodiler, ritimler... Samimiyet, yaşanmışlık ve emek var.
Bana sorarsan Türkiye’ de insanlara sunulan ortalama müziklerin üstünde bir şeyler var ortaya koyulan çaba anlamında, bir u***** var, progressive olma durumu var, normalde alışılagelmiş müziklerde bulamayacağımız şeyler bunlar. Batı ile doğu sentezi var. Kendi içinde değişik şeylerin arayışı içinde olan, farklı şeyler talep eden bir insanın bulabileceği çok şey var yani albümde özetle.

Teşekkürler...

Röportaj: Özlem Albayrak / Site Editörü
 
Ülkemizin önemli müzik adamlarından Serdar Öztop ikinci albümü “Mutluğun Gözyaşları” nı geçtiğimiz ekim ayı içersinde piyasaya sundu. On parçanın yer aldığı albümde her parça için farklı davulcu ve bass gitarist eşlik etti. Ayrıca albümde sanatçıya; perküsyonlarda Mehmet AKATAY, nefeslilerde Mehmet ÜNAL, Bulut GÜLEN ve Toygun SÖZEN, yaylılarda da GÜNDEM yaylı grubu, vokallerde Zeynep ARIKAN, Murat KÖSEOĞLU ve albümün isim parçasında da NEV sesiyle eşlik etti.

On parçadan oluşan bir albümde; on bass gitarist ve on davulcu projesi … Farklı tarzlardan ve kendi alanlarının en iyisi müzisyenlerin birlikteliğinin bence tek adı: “Virtüözler Buluşması” olsa gerek. Bu “Virtüözler Buluşması” konseptli albümün birçok ilki var. Belki bu ilklerden en önemlisi artık onu “şarkı söylerken” de görmemiz.
Yaklaşık 30 kişilik kadrosuyla dikkat çeken, rock sounduyla Türk müziği motiflerini harmanlayarak hazırladığı bu muhteşem albümü dinleyicisiyle buluşturan Serdar Öztop ile albümüne, müzik anlayışına, yeni projelerine dair her şeyi konuştuk.


2002 yılının haziran ayında ilk solo albümünüz “Sükut”u piyasaya sürdünüz. “Sükut”un sizin ilk solo albümünüz olmasının dışında önemli bir özelliği de ülkemiz için ”ilk enstrümantal rock albümü” olma niteliği taşıyor olmasıydı. Şimdi sene 2005 ve siz yine “ilk”lerin yer aldığı bir albümle “Mutluluğun Gözyaşları” ile sevenlerinizin karşısına çıktınız. Kimilerine göre arayı fazla uzattınız, kimilerine göre de ilk albümün hazmedilmesini beklediniz ama sonuç olarak albüm artık –aslında nihayet J- piyasada. Peki neler yaptı Serdar Öztop bu üç senelik dönemde?

S.Ö.: Aslında bu albümün oluşum sürecinde gecikme söz konusu değil pek. Bence ilk albümden 1,5 – 2 sene sonra ikinci albümü yapmak lazım aslında. Asıl gecikme ilk albümüm “Sükut”u hazırlayıp ancak 14 sene sonra piyasa sürebilmemdi. Haluk Levent ile çaldığımz dönemlerdi; konserler, stüdyo işleri derken kendi parçalarıma yoğunlaşma fırsatım olmamıştı. Bu albümümdeki parçalar ise 2004 sonu gibi en son halini almıştı. Sadece kayıt aşaması biraz uzun sürdü diyebiliriz. İlk albümdekine benzer bir sebepten; “vakitsizlik”ten diyebilirim. Bulutsuzluk Özlemi ile çaldığımız konserler vaktimin büyük bir bölümünü alıyordu. Solo albümüme yoğunlaşabilmem için gereken vakti yaratabilmek adına gruptan ayrıldım zaten. Böylelikle albüm süreci hızlandı ve raflarda yerini aldı.

Yeni albümde birbirinden değerli müzisyenlerle çalıştınız. Size her parçada farklı bass gitarist ve davulcu eşlik etti. Peki bu görev dağılımını nasıl yaptınız, zor olmadı mı?

S.Ö.: Enstrümantal ağırlıklı bir albüm bu yani enstrüman performansının çok önde olduğu bir çalışma. Buradan hareketle; enstrümanist çeşitliliği yaratarak müzikal renkliliği sağlamak ve sonucunda farklı tarzları, farklı insanları bir araya getirip daha “birleştirici” ve daha “pozitif” birşeyler sunmak istedim insanlara. Bunu yaparken de bu toprakların enstrümanlarında en öne çıkmış müzisyenleriyle çalışmaya özen gösterdim; mutlaka gözden kaçırdıklarım olmuştur ama bunlar ilk aklıma gelenlerdi. Albümde çalan müzisyen dostlarımla apayrı dünyalardan olmasak da; dünyada farklı tarzlardan müzisyenlerin biraraya gelip yaptıkları şeyler insanlar tarafından ilgi görüyor, beğeniliyor da ben de beğeniyorum. Linkin Park ile Jay–Z’nin yaptığı düet mesela bu konuya güzel bir örnek olabilir.

Bir ropörtajınızda ”Türk gitarist olmak”tan bahsetmiştiniz.Müzik evrensel bir dildir tabiki ama bu coğrafyada yaşayan insanların duygularını buralı bir müzisyenin en doğru şekilde dile getirebileceğine inanlardanım ben de. Sanırım buradan hareketle yaptığınız; Trakya ve Karadeniz havalarında iki tane parça dikkatimi çekti. (Günebakan ve Hay-Laz) Ayrıca longa ve sirtolardan oluşan “medley”iniz de hayli ilginç ve çok ses getirebileceğine inandığım bir çalışma. Bir Türk müzisyenin beslenebileceği hayli fazla kaynak var kültürel birikimimizde ve son çalışmalarınızda görülüyor ki siz de bu birikinmden etkilenmişsiniz. Halk müziğimiz ve saray müziğimiz için neler düşünüyorsunuz?

S.Ö.: TC vatandaşı olarak doğumumuzdan itibaren, farkından olsak da olmasak da, sevsek de sevmesek de annemizin, babamızın dinlediği ve bizim de dinlediğimiz müzikler bu ülkenin müzikleri; gerek klasik Türk müziği olsun gerekse de Türk halk müziği olsun. Bunların makamlarını duyduğumuz zaman hemen tanıyoruz ve kimi yerde hep bir ağızdan eşlik de ediyoruz. Öte yandan okumuş, yazmış, araştırmaya meraklı, batı dünyasıyla entegre olmuş bir nesil olarak batı müziğini de biliyoruz. Türk gitaristi; bu iki dünyayı “birleştirici” bir konseptle bir araya getirme uğraşında olan kişi aslında. Bir açıdan da; batılı müzisyenlerin kendi tıkanan müziklerine yeni kanallar açabilmek için “doğu müzikleri”nden ne kadar fazla faydalanmaya çalıştıkları gibi de bir gerçek var ve biz de bu kültürün göbeğinde yaşayan insanlarız. Biz; “doğunun en batısındaki” insanlarız. Bizde insanlar nasıl Avrupa’ya gitmek isterlerse, doğudaki müzisyenlerin de buraya gelip müzik yapma istekleri olduğu görülüyor. Böyle bakıldığı zaman çok avantajlı durumdayız ve bu avantajlarımızı kullanmalıyız. Hem batılı gibi gitar çalıp yenilik yaratma çabasına girmenin de manası yok. Batıda binlerce adam var zaten.

”Türk gitarist” olmanın bu iki dünyayı da kapsayan ve ikisini “birleştiren” bir konsepte sahip olduğunu söyleyebiliriz o halde?

S.Ö.: Aslında müziğin de böyle bir fonksiyonu olması gerektiğini düşünüyorum. Müziğin hiçbir fikre hizmet etmeyen ve insanları albüm süresi ya da konser süresi boyunca eğlendiren herhangi bir etkinlik olması fikri bana pek sıcak gelmiyor. Müziğin böyle birşey olduğum düşünsem “asla müzik yapmazdım” zaten. Müziğin insanlarda bir takım düşünceler oluşturup, birtakım aksiyonlar yaratması gerekir diye düşünüyorum. Çaldığım şeylerin; insanlarda hayata dair fikirler oluşturup, onlara ilham vermek ve böylelikle birtakım aktivitelerini yönlendirmek gibi faydaları olabiliyorsa o zaman “müziğin benim için anlamı var” demektir. Benim için müzik asla “sadece show değil”

Peki türk müziği dışında beslendiğiniz, etkilendiğiniz müzikler nelerdir, mutlaka zihninizden her an müzikle ilgili birşeyler geçiyordur ama evinizde dinlenirken müzik dinlemek istediğinizde neleri tercih edersiniz?

S.Ö.: Müzik konusunda kesin çizgilerim yoktur. Kulağıma çalındığında bana değişik gelebilecek, zihnimde belli fikirler oluşturacak, belli duyguları depreştirecek (gülüşmeler) herşeyi dinlerim. İnsanı başka atmosferlere sürükleyen, güzel melodileri, güzel ritmleri olan şeyleri tercih ettiğim gibi çok teknik ve yoğun armonilere sahip şeyleri de severim. Kısacası dikkatimi çekecek, duygularıma hitap edecek, birşeylere sevk edecek ve belli fikirleri olan her türlü müziği dinlerim.

Sizin için klasikleşmiş grup ya da sanatçılar vardır mutlaka?

S.Ö.: Aslında çok var ama sanırım en önemlileri: Van Hallen, Toto ve White Snike. Bilhassa White Snike ve Toto fanıyımdır.

Ne yalan söyleyeyim çalışmalarınızı dinledikten sonra insan “devasa bir stüdyoda çalıştığınız” hissine kapılıyor. Ama yakından bilirim, durum hiç de öyle değil. Biraz stüdyonuzdan bahsedelim; son albümde kullandığınız
donanımdan ve ekipmanlardan bahsedebilirsiniz mesela meraklısına?


S.Ö.: Eskiden 32 kanal mikserim, iki tane harddisk recorder, samplerlar ve bir dolap dolusu kompresorum vardı. Fakat teknoloji değişti ve gelişti. Artık bu kadar cihaza ihtiyaç da yok. Sıcak ve naturel bir sound elde etmek için yegane sistem tabiki analogtur ama dijital sistemin sağladığı pratik imkanlar ve maliyetlere baktığımız zaman ben dijital sistemi tercih ediyorum. Şöyle de bir gerçek var: sen istediğin kadar analog sistemle çalış, sonuç olarak yaptığın çalışmanın masterını 16 bit 44,1 kHz’lik bir tespit cihazına (CD) alıyorsun. Yani stüdyomda dijital sistem ile çalışıyorum. Temel kriterlere sahip bir donanımın olduktan sonra iş tamamen sende bitiyor. Kullandığın ekipmanları tanıyarak istediğin soundu rahatlıkla çıkartabilirsin. Ben de mutevazı ama tanıdığım ekipmanlarla çalışıyorum. Bilgisayar donanımı olarak; AMD işlemcili bir PC ve Steinberg’ün RMI tarafından yapılan Audiolink 96 Multiset ses kartım var. Pre-amp olarak da; bir tane lambalı stereo mikrofon pre-amfisi, 8 kanallı analog mikrofon pre-amfisi, bir tane kulaklık amfisi ve hoparlörleri besleyen bir tane de ufak mikser var. Bunların dışında AKG C3000, AKG D112 ve Shure SM57’den oluşan bir mikrofon setim ve Genelec hoparlörlerim var.

Genç hayranlarınızın merakla ve ısrarla öğrenmek istediği birşey daha var: “gitar dersi mevzuu” J ama bildiğim kadarıyla siz bizzat gitar dersi vermiyorsunuz. Peki gitar dersi için önerileriniz ne yönde oluyor, “Serdar abileri” kadar gitar çalmaya heves eden gençler için?

S.Ö.: Ders verebilmek için bir metod izlemek gerekir. Bu metodu hazırlamak için de bu işe vakit ayırabilmek gerekir. Başta da dediğim gibi vakitsizlik gibi bir problemim var. Bu nedenle kişisel ders vermek gibi bir durumum yok şu an için. Ama yakında internet sitemde küçük de olsa birtakım egzersizler, bilgiler ve tekniklerden oluşan bir köşe olacak. Ders almak için gelen arkadaşlara ben arkadaşımız Bora Uslusoy’un dersanesi Guitar Club’ı tavsiye ediyorum. Sonuç olarak Bora; GIT’de okumuş, gitar metodu yazmış ve bu işi profesyonelce yapan bir müzik eğitimcisi. Tarz ya da stil konusunda da; herkesin kendine has bir çalım stili yakalaması gerektiğini düşünüyorum. Ben Steve Vai’i çok severim mesela ama hiçbir zaman oturup da baştan sona bir Vai solosu çıkartmadım.

Yine çok meraklısının olduğunu bildiğim bir konuya geldik: gitarlarınız ve ekipmanlarınız J Çağlayan Örge’nin yaptığı el yapımı gitarları tercih ediyorsunuz. Ya manyetikler, amfiler?

S.Ö.: El yapımı bir tane çift saplı ve yine el yapımı bir tane de tek saplı gitarım var. Gitarlarımı Çağlayan Örge yaptı. Manyetik olarak da çift saplının; alt katında köprüde Joe Barden, sapta, Ibanez, üst katında köprü tarafı şu an için boş ama yakında alttaki Ibanez’i almaya düşünüyorum ve sapta DiMarzio var. Diğer gitarda ise köprüde DiMarzio PafPro, ortada Çağlayan’ın taktığı Dimarzio fakat ne olduğunu bilmediğim bir manyetik ve sapta da yine DiMarzio HS-3 var. Gitar pre-amp olarak; SansAmp PSA-1 kullanıyorum. Reverb, chorus, delay için de Quadroverb’in bir prosesörünü kullanıyorum.

Kapak tasarımda Taylan Ayık adını görüyoruz.Kendisini dağılan Diken grubundan hatırlıyoruz.Şimdilerde sanırım solo albüm hazırlığında ya da tamamlanmak üzere ve albüm sizin firmanız Öztop Müzik etiketiyle piyasaya çıkacak. Görülüyor ki “Öztop Müzik Ailesi” olarak hep dayanışma halindesiniz..

S.Ö.: Ben aslında aile demek istemiyorum bu olaya; biz sözü sohbeti birbirine yakın arkadaşlarız sonuç olarak. Hepimiz yaptığımız işe aşığız. Yaptığı işi para kazanmak için değil sevdiği için yapan insanları takdir ediyor ve böyle insanların etrafımda olmasından da mutluluk dokunuyorum. Taylan müzisyenliğin dışında, yıllardır profesyonel olarak grafikerlik yapıyor. İşini seven bir insan olduğu için ve rahat fikir alışverişi yapabildiğimiz için albümün grafik tasarımını da Taylan yaptı.

Bir dönem Bulutsuzluk Özlemi ile çalıştınız.Solo çalışmalarınızdan dolayı ayrıldığınızı duyunca grup adına birçoğumuz üzülmüştük.Yeni albümünüz piyasada ve yeni şehirler, yeni konserler, yeni yüzler ile tanışacaksınız.Peki albüm konserleri bittikten sonra yeni bir albüm hazırlığı mı başlayacak yoksa “Bulutsuzluk Özlemi”nde olduğu gibi bir grupla da çalışmayı mı düşünüyorsunuz?

S.Ö.: Herhangi bir oluşumun “arka plandaki elemanı” olmak istediğimi sanırım söyleyemem artık. Ama Serdar Öztop olarak; yeni bir proje tabiki. Serdar Öztop olarak planladığım işler, değişik fikirler var kafamda. Mesela, bir caz gitarcısıyla birlikte albüm yapmak ya da bir Dj ile birlikte farklı tarzda birşeyler yapmak istiyorum. Az önce değindiğim gibi “farklı tarzlardan müzisyenler” ile birlikte “buluşma konseptli” projeleri tasarlamak ve bunlar üzerinde çalışmak istiyorum. Şu aralar prodüksiyondaki diğer işlerle uğraşıyor olmasaydım sanırım, hemen yeni parçalar yazmış, düşündüğüm müzisyenlerle çalışmaya başlamış ve kayıtlara başlamış olurdum. Mesela Önder Focan ile uzun zamandır konuşuyoruz: Hem Önder Abi’nin hem de benim parçalarımın yer alacağı, caz ve hard rock yorumuyla Türk Müziği kıvamında enstrümantal bir çalışma yapmayı. Bunun dışında daha ritm ağırlıklı ve Dj ile birlikte çalışmak istediğim bir proje de var kafamda ama tabiki vakitsizlik yüzünden bunları hayata geçirmek biraz zaman alıyor.

Son birkaç yılda gözle görülür bir “rock patlaması yaşandığı kanısı” var birçoğumuzda bu belki de tamamen “yapımcıların; patlacak yeni şeyler arayışıyla oluşmuş geçici bir hissiyat” bunu önümüzdeki üç-beş yılda daha rahat göreceğiz! Bir prodüktör olarak ne düşünüyorsunuz ülkemizdeki bu “rock hadisesi” hakkında?

S.Ö.: Türkiye’de rock müzik bence patlamadı. Televizyonlarda kliplerinin dönmesi, gazetelerde boy boy haberlerin yer alması patlamış gibi görünmesine yetiyor ama bence henhangi bir patlama yok. Patlama demek “satışlar patladı” demektir. Yüzbinler satan rock grupları olduğunu söylemek pek doğru olmaz. Aksine şu gün için Haluk Levent’e yaptığımız albümlerden yüksek tiraja çıkabilmiş hiçbir grup da yok. Gerçek anlamda bir patlama olduysa bu tirajları çoktan geçmesi gerekirdi. Mesela Mektup albümü 750 bin, daha sert ve daha alternatif soundu olan Arkadaş da 400 bin tirajı yakaladı... Hatta daha çarpıcı bir örnek vereyim; bizim zamanımızda üniversite festivallerinde; rock grupları çalar, söylerdi; pop şarkıcıları çalmaz, söylemezdi. Rock müzik; gençliğin dinamizmini, içindeki enerjiyi ve hafif agresifliğini doğrudan karşılayan bir müzik olduğu için buna daha çok gençlerin rağbet etmesi normaldir. Ama rock patlaması olduğu söylenen şu dönemde günümüz üniversite festivallerinin hali de ortada...Bir de şu var: Rock’ta ağırlık merkezi; Anadolu rock’tan şehirli anlayışla yapılan rock’a doğru kaydı belki. Bunun sonucunda da rock patlamış gibi göründü ama Türkiye’de rock her zaman dinleniyordu. Şu güne baktığımızda; rock için satışlar düşük evet ama sponsor desteği var artık. Medyada gördüğümüz haberler de sponsor desteğini kazanabilmek için zaten. Büyük ve bedava konserlerde binleri biraraya getiren grupların, biletli konserlerine ne kadar insan gidiyor, herşey açık ve net ortada.

Piyasadaki genç rock grupları -rocker abilerine nazaran- daha rahat albüm yapabiliyorlar artık. Siz de dönem olarak bahsettiğim bu “rocker abiler”densiniz J. Eski dönemle yeni dönemi karşılaştırarak bu “yeni tür müzik” yapan genç gruplara nasıl bakıyorsunuz, özellikle beğendiğiniz ya da “müzikal anlamda tahammülünüzü zorlayan” gruplar var mı?

S.Ö.: Özellikle beğendiğim ya da beğenmediğim gruplar olduğunu söyleyemem. Sektör hala gelişmekte bu yüzden b. Yeniliğe ihtiyacımız var. Gruplar için “sokakta olmak önemli”. “Albüm yapalım sonra sokağa çıkalım konser verelim, yürür gideriz” gibi durum söz konusu değil. Gruplar zaten sokakta var olmalı, performans sergiliyor olmalı ve kendilerine ait bir fan kitleleri olmalı. Eğer grup kendi fan kitlesini oluşturamıyorsa yapacak birşey de yok. Amerika’daki sistem de bunun gibi değil mi? Lokal gruplar var ve bunların kendi fan kitleleri var. Grup nerde çalıyorsa fanları da orda... Barda, orda, burda program yaparak kendine bir fan kitlesi yaratan gruplara albüm yapmak; bu oluşumu büyütüp, ülke çapına yaymaktır sadece. Bahsettiğin de bununla alakalı. Mesela ben de bu tarz bir prodüksiyon yapmak istesem; barlara giderim, kim var kim yok bakarım. Sonra beğendiklerimin konserine giderim. İnsanlar ne tepki veriyor bakarım, eğleniyor mu, müziğe ne kadar katılıyor, performans nasıl bunlara dikkat ederim. Bu şekilde olup bir de kendi bestelerini yapan gruplar için albüm yapmak artık sürpriz değil.

Siz de bir prodüksiyon firması sahibisiniz: Öztop Müzik. Bugüne kadar kendi albümleriniz dışında benim bildiğim Bora Uslusoy’un, Quartet Muartet’ın albümlerini yaptınız ve çıkarmaya hazırlandığınız bir-iki yapım daha var: Murat Köseoğlu ve Taylan Ayık. Bir prodüktör olarak çok seçici mi davranırsınız, yapımlarınızda?

S.Ö.: Bugüne kadar yaptığım prodüksiyonlarda seçici davrandığımı söyleyebilirim. Açıkçası çalıştığım insanların ya müziklerini ya da insanlıklarını seviyorum. Bora Uslusoy ve Quartet Muartet’in dışında dışında Murat Köseoğlu, Yırtık Uçurtma ve Taylan Ayık 2005 yılı için söz verdiğim prodüksiyonlar. Bunlar benim için bir anlamda dönüm noktası olacak diyebiliriz. Nitekim bu projelerden sonra sanırım birtakım kararlar almam gerekecek. Bundan sonra belki bu tarz çalışmalara devam ederim belki de tamamen enstrümantal çalışmalara yönelirim. Bunu biraz da zaman gösterecek.

Yaklaşık iki milyon gencin hayalini kurduğu ve bu ülkenin en iyilerinden bir üniversitenin -Boğaziçi Üniversitesi- iki ayrı bölümünden mezunsunuz. Müzisyenliğin dışında İnşaat Mühendisi gibi bir de unvanınız var ama siz müziği inşaat mühendisliğine tercih etmişsiniz. Müzik sektörünün malum ekonomik koşullarıyla yüzyüze kalıp da bu kararınızdan hiç pişman oldunuz mu?

S.Ö.: İnşaat mühendisliği hiç sevmedim aslında ben. Ama bilgisayar mühendisliği okumuş olsaydım; sanırım o mesleği icra edebilirdim. Ama inşaat mühendisliği yapmayı hiç düşünmedim. Şehre şöyle bir baktığın zaman görürsün; her tarafın beton yığınıyla dolduğunu. Duygusal bir konu bu benim için. Herşeyden önce benim sanatçı ruhuma aykırı bir iş. Bu beton yığınlarını yapan kişilerden biri olmak hiç istemediğim birşey. Dolayısıyla kazandıracağı paranın da önemi kalmıyor benim için. Boğaziçi’ni kazanma durumunu da kafamın matematiğe çalışıyor olmasıyla açıklayabilirim, herhalde. Üniversiteyi kazandığım sene 52 soruda 52 net yapmıştım nitekim...

Son olarak şunu sormak istiyorum: Ülkemizin rock alemlerinde bir Haluk Levent gerçeği var elbette ve geçmişte siz de onun gitarlarını çalıyordunuz. Ayrıca iki albümünün de yapımını üstlendiniz. Kendi adıma sizin “Haluk Levent soundu”nun en büyük mimarı olduğunu düşünüyorum. Bu tarz beğenildi ki bir dönem piyasaya bir sürü kopyası da çıktı...

S.Ö.: Haluk Levent örneği; modern anadolu rock akımının başlangıcı sayılabilir. Bu ülkedeki müzik dinyecilerinin algılama düzeyleri çok farklı. Arkadaki sounddan çok öndeki adama bakılıyor. Yani onun için; nasıl müzik yapıldığı değil öndeki adamın ne dediği, duruşu, kişiliği ve söylemleri önemli. Müzik aşığı olan, müziğe destek veren insanları dışında tutarak söylüyorum: Haluk Levent gerçeğini yaratan da o sound değildi. Böyle düşünüldüğü zaman Haluk Levent’i Haluk Levent yapan adam da ben değilim. Arkadaş albümünü yapan benim, hatta o albüm benim albümümdür diyebilirim. Düzenlemelerden, kayıtlara, çalınan gitarlardan, Haluk’un okumasına kadar herşeyde benim emeğim ve inisiyatifim söz konusudur. Matematik yaparak konuşalım: Yollarda albümüyle Arkadaş albümü arasındaki sound farklılığını algılayabilecek insan sayısı da bence az. Eğer algılanabiliyor olsaydı şu an Türkiye’de Serdar Öztop’u tanıyan en az 100 bin kişinin olması ve bunların en az 20 bininin Suküt çıktığında talep göstermesi gerekirdi... Yani genel için müzik yeterince önemli değil. İnsanların aradığı; Haluk Levent gibi bağırarak şarkı söylemek, arkadaki soundun kaliteli olması ya da olmaması değil. Bütün bunlardan dolayı “Haluk Levent’i ben yaptım” demek garip bir tavır olur, işin orasında da ben yokum!

Tarih: 16.12.2005
Röportaj: @Borknagar
 
Geri
Üst