Raporluyorum

işyerinde mesaideyken herkesin çekmecesi açıktır bizim, ben bu işe ilk başladığım yıllarda kitleyip molaya öyle çıkıyordum, bir gün büyüklerden biri "kitleme yanlış anlaşılır, burda kimse kitlemez, rahat ol hiçbirşey olmaz" demişti, ben de o gündür bugündür kitlemiyorum çekmeceyi, o yüzden hep açıktır. çekmecede zula mula yok abi, ilk bölmesini açar açmaz zaten paket/çakmak/v.s. herşey ortada. bunu yapan tek bir şahıstı, samimiyet oluştuktan sonra aramızda çekmeceyi açıp arkamdan paketle beraber geliyodu ve ne yaptığının farkında değildi, hayır ben oraya özel birşeyimi de koyabilirdim, rahatsız edici bir durum, uyarınca kesti ama şimdi görüyorum, başkalarına yapıyor aynı şeyi, hakkatten enteresan :S bunun adına hırsızlık diyemem, geliyor haber veriyor, "helal et" filan diyor da insan dumura uğruyodu yani :)
sonra bir gün yine bu olayı konuştuğumuzda kocasının sigara içmesine çok kızdığını, eve kesinlikle paket götüremediğini, bir defasında şiddetli bir kavga ettiğini filan anlatmıştı, ben de tamam takma kafana deyip teselli etmiştim ama içimden şunu da demeden edemedim yani "kardeşim kocan kızıyorsa paketini kendi çekmecende bırak, eve götürme, bize niye dadanıyon?" :)
insanlar garip yaw vallahi çok garip :S
 
ben size daha güleceğiniz birşey söyliym, ben öğle yemeğinden önce sigara içmem, yine bir sabah saat 10 molasına çıktım tek başıma, o gün de akşamdan sıfır paket almıştım. telefonumu filan kurcalıyorum, bi baktım uzaktan bu geliyor, elinde paket ve ateş görüyorum, içimden diyorum "ulan bunun başına birşey mi düştü, paket almış" filan diye, geldi benim masaya oturdu, elindekileri bi koydu, benim açılmamış sıfır paket ve çakmağım. paketi bir güzel açtı, çöpünü attı, içinden bi dal aldı, bi yandan yakmaya çalışıyo bi yandan da "haberin olsun paketini aldım heaa" demeye çalışıyo :))) söylemene ne hacet görüyom zaten aq paketin nasıl ırzına geçtiğini :)
hayatımda gördüğüm en enteresan olaylardan biriydi, sigara paket filan maddi olarak umrumda değildi o an, insanlar nasıl bu kadar rahat olabiliyorlar, biz bir adım atarken kılı kırk yararken, millet tarlada yürür gibi yaşıyo:)
 
Sarıyer'de geçirdim bayramı. Epeydir gidip kalmıyordum, bayram güzel bir bahane oldu.

Ramazanın bitmesiyle birlikte müthiş bir nem çöktü ülkeye. Bir çok şehirden insan aynı şeyi söylüyor, nefes alamıyoruz diyor. Nitekim İstanbul'da da özellikle deniz civarı ilçelerde nemin daha yüksek olacağı söylenmişti fakat böylesini beklemiyordum. Yani Sarıyer'i daha önce böyle görmemiştim. Sürekli sinekler ısırıyor gibiydi gövdemizi.

Martılar sıkıntı yaratacak raddeye gelmiş artık. Çoğalmışlar ya da huy değiştirmişler. Annemler ve teyzemler, gençliğimizde böyle değildi diyor, onların gençliğini bırak benim çocukluğumda bile bu kadar değillerdi. Susmuyor namussuzlar, bağırışları da normal kuş bağırışı değil; yavaş başlayıp sonradan açılan, toktan tize giden katmerli acı bir haykırış gibi.

Hal böyle olunca bayramın ilk gecesi uyuyamadım. Sonra dikkat kesildim ki -camlar açık yatıyoruz haliyle- zaman zaman yükselen, zaman zaman alçalan bir ses geliyor. Biri durmaksızın konuşuyor. Ara sıra da, allaaaaaaah diye nara atıyor... Ulan nerden geliyor bu ses diye düşünürken fark ettim ki, sesin kaynağı Yuşa Baba tepesi. Hafif, nazlı rüzgarın akorduyla ses de yükselip alçalıyor. Ama böyle bir vaaz verme şekli yok; dayı susmuyor. 1 gibi yatağa girdim, saat 3 oldu, bu süre boyunca 2 dakika susmadı-tökezlemedi adam.

