Can Dündar

Öyle bir ilişkiye tutulursunuz ki ne sevebilir ne terk edebilirsiniz.
Kör kütük bağlanmışınızdır aslında.
En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır.
İç çekişmelerinizin nedeni, yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.
Göz yaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkahanızdadır.
Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...
Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır.
Sınırsız ve nihayetsizdir.
Ölmek var dönmek yoktur.

Gün gelir anlarsınız, içten içe bir şeylerin kanadığını.
Tutkulu sevdaların gizli hançeri başlar parıldamaya...
Orasından burasından eleştirmeye koyulursunuz,
Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa...
Başkalarını örnek göstermeye, "bak onlar nasıl yaşıyor" demeye başlarsınız.
Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını ararsınız.
Aşkınızın gözü kör değildir artık.
Yanlışını görür düzeltmek istersiniz.
"Eskiden böyle miydi ya...."diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirinin kapısı.
Açıldıkça bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltınızdan.
Böyle sürmeyeceğini bilirsiniz, değişsin istersiniz.
O, sevgisizliğe yorar bunu... ihanete sayar...
Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.
"Ya sev böyle ya da terk et" diye gürler.
Bir zamanlar bir gülücüğüyle, alacakaranlığı ısıtan o rüya,
Bir kabusa dönüşür birden...
Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size...
Hoyrattır bakmaz yüzünüze, zehir akar dilinden, konuşturmaz.
Suçlar, yargılar, mahkum eder. mühürler dudaklarınızı. siler sizi defterden...
"iyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için..." dersiniz dinletemezsiniz.
Ayrılırsanız yaşayamayacağınızı bilirsiniz ama böyle de sevemezsiniz.
İhanetten kırılmıştır kaleminiz, severek terk edersiniz....
"Madem öyle"nin çağı başlar ondan sonra.
Madem ki siz böylesine tutkun iken O hep başkalarını seçmiştir,
Madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde günah sizden gitmiştir.
Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz.
Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece....
Daha özgür olacağınız limanlara demirlersiniz bir süre.
Ne var ki unutamaz, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni...
Ansızın kulağınıza çalınan bir şarkı ya da kapı aralığından,
Süzülüp gelen bir korku hatırlatır onu yeniden.
Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder, ağlarsınız.
Kokusunu özlersiniz, türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi,
Yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh şarap içmeyi...
Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız...
Sular kulağına fısıldasın diye..
Dönüp, "seni hala seviyorum" diye bağırmak gelir içinizden.... Dönemezsiniz.
Görmedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.
Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu.
Ne onunla olur, ne onsuz...
Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu,
Hem "ne olacak sonunda" kuşkusu.
Böyle sevemezsiniz…Terk de edemezsiniz….
Sürünür gidersiniz!...


Aşka ve Terke Dair
 
Bir lafı var ezbere yazıcam eksik olabilir.
"Bİr kez daha yazmıştım her seçim bir kaybediştir diye.
Hayata başka gözle bakmayı öğrendiyseniz eğer, bu seçimde kazandığını sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz"

Ya bir de "siz asıl sandıklarınız bir bileşkesi misiniz, yoksa asıllarınızda kopyalarınızdan mı oluşuyor" gibilerinden bie yazısı vardı.. O hangi kitapta nerdeydi hatırlayan varsa bi zahmet
 
her seçim bir kaybedistir"
her tercih bir vazgeçistir çünkü... sabah ise gitmekle, yatakta nefis bir miskinlik firsatindan vazgeçmis olursunuz. kalkar kalkmaz hayat bin bir seçenegi dayar burnunuzun ucuna... "ne giysem" telasindan, ögle yemeginde "ne alirdiniz?" diye basucunuzda biten garsona, "hangi kanaldaki filmi izlesem" kararsizligindan "bize oy verin" diye bagrisan partilere kadar her sey, herkes, her an sizi israrla bir tercihe zorlar. yastiginiza teslim olmussaniz, belki disarda isil isil bir günden vazgeçmis olursunuz. bahar esintileri tasiyan bir elbise belki o gün yasaminizi isildatabilecekken, agirbasli bir sadelige karar vermekle muhtemel bir tanisikligi tepersiniz........'
 
bungula demiş ki:
Bir lafı var ezbere yazıcam eksik olabilir.
"Bİr kez daha yazmıştım her seçim bir kaybediştir diye.
Hayata başka gözle bakmayı öğrendiyseniz eğer, bu seçimde kazandığını sananlara yalnızca acıyarak gülümsersiniz"

Ya bir de "siz asıl sandıklarınız bir bileşkesi misiniz, yoksa asıllarınızda kopyalarınızdan mı oluşuyor" gibilerinden bie yazısı vardı.. O hangi kitapta nerdeydi hatırlayan varsa bi zahmet

Hiç düşündünüz mü orjinal kişiliklerinizden kaç kopya çıkarılabileceğini?
Kaç farklı hayatı bir arada yaşadığınızın farkında mısınız? İstemeden yaptıklarınız, isteyip yapamadıklarınız, gündüz yapıp gece pişman olduklarınızla nasıl çaresizce başka başka dünyalara doğru kanat çırpmaya çabaladığınızı fark ediyor musunuz?
Bir dost nikahının ortasında birden bastıran hüznün, bir büyüğün cenazesinde karşılaştığınız eski bir dostla çıkagelen coşkunun, sizi nasil kopya kopya çoğalttığını ve tek bir sizden ne çok sizler yaratttığını biliyor musunuz? Sınırlı bir hayatı çabucak tüketmek icin dörtnala koşturup dururken, bir an olsun durup, geride kac farklı ayak izi bıraktığınıza dikkat ediyor musunuz? Sahi kac kopyayız biz?Aynı beden içinde kac farklı ruh halini aynı anda yaşayıp, kaç farkli kişiliğe bürünebiliyoruz?Bu kişiliklerin hangisi biziz, hangisi fotokopimiz? Hüzünlü bir dağ basında sadece ırmak şırıltısı ve kuş sesleriyle sakin bir hayatı düşleyen bıkkınlar misiniz, yoksa deniz kenarında bile televizyonlarını ve cep telefonlarını elinden bırakamayan gönüllü kent mahkumları mı? Ya aynı anda ikisine birden özenmenizi nasil aciklayacaksiniz?..
Hangi kopyanız 'Kaçıp gidelim uzaklara' diyor, siz sıkı sıkıya bu topraklara bağlı dururken?..
Kinler, sevgiler, öfkeler, kahkahalar ve gözyaşlarıyla örtülmüş, çok kopyalı bir hayatı nasıl kendinize bile söylemeye cesaret edemediğiniz bir tür iki (üç-dört..?) yüzlülükle yaşayıp gittiğinizi fark ediyor musunuz? Resmi bir toplantının ortasında, aklınızdan masanın üzerindeki kalın raporun sayfalarından oyuncak uçaklar yapıp, tek tek aşağı atmak geçerken hala büyük bir ciddiyetle köskös oturuyor olmanızı gülümseyerek mi hatırlıyorsunuz, üzülerek mi?..
Aklınızdan geçeni yapamamanın, ruhunuz kopya kopya çoğalırken asıl hayatı tek kopya olarak tüketiyor olmanın bedelini biliyor musunuz?
Kopyalarınızı orjinal kimliğinizle konuşturuyor musunuz hiç?..
İçinizdeki canavar, ruhunuzdaki melekle hesaplaşıyor mu?
Siz kopya sandıklarınızın bir bileşkesi misiniz? Yoksa kopyalarınız da aslınıza mı benziyor?
Bilmeden her kopyada aslınızı yeniden mi üretiyorsunuz?
Göçüp giderken ardınızda kaç asıl, kaç suret bırakacaksınız?
Kaçının hatırlanmasını isteyecek, kaçından utanacaksınız?
Sahi, kaç kopyasınız siz?..
Hangisi sizsiniz, hangisi fotokopiniz?..
 
Felluce'yim ben... Yıkık, harap, mağrur ve asi...
Medeniyet denilen arsız yalanın tekzibi...
İşgale uğradım, yağmalandım, kana bulandım.
Evlatlarım ceset ceset yatar caddelerimde...
...dünyanın gözleri önünde...
Sofrasında yer aradığınız bir ziyafetin zor lokmasıyım.
Barbarların istilası karşısında Şark'ın nefs - i müdafaasıyım.
* * *
Bayramdı.
Çatışma vardı.
Cuma sabahı camide vuruldum.
Yerde can çekişirken bulundum.
Yaradan'ın evinde, Yok - eden vardı o gün...
Aradıklarını söyledikleri kitle - sel imha silahlarıyla geldiler.
Kafama nişan alıp, beynimi deldiler.
Dağıldı kafam, parçalandı yüzüm.
Kızıla kesti dayandığım duvar;
Kendi kanıma gömüldüm.
* * *
Tanırsınız beni...
Vietnam'da beynine kurşun sıkılan da bendim;
Filistin'de taşlarla kolu bacağı kırılan da...
İzmir'de ilk kurşunu atan da...
Hepsinde suçum aynıydı:
İşgalciye karşı ülkemi savunuyordum.
Ve kanlar içinde yattığım yerden dünyaya, unuttuğu bir yemini, "isyan"ı
hatırlatıyordum.
* * *
Fakat ne mümkün!
Katilim, benden çok önce dağıtmış dünyanın beynini...
Kara bir perde inmiş Ademoğullarının gözüne...
Görmüyor, duymuyor, ses vermiyor.
Susuyor riyakarca...
Aslan tarafından parçalanan avın artığına göz dikmiş sırtlanların iştahıyla...
...susuyor, katliama ortak olma pahasına...
* * *
Şimdi yalanlar söyleyecekler sana...
"Özgürlük götürdük, onun için öldürdük" diyecekler.
Bir tek yüzüm var, bunun karşısına koyabilecek.
Bu darmadağın, bu delik deşik, bu kanlı yüz, feneri olsun kör gözlerinizin...
Felluce adını, zulmün defterine yazın.
Ve asla unutmayın.
Dönerim bir gün; mazlumun ahı gibi çıkar gelirim.
İsyanlarla, sandıklarla... olmazsa, belime sarılmış bombalar, cephane yüklü
kamyonlarla...
"Terörist" diye işitirsiniz manşetlerde adımı yine; büyüğüne tapar, küçüğünü lanetlersiniz.
Suçlunun savcı, mazlumun sanık olduğu bu sefil mahkemede, adım adım faşizme gidersiniz.
Ödersiniz bedelini sükutunuzun...
Bir gün pişman olursunuz.
İşte o gün hatırlayın beni:
Ben, Felluce'yim.
21. asrın kabristanı, insanlığın son kalesiyim.


23 Kasım'daki köşe yazısından.
 
Can Dündar'ın babası ve kendi oğluyla olan duygularını paylaştığı bir yazısı vardı..Hala aklımdadır..Tamamını hatırlasam yazardım..Fakat hatırlamıyorum..Herkesin okumasını isterim..
 
mavie demiş ki:
Can Dündar'ın babası ve kendi oğluyla olan duygularını paylaştığı bir yazısı vardı..Hala aklımdadır..Tamamını hatırlasam yazardım..Fakat hatırlamıyorum..Herkesin okumasını isterim..

Babalar ve oğullar


Babamın oğluydum önce..
"Bab - ba" diye heceledim adını ilkin... Ona doğru yürüdüm ürkek, cılız adımlarla... Kocaman avucuna verip avucumu, cesaretle karşıdan karşıya geçtim. "Baba bana top al" yazdım okul fişleriyle; ilk yazımdı. "Benim babam, seninkini döver" diye böbürlendim dayak yiyince... "Babam ne çok şey biliyor" diye şaştım dinledikçe... Öğütleri ondan aldım, ödevleri onunla yaptım, ilk içkiyi onsuz tattım gizlice... Üzüldüm, bayramda işe gidince... Sonra... "Külotumdaki şu leke de ne baba", "Bu kızı çok seviyorum baba", "Evlenmeyi düşünüyorum ne dersin baba", "Bir oğlumuz olacak baba"... "Niye ağlıyorsun baba?.."
***
Oğlumun babası oldum sonra...
Ben de "Bab - ba"ydım artık... O cılız adımlar bana koştu; top almak bana düştü. Okulda örselenip geldiğinde pazularımı gösterdim, güvensin diye... Yeniden açtım ansiklopedileri; baktım, gök niye maviymiş, gemi nasıl yüzermiş, Kenya nereye düşermiş... Babaydım; her şeyi bilmek zorundaydım. Gizliden gizliye inceliyorum şimdilerde; neler okuyor, hangi siteleri geziyor, kimlere gönül koyuyor? O kızı seviyor mu gerçekten? Kız, onu hak ediyor mu? Eziyor, eziliyor mu? Yarın daha zor sorular gelecek: Külotundaki lekeyi nasıl anlatmalı? Belalardan nasıl korumalı? Düğünde gözyaşlarını nasıl tutmalı?
***
Babamın babası oldum bu arada...
Cılızlaştı, yıllar önce "Bab - ba" diye cılız adımlarla kendisine koştuğum adamın adımları... Şimdi karşıdan karşıya geçerken küçülmüş avucunu büyüyen avucuma alıyorum; karşılıksız verdiği bir borcu geri ödeyebilmenin hazzını yaşıyorum. Şaşıyor bazen konuştuğuma, yazdığıma; "Oğlum ne çok şey biliyor" diye... Üzülüyor, bayramda ziyarete gidemeyince... Ve kızıyorum ben, ilacını içmeyip gizlice içki, sigara içince... "Daha çok yemelisin baba", "Sağlığına dikkat etmelisin baba", "N'olur birbirinizi üzmeyin baba", "Biliyorum, ben de özledim baba", "Kendine dikkat et baba..."
***
Ben de oğlumun oğlu olacağım gün gelince...
Küçülecek avucum, onun büyüyen avucunda... Zor yürüyeceğim cılız adımlarımla ona doğru. Daraldığımda stres topu alacak, bunaldığımda yanı başımda olacak. Onu dinlerken şaşacağım bunca şeyi nasıl bilebildiğine... "Uğramıyorsun" diye yakınacağım. "Doktor" diyecek kaçacağım. İğneye gelen hemşireye "Oğlum gelirse hepinizi döver" diye dayılanacağım. Ona soracağım külotumdaki prostat lekesinin anlamını... Ondan gizli saklı içeceğim. Gün gelecek, silinecek hafızam; onu bile hatırlamayacağım. Çocuklaşıp "Bab - ba" diye heceleyeceğim belki... İhtimal, başucumda oğlumun oğlu olacak.
***
Zaman denilen devridaim makinesi, rengarenk bir dönme dolap gibi, allı morlu ışıklar saça saça, bir aşağı bir yukarı taşıyacak bizi; oğlu babaya, babayı oğla dönüştürerek, çocukları büyütüp büyükleri küçülterek, bir "neydik, ne olduk" oyununda ömürler söndürüp son durakta herkesi başladığı yere döndürerek...
En iyisi oğullaşmış babalar, babalaşmış oğullarla üç kuşak bir arada binmeli bu güzelim çarkıfeleğin ışıklı vagonlarına...
Ve itişmeden uçuşmalı, tutunup zamanın uçsuz bucaksız kanatlarına..


d.n :Milliyetten alıntıdır...
 
Koyu kemalist tavrı dışında şu ana kadar benimsemediğim, okurken ve izlerken "böyle insanlarda var neyseki" biçiminde rahatmaadığım tek bir söylemi yoktur.
Bu ülkenin fazlaca ilerisinde düşünen bir insandır. Milliyet almama neden olan 3 yazardan biridir (Ece Temelkuran ve Çetin Altan diğer ikisi)
 
can dündar şu ana kadar gelmiş geçmiş parmakla sayılabilecek kadAR değerli bir yazar. milliyet te yazdığı hiç bir yazıyı kacırmam hatta bazıları bende saklı durur tekrar tekrar okurum. aldığı konular ve bu konular üzerindeki bakış açıları ve tespitleri oldukca basarılı bence. ben onun gezi yazılarına ait kitaplarını da okudum. tatil için oldukca ideal kısa kitaplar. ben bi gün içinde bitirmiştim. sevenleri için oldukca ideal kitaplar. öneriyorum.
 
cd89 demiş ki:
can dündar şu ana kadar gelmiş geçmiş parmakla sayılabilecek kadAR değerli bir yazar. milliyet te yazdığı hiç bir yazıyı kacırmam hatta bazıları bende saklı durur tekrar tekrar okurum. aldığı konular ve bu konular üzerindeki bakış açıları ve tespitleri oldukca basarılı bence. ben onun gezi yazılarına ait kitaplarını da okudum. tatil için oldukca ideal kısa kitaplar. ben bi gün içinde bitirmiştim. sevenleri için oldukca ideal kitaplar. öneriyorum.

"Uzaklar" tam bu türde ve okunması gereken bir kitap...
 
Suskunluğun Tarihi

Bir gün bir tarih yazılırsa, yeri gelip de söylemediklerimizden, bakarsınız suskunluğumuzun da hesabı sorulur bizden...
'İnsanları yapmadıklarıyla yargılayan yeni bir tarih yazılmalı' diye güncesine not düşmüştü Aziz Nesin...
Düşünsenize, ne ilginç olurdu kahramanlarımızı yaptıklarıyla değil de yapmaktan korkup çekindikleriyle, yapamayıp es geçtikleriyle tarih sahnesine çıkarıp sorgulamak yeniden... Öyle ya, söylediklerinden çok sakladıklarında saklıdır insan...
Gizlediklerine gizlenir. O yüzden, anlamak için konuştuklarından çok sustuklarina kulak vermek gerekir.
Efendilerimizi var eden, insanoglunu ebedi köleliğe ve haksızlığa mahkum eden şey de o sükunet değil midir zaten?.. Böyle bir 'Suskunluk tarihi' yazmak harika olmaz mıydı?
*
Hepimizin tarihinde vardır böyle kara noktalar... Kendinize itirafci olun; bulursunuz... Elinizde olduğu, yapmanız gerektiği halde yapmadıklarınızı düşünün:
Bir zulme tanıklık etmiş müdahale edememişsinizdir; bir çaresizin yardımına koşamamışsınızdır; bir haksızlığa göz yummuş ya da zorbalık karşısında sinmişsinizdir. Bazen isyanınız cesaretinizin sınırlarına toslamıştır. Risk alamayışımız, kararsızlığımız, ürkekliğimiz, 'nemelazım'cılığımız, 'banane'ciliğimiz, 'bana dokunmayan bin yıl yaşasın'cılığımız, 'her koyun kendi bacağından asılır'cılığımız, kimbilir ne çok yangına, acıya, baskıya neden olmustur.
Hiçbir özgeçmişe girmez bunlar... 'Tercume-i hal'de bahsi geçmez. Biz biyografimize fedakarlıklarımızı yazarız hep, oysa feda ettiklerimizdir asıl bizi anlatan...
Gördüklerimizde değil, görmezden geldiklerimizde, göze aldıklarımızda değil, göz yumduklarımızda, yüz verdiklerimizde değil yüz çevirdiklerimizde, sineye çektiklerimizdedir ipuclarımız... O noksanlar olmadan noksandır insanın tarihi...
*
Herkesin sadece kendine itiraf edebildigi, hatta bazen kendinden bile gizlediği bu türden kaçışları vardır. Vicdanımız çok zorladığında bahanelere sığınır rahatlarız. 'Ama sadece biz değil herkes susmustur,' 'O da hak etmiştir,' 'Yarın bizim başımıza gelse kimse dönüp bakacak mıdır?' Üst üste yığılmış bahanelerden koca bir uyku tulumu kapatır acımızı; unutturur utancımız...
Sessizliğimizin bet bir sesi vardır; kitaplarda yazmaz ama 'öteki tarihte'te kayıtlıdır.
*
Kurtardığı hastalarıyla övünen her doktor, kurtaramadığı hastaların da yükünü sırtlanır. Ve nasıl ki bir golcu attiğı kadar kaçırdığı gollerden de sorumluysa,yazar da yazdıkları kadar yazmadıklarının da vebalini taşır omuzlarında...
Sicili, biraz da yazmadıklarında yazılıdır. Kıymeti, dilbazlığı kadar, sessizliğine de tepellidir. Bir gün bir tarih yazılırsa, yeri gelip de söylemediklerimizden,
bakarsınız suskunlugumuzun da hesabı sorulur bizden...
...UTANIRIZ !
 
Kedilerle ilgili bu durumu yeni öğrenmiştim:

Normalde sokak kedisi kendini saldırgan köpeklere karşı koruyabilirmiş.

Bu direnci kıran tek şey neymiş biliyor musunuz:

Sevgi...

İnsanoğlu, eğer bir sokak kedisinin başını okşar ve ona şefkat gösterirse kedicik kendisinin koruma altında olduğunu zanneder ve sivri tırnaklarını içeri çekermiş.

Ve vahşi köpeklerin azgın dişlerini gırtlağında veya itlaf ekiplerinin zehirli etlerini midesinde bulurmuş.

* * *

Küçücük bir dokunuşta gardı düşen ve ölümcül yaralara açık hale gelen sarmanların kaderinde kendi aşk hayatımızın hülasasını buldum.

Biz de Eros'un şefkatine sığınıp, sevdalanınca en mahrem zaaflarımızı ele vermiyor muyuz?

Yıllar yılı ardına sığındığımız barikatların anahtarını gönüllü teslim edip, tırnaklarımızı içeri çekmiyor muyuz?

Sevginin bizi kollayacağına, sarıp sarmalayacağına dair ön kabulümüz yüzünden koruma duvarlarımızı gönüllü kaldırıp, yaralarımızı açık hale getirmiyor muyuz?

Sonra ne oluyor?

Sevdamız en büyük zaafımıza dönüşüyor.

Saçımızı okşayan elin bizi ilelebet kollayacağına inanıyor, tatlı sözlere kanıyoruz. Taklalar atıp, cilveler yapıyoruz.

Ve en ummadığımız anda, en korunaksız halimizle yakalanıyoruz aşkın hoyrat yüzüne...

Şefkatimiz katilimiz oluyor.

* * *

Ders almak mı?

Ne münasebet!..

Daha son ihanetin yarası kabuk bağlamadan, yeni yaralar için aralıyoruz kalbimizin kapılarını...

Zavallı bir kedi yavrusundan farkımız yok aşkın karşısında...

Boynumuzda, kalbimizde pençe pençe darbe izleriyle, her sıcak dokunuşta çocukça uysallaşıp, her hayalkırıklığında "köpek gibi" pişman olarak, her terkedişte acı çekip her dönüşte biraz daha kanayarak, kanayan yerlerimizi kediler gibi dilimizle yalayarak, "Bir daha asla"larla "Daima"lar arasında yalpalayarak yara bere içinde yaşıyoruz.

O yüzden "Melek"ler, içe kıvrık patilerle gömülüyor.

Ve hayata "Şeytan"lar hükmediyor.

* * *

Belki de en iyisi kuyruğu her daim dik tutmaktır...

Şefkate kanmış mefta bir ev kedisi olmaktansa, gardını almış hayta bir sokak kedisi kalmak daha iyidir.
 
HİÇ

Hiç Bir insani unutmak,
bir insandan vazgeçmek,
bir insani hayatindan sonsuza kadar çikartmak zorunda
kaldin mi hiç?
Hani ölmüs gibi,
hani uzatsan da elini tutamayacagini bilmek gibi,
her an kapindan içeri gülümseyerek girecegini bekleyip
ama aslinda hiç gelemeyecegini de bilmen gibi.
Ne zor sey degil mi ölmedigini bilmek ,
ama ölmüs gibi ulasilmaz olmasi artik o insanin sana,
ne kadar katlanilmaz bir gerçek degil mi
sen hala bu kadar sevgili iken?
Özlemek,
bu kadar özlemek,
etini kemigini yakarcasina özlemek...
çok kötü degil mi?
Bu kadar özleyip onu görememek,
ona dokunamamak,
onu isitememek ,
artik sonunun "Pi" hali degil mi?
Biliyorsun degil mi?
Ne kadar umutsuz bir arayistir o,
kalabalik caddede geçen binlerce yüze bakmak
belki bir kez daha görebilmek için o yüzü,
belki biraz önce geçti bu kaldirimdan diye düsünmek,
belki su an arkamda yürüyen insanlarin içinde bir
yerde demek,
belki su an üzerimdedir gözleri diye paranoyalar
yasamak
ne zordur degil mi?
Ne kadar eritir insani farketmeden.
Sende biliyorsun degil mi bunlari.?
Bir sinema koltugunda sende iki kisi gibi oturdun mu
hiç?
Hiç iki kisi gibi zevk aldin mi bir konserden yalniz basina.
Güzel bir kafe kesfettiginde,
güzel bir film seyrettiginde,
güzel bir sarki dinlediginde
güzellikleri oraninda eksik kaldiklarini hissettin mi
paylasamadigin
için
onunla.
Bir barin kalabaliginda hiç yarim vücudunla sallandin
mi ortada?
Hiç iki kisilik beyninle yarim insan olabildin mi?
Baktiginda aynana sadece yüzünün bir yarisini gördügün
oldu mu hiç?
Sana hayatindaki en büyük yoksunlugu yasatandan
nefret edemedigin zamanlar oldu mu hiç?
Gözünün içine baka baka kolunu bacagini kesen bir
insanin yüzüne
sevgi dolu bir gülümseme ile bakabildigin zamanlar
oldu mu hiç?
Hayatta inandigin bütün degerlerini altüst eden
birisine ask siirleri
yazabildin mi?
Onu içinde korumanin seni yok etmek oldugu zamanlara
feda oldun mu hiç?
İçinde aglayan çocuga umut sarkilari söyleyemedigin,
özlemini,
susuzlugunu,
açligini gideremedigin zamanlar oldu mu hiç?
Kanayan yarasini gördügün
ama merhem olamadigin zamanlar.
Gücünün,
hani o tanrisal gücünün
bir çocugun aglamasini susturamayacak kadar oldugunu
gördügün zamanlar
oldu mu hiç?
Hiiiiiiiç....
Hiiç...
hiç...
bir hiç..


CAN DÜNDAR
 
Geri
Üst