1 saat kadar uyuyup sabah ezanıyla uyandıktan sonra, yatakta dönüp dururken aklıma bir hikaye geldi. Sıfırdan yazdım yani. Güldüm sonra, sabah kalkınca not alırım dedim, unuttum. Babam senelerdir yaptığı gibi gözünün önünde duran çoraplarını göremeyip bulamadığı için annemi uyandırıyor, annem buna sinirleniyor, annem sinirlenince ben hepten coşup kalkıyorum ve bir Rust Cohle repliği yapıştırıyorum babama; cart curt Marty diyor tabii Rust.

Babam cevap veriyor: Marti kim amına koyim.

Jerry'nin uykuluyken aklına gelen bir espriyi not alıp da uyanınca yazısını okuyamadığı bölüme benzedik... Böyle başlayıp devam eden bir şeydi ama hatırlayamıyorum, içime dert oldu anasını satayım. Neyse siz beni böyle kabul edin.

Bir neyse daha.

Sahilde, haşlama mısırcıların kebap mısırcılara bariz bir üstünlüğü var artık. Bu da böyle değildi eskiden. Gönlümüz her daim kebaptan yana! Köşede kalmış, o kötü yer seçimi ve pısmışlığı ile takılan dayıyı bulduk, patlattık bütün kuzenlere birer tane. Anne tarafında en büyük torun ben olunca hesabı kitleyemiyoruz tabii kimseye ama olsun ahah.

Kediler bıraktığım gibi. Hala kavga ediyorlar en ufak şeye, onlar da semtin mazisi gibi bıçkın ve arızalı. Adapte olmuşlar, hepsinin façası bozuk, alışmışlar ve öyle yaşıyorlar. Bizim evin bahçesinde yanlış bilmiyorsam 4. nesilden bir aile yerleşmiş durumda, bunlar tatlı; ilk 2 nesilleri öldü, anneleri gitti, kendileri ise orada takılıyorlar 4 kardeş. İçimizi erittiler, kedi sevmeyenimiz bile sevdi, eşşolueşşekler. Yengemin bir bakkala gidişi var ki bu 4 fedaisi arkasında ördek yavrusu gibi takip ediyorlar, sonra da yine onunla birlikte geri geliyorlar.

O değil de;

Güzellikleri barındırır benim için Sarıyer. Haddinden fazla maziyi... Kişiliğimden iyi yönde ele alınabilir olarak kurtardığım tüm özellikleri temsil eder o ev. İyi yönlerimin tümü oradan miras kalmıştır bana, genelde hangisi galip gelir emin değilim ama kötü ve zararlı yanlarımla savaş halindedirler hep... Yani, denge unsurumdur lan benim işte.

Bu yönler o ev ahalisinin oluşturduğu ortamın bir getirisidir, en azından ben öyle hissederim. Ailenin diğer tarafıyla zıttır bu açıdan, akıl sağlığımı korumamı sağlar; gülebilmemin, kafamı yerinde tutabilmemin, bir limana sığınabilmemin merkezidir. Daha önemlisi; geniş bir ailenin fertleri arasında en ufak bir çıkar ilişkisi ve maddi güdü olmadan, o insanların birbirlerini sevebileceklerini hatırlatır bana. Bunu her seferinde kanıtlar, hızla kötüye çalan bu dünyada.

Kutsallık başka nasıl bir şey olabilir ki?

Sanırım bu ortamı yaratabileceğime ve sürdürebileceğime inandığımda, bundan emin olduğumda... İşte ve ancak o zaman bir yuva kurmaya layık ve hazır göreceğim kendimi. Ondan gayrı, Bay Cohle'un da dediği gibi; kadın-erkek ilişkisinin çocuk yapmak haricinde yürümesi gerekmiyor zaten...
 
Dünkü rapora ekleyeceğim ama unuttuğum bir şey geldi aklıma.

Başta anneannem olmak üzere aile büyüklerinin verdiği şöförlük görevini emir telakki ettiğimden, oradan oraya sürdük, aile taşımacılığı yaptık. Aile kabristanımız Garipçe köyündedir bizim. Bayram nedeniyle gittik haliyle... Karadeniz'in Marmara ile birleşmeye başladığı sulara bakan, doğa harikası ufak bir yerdir Garipçe. 2000'lerin başına kadar hala su almaya oraya giderdik, damacana girmezdi eve. Mezarlığı da hafif tepeliktedir böyle, manzarayı seyrederek püfür püfür yatar rahmetlikler.

3. köprü inşaatı başladıktan sonra ilk defa gitmiş bulundum ve tanık olduğum manzara karşısında içimin nasıl acıdığını tarif edemem. Hele annem, o tam ağlamaklık oldu. Katletmişler resmen orayı, eski halini bilip de gördüğü zaman daha fena oluyor insan. Yolu düşen biraz daha uzatsın, gitsin ve bu katliamı yerinde görsün.

Halka hizmet kisvesi altında yedirdiğiniz yalanlarınızın da, rantınızın da, kabarık banka hesaplarınızın da allah cezasını versin.
 
cuma günü sabahtan akşama kadar Sarıyer-Rumeli Kavağı taraflarındaydım ben de, haberim olsa sana da alo derdim Emrahım ;)
şöyle uzun zamandır ben de bi Sarıyer turu düşünüyordum, sağolsun orada oturan bi arkadaş önayak oldu buna ve sabahtan akşama kadar büyükdere'den rumeli kavağı kadınlar plajı'na kadar yürüyerek geze geze ve heryeri fotoğraflayarak dolaştık.
doğma büyüme İstanbulluyum hiç bu kadar geniş gezmemiştim oraları, Rumeli Kavağı taraflarına ise ilk defa gidiyorum, tek kelimeyle muhteşem, oraları İstanbul ise biz nerde oturuyoruz ulan? bu kadar geniş yelpazeli bir şehir olamaz, bana bildiğin sayfiye tatil yeri gibi geldi betonun içinde büyümüş bir insan olarak, oralarda oturanlara gıpta ile bakıyorum gerçekten.
Sarıyer'den Rumeli Kavağı'na çıkan yolda yürümek gerçekten ömür uzatan cinsten, eski tarihi dokusunu koruyan tahta evler, yol boyunca uzanan ve her daim sana manzara veren müthiş yol, balık lokantalarından gelen alkolle karışık balık kokusu, temiz hava, v.s.
yaşadığım şehirde böyle bir yerin olduğuna inanamadım, kendimi o kadar yabancı hissettim.
3. köprünün ayaklarını ben de ilk defa canlı olarak bu kadar yakından görmüş oldum böylece, görmez olaydım, garipçe'ye gitmeden de kavak'tan son derece rahat bir şekilde görülüyor doğa katliamı abi, heryeri tıraşlamışlar, İstanbul'un tek yeşil kalmış kuzey ormanlarının da içine ediyorlar, edecekler de doğa düşmanı rantiyeciler.
insanların denize girdiği o plajlarda bundan 2-3 sene sonra belki denize girilemeyecek, ölüdeniz'i andıran o güzelim Marmara'nın Karadeniz'le ilk buluştuğu noktanın sahilleri pislenecek belki, karalar bağlanacak çünkü köprüyle beraber çevresindeki alanın imara açılacağı, lüks villalar, rezidanslar, oteller, v.s. yapılacağını tahmin etmek işten değil.
bu kadar güzel bir şehrin yine bu kadar içine eden bizden başka bir millet daha olamazdı herhalde yeryüzünde, yazık, çok yazık.
 
Şu popstar zopstar türü yarışmalardan hiç hazetmem ama bazen inanılmaz yetenekler çıkıyor oralarda. Avustralya versiyonunda yarışan şu kıza bakın, sanırım önümüzdeki yıllarda bolca görüp duyacağız kendisini.



Konu aslında forumun müzik bölümüyle alakalı ama daha fazla kişiye ulaşması açısından burada paylaşmış bulundum.

edit: İki yıl önce olmuş bitmiş bunlar da ben yeni haberdar oluyorum bu arada.
 
Biz işin içine vapur girsin, çocuklar eğlensin diyerekten (18 yaşına gelmiş, İstanbul'da doğup büyümüş kuzenlerim daha vapura binmemişlerdi hayatlarında, böyle bir şey olabilir mi, çabuk dedim yürüyün gidiyoruz; ertesi gün de Kadıköy'e geçecektik ama olmadı) Anadolu Kavağı'na gittik. Net 20 sene olmuştu gideli, rahmetlik dedem götürmüştü en son, çocuktuk. Rumeli Kavağı'na da bir 15 senesi vardır gidişimin.

Kavak hakkında, aslında Kavak'lar diyelim çünkü her ikisi için de geçerli bu, dediklerin çok doğru; hatta bana şöyle bir çağrışım da yaptı, ayak bastığımız ilk andan itibaren ben kendimi bir adada gibi hissettim. Kınalıada, Burgazada havası verdi bana. Şehre yakın ama şehirden ayrısın sanki oralarda, gerçekten değişik atmosferleri var. Yürüye yürüye gitmek çok iyi fikirmiş gerçekten, vallahi canım çekti şimdi. Yapsak beraberce ne güzel olur.
 
Ufak bir fotoğraf, bakın ne anlatıyor:

Ucuza uçak bulmanın şımarıklığıyla kendimden ultra emin bir şekilde otobüs biletimi iptal etmeye koştum dün, bir havayla içeri girişim var ki; otobüs mü o ne, size tenezzül mü ederim lan ben teresler der gibi. Ne yazık ki bu şekil şemalim tek soruyla bozuldu:

+ Biletiniz yanınızda mı?
- Hayır

Hesap edemediğimiz şeylerden, sevincimizin blokladığı realitelerden biri daha. Kürek kemiklerimin arasından belim vasıtasıyla kuyruk sokumuma, oradan da tam çatalıma doğru ilerleyen ter tanesi kaldı yadigar. İşte bunu unutmaz insan.

O zaman yarın tekrar geleyim ben
 
Mendoza nerelerde ya?

Dün Karşıyaka'da ararım sorarım çektik ama çıkmadı karşımıza. İzmir raporumu yazdım, gelirse paylaşırım : )
 
Aynen. Seçim konusunda içimde bir pişmanlık olsa da gerçekten kendimi bu adaylar noktasında çok çaresiz hissettim. Küfür etseniz verecek cevabım yok, başımı öne eğerim ama taklit yapamam: Hayatımda ilk defa sandığa gitmek gelmedi içimden.

Neyse, biraz da eğlenceli bir şeyler karalayalım. Hep düşün hep düşün, nereye kadar?

Aklımda kaldığı kadarıyla, madde madde İzmir günlükleri:

* Pek tabii ki yine ilk gündem maddem kokoreç ve kumru... Arkadaş yani adamlar yapmış, ülke genelindeki bu yeni macera arama hevesi nedendir? Stairway to Heaven solosu yazılmış bir kere, bırak lanet olsun kendi yorumunu katma gerek yok, çal aynen o zaten yeterince kusursuz. İstanbul'da şu işleri bu şekilde yapan bir yer veya yerler nasıl açılmaz, 15 milyonun içinden bir müteşebbis nasıl buna yeltenmez anlamıyorum ya. Yok abi yer tavsiye etmeyin yok yani İstanbul'da... Şu işlerden biraz anlasak da biz açsak.

* Gitmeden aldığım tavsiye Asım üzerineydi fakat 9 Eylül rektörlüğünün karşısındaki İsmet'e gittik; 2,5 günde 6 porsiyon kokoreç, 2 porsiyon söğüş ve Bostanlı Şevki'de olmak üzere 3 tane kumru yedim. Bu kısa kaçamaktan kilo alarak dönüyorum ama sonuna kadar değdi... Son gün arkadaş bir gece önce gözlüğünü orada unuttuğu için gittiğimizde adamlar beni görünce yine mi sen demediler ya, onu da İzmir esnafının güler yüzlülüğüne verelim.

* Asım, İsmet derken yanlış olmasın sırtlan gibi pusuda bekleyen köftehorlar sizi. Mekan isimleri genelde insan isimleri üzerinden: Çorbacı İsmet, Kokoreççi Asım, Kumrucu Şevki... Enteresan tınıları var. Şevki'de ekmek ve peynir muazzam fark yaratıyor. Tek sorun mekandaki kara sinek bolluğu, dikkat etmezseniz bir iki tane yutabilirsiniz bile.

* Kaldığım ev 7. kattaydı, balkondan aşağı bakınca yükseklik korkumun baya ilerlediğini fark ettim. Bu Beylikdüzü'nde 24. katta filan nasıl oturuyor yahu bu insanlar? Şirinyer-Buca yolu hiç değişmemiş ama Çevik Bir'in ilerisinde inşaatlar almış başını gitmiş: 12 katlı eski binaların çevreleri 3-4 katlı modern yapılarla dolmuş.

* Pazartesi dedik ki Karşıyaka'ya geçelim. Meğer Karşıyaka diye Bostanlı'ya geçmişiz. Hani olum diyorum burada heykellerin arasından çarşı girişi yok muydu? Meğer baya mesafe varmış ve saat 15.00 civarı biz 3 manyak o yolu yürüdük, Karşıyaka çarşısına gelene kadar adam başı 3 şişe su, birer soğuk nescafe, birer ice tea ve birer Uludağ gazoz bitirdik. Abicim Alsancak çok ferah, püfür püfür esiyor ama Bostanlı'da Regis'in oralarda nefes alamadık ya, net 5 derece fark var. Ayrıca niye Niğde gazozu yok semtinizde? : )

* İzmir'e gelince bizim hızlı İstanbul yürüyüşü değişiyor tabii. 18 boy fark atmamak için ben kendimi insanlara uyduruyorum, deplasmandayız sonuçta. Öyle olunca tahmin ediyorum ki kısa pit-stoplar ile birlikte sahilden 1 saatten biraz fazla bir sürede yürüdük Bostanlı-Karşıyaka arasını. Çarşı'ya geldiğimizde, üzerimdeki düz siyah tişörtte terden oluşan beyaz tuz tabakasıyla Büyük Altay yazıyordu, o derece. Ben de anlam veremedim.

* I Love Karşıyaka yazısı kıyak. Hemen amele gibi çektim tabii ki fotoğrafını, durur muyum. Karşısında da spor salonu varmış, taşındığımda : ) salon aramayız. Evet lan hakikaten yaşanacak yer. Bostanlı'da ufaktan bir Florya havası sezdim, Karşıyaka'da ise biraz daha (güzel anlamda) salaşlık var.

* Klişe gibi olacak ama aslında değil; kızlar gerçekten çok güzel. Neredeyse her birinde bir endam, bir stil, bir hava var. Öyle abaza bir adam değilim, yol yordam bilirim. Ama bu, 2,5 günde 27 kere aşık olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Allahın bildiğini kuldan mı saklayayım? Her yerdeler yahu, her yerde.

* Son gideli baya uzun zaman olan Güzelyalı'ya geçmek istedim akabinde. Fakat afedersiniz dengesiz beslenmeden dolayı Karşıyaka sahilinde hepimizin bağırsaklar alarm verdi ve kahveci/latteci gibi bir yere acil giriş yaptık. Haceti giderdikten sonra da klima altında yavşadık, saat hayvan gibi geçmiş. Gidemedim Güzelyalı'ya o yüzden, üzüldüm. Sonra baktım ki Karşıyaka'da da Yalı diye yer var. Öğrenmiştim ama yine şaşırdım o an... Haa dedim bu stadı "Yalı'ya yapalım, Yalı iyidir" muhabbeti vardı evet. Lan oğlum delirtmeyin adamı.

* Maşallah Alsancak'ta barların olduğu sokakta fiyatların İstanbul'dan farkı yok. Adını duyduğum Del Mundo ile yan yana olduğunu giderayak fark ettiğim Drunken Duck'ta oturduk genelde, ki 3 sene önce geldiğimde de orada oturmuştuk hep; güzel şekli var bizim arkadaşların şatlar matlar deli gibi geliyor, Clint Eastwood'a döndük... Neyse, mekanda Guinness 17.5 lira. Şu hesapla, Beşiktaş United'da yeni 18 lira olan fiyattan pahalıymış, 16 lirayı yeni 18 yaptı çünkü United. Ver dedim ordan bir kamyoncu birası, Guinness neymiş... Yok la yok 1 tane içtik. Kaos'ta daha ucuzmuş sanırım.

* Hayatımda hiç yapmadığım, yapacağıma da ihtimal vermediğim bir şeyi yaptım ve karaokede sahneye çıktım. Şanlı Heavy Metal piyasamızda daha ilk günlerde öğrenilen ilk şarkılardan olan Trooper'ı, yarısını sallayarak söyledim, o dereceydim. Becks şişesiyle air guitar yapan kişiyi gördüyseniz, o bendim işte. O noktada kendime laf ettirmem, bira şişesiyle vibrato yapıyorum diyorum daha ne olacak?

* Nereye otursak masaya hıyar turşusu koyuyorlar. 2005 kışında bir Ankara aspavasında soslu patatesler üzerinden düştüğüm tufaya düşmedim, çekinmeden yedim, hatta acılısı varsa ondan da koy karşim dedim.

* Boyoz konusunda da bir paragrafım var elbet. Buca/Çevik Bir'in oradaki fırından aldım. Sonra deniz öncesinde bir yerde daha yedik; ilkinde yumurtayı unutmuşum, yumurta istedim, "lan yumurtayı istedik ama şimdi kim uğraşacak onu soymasıyla" diye düşünürken herifler hem soymuş hem de dilimlemiş olarak getirdi önüme koydu. Vay dedim Buca'ya bak be, adeta bir Notting Hill.

* Herkes "Çeşme çok bozdu, lanet olası 34 plakalar" havasında konuşunca biraz gönülsüzdüm deniz konusunda; ama arkadaşlar sağolsun sesimi duymuş gibi Seferihisar planı yapmışlar. Daha önce gitmemiştim, gayet beğendim. Deniz sevdiğim üzere soğuk, yumuşak malzemeli bir iskelesi ve azıcık açığında da ufak bir salı var, şezlongun zam gelmiş hali 10 lira... Sipariş 45 dakikada geldi onu bile kafaya takmadım, o derece. Ama en garibi şu ki, denizin ortasında yürüyerek gidilebilen bir ada var lan. Komodo ejder adası gibi duruyor resmen.

Dedim babalar bu ada beni çok çekiyor, kesin gitmem lazım. Yani öyle bir duruşu var ki, sanırsın öte tarafında daha önce keşfedilmemiş bir medeniyet, Lost'un The Others'ı yaşıyor. Yok dedim yani gideceğim, elleri arkada kavuşturup yaşlı dayılar gibi öyle bir dolanacağım. Taştan/kayadan doğal bir yol var denizde, ufak bir yerinde yüzüyorsun sadece, %90'ı yürüyüş. Ufak ufak kestaneler de var bazı yerlerde. Parçalanan sandaletine rağmen devam eden cefakar ve vefakar dostum ile gittik geldik. Biskm yokmuş ama olsun, değişikti be. Bir ara The Beach'te kıyıdan adaya yüzerlerken yolun yarısında "oha göründüğünden daha uzakmış, git git bitmedi" tribine giren Di Caprio ve arkadaşları gibi olduk ama geri yapmadık.

* Abi dönüp dolaşıp hatunlara geliyorum... Bu sabah işe gelirken gördüğüm ilk kız güruhuna, İzmir'deki hemcinslerinize bakın da azcık utanın lağğn diye bağırarak saldırdım, o derece. Alsancak Deniz Atı filan 10 numara bir geçiş töreni kıvamında. Arkadaşların eşleri de o kadar güzel ki, mutlu oldum böyle güzel insanlarla evli olduklarına; hani ben o kadar güzel olsam havamdan geçilmez ama kızlarla her türlü sohbeti yapabiliyorsun. Bundan sonra ecnebileri yüceltip bizimkileri yererken, "İzmir hariç" diyelim bir zahmet.

* Gel dediler, mutlu yaşarsın... Yönetimle olan sorunlarınızdan faydalan ve kop dediler (ibneler araştırmış). Dedim gelsem ne iş yaparım? Nasıl yaşarım? Semt isimleri bile güzel bu şehrin eyvallah; ama nasıl olur da olur arkadaş... Zihnimi bulandırdı puştlar. 3+1 eve 550 lira kira ödüyor anasını satayım şaka gibi ya, Hatay tarafında yeni ev ayarlamış dubleks, 750 lira... Ali Sami!

* Taksiyle giderken bir ara, trafik var az dediler, tepkimiz rüğühehahaha şeklinde oldu. Burayı kısa geçiyorum.

* Şimdi ben, o kadar gacılı ortamdan sonra, patronuna sayıp sövüp işi bırakan fakat yeni iş bulamadığı için hiç bir şey olmamış gibi ertesi gün tekrar işe giden Costanza havasında, Ramazan başlangıcında sözleşmeyi karşılıklı fesh ettiğim kişiyi arayacağım sanırım. Napayım lan İzmir'e mi taşınayım şimdi, bu kadar çabuk? Foursquare açıyorum kızlar, ayık olun.

Kim, ben? Aşkitom yok yaaa ne ayrılması, bi şaka yaptık ciddiye aldın
 
hacı abi sen neler yapmışın ya, kopmuşsun :)
ulan bak şimdi anımsıyorum Serdar'ın twitter'da kendini foursquare'de etiketlerken yazdığı Emrah sensin o zaman şu son birkaç gündür ahahaha, olm ne adamsınız lan :)
İzmir'e hayatımda toplasan 3-4 defa gitmişimdir, hiçbirinde de tam adam gibi gezemedim ama güzel ve rahat şehir olduğu yadsınamaz.
o kadar yeme içme anlatmışın da Güzelbahçe'de balıkçı konağında bu memleketin en güzel kalamarını yemedim deme moruk, ki seferihisar tarafına geçmişiniz yani uğrayabilirmişiniz :)
 
Öyleymiş, son gün öğrendim ben de, her yerde afişe etmiş bizi. Yolun başında tırsmayıp gelse, komodo ejder adasında bile çekin yapacak herif.

Bu arada demin Mecidiyeköy'de İzmir stayla yürüdüm, gerek yaya gerekse araç trafiği birbirine girdi. Ne var bilaader dedim, yoluma devam ettim.
 
Son düzenleme:
Süleyman Seba'nın ölüm haberiyle birlikte yine o allahın cezası melodiler kafamda durmadan dolanmaya başladı... Canım Kardeşim ve En Büyük Şaban'ın müzikleri susmuyor beynimin içinde. Durduramıyorum, hani şurada vodka filan olsa koyup kafaya dikeceğim. Bu ne biçim bir şey ya. Vallahi çok üzüldüm lan ben, şimdi ofiste fotoğraflara ve son röportajına filan bakınca daha iyi anlıyorum.

Beşiktaşın eskilerinden, ömrünü Levent ve Beşiktaş'a adamış, şimdi Antalya'nın bir köşesinde iki adım kiralık evde kendi şarabını ve rakısını kendi yaparak, evin önündeki avuç kadar bahçesine kendi elleriyle ektiği biberlerini kendi toplayarak, tek başına yaşayıp giden eniştemi getirdi aklıma... Ben buradayım, oğlu yurt dışında, halam desen anlaşamayıp ayrıldılar. Vallahi billahi midem yandı, burnum sızlıyor bak şimdi.

Daha sık aramak lazım insanları, daha sık hal hatır sormak lazım. Üç günlük dünyadayız oğlum huyumu skeyim ya.
 
Dün biri de yazdı; Fenerbahçe ile Beşiktaş aynı anda Jess Högh ile ilgileniyorlar ve Beşiktaş transferi bitirmeye çok yaklaşıyor, iş başkanın onayına kalıyor. Oyuncu ile ilk görüşen Fenerbahçe olduğu için Seba başkan vazgeçiyor transferden. Birkaç yıl sonra aynı durum Amokachi transferinde yaşanıyor ve Fenerbahçe bu jesti hatırlayarak aynı sebeple transferden vazgeçiyor. Högh Fenerbahçe'de, Amokachi Beşiktaş'ta unutulmaz oyuncular olarak gelip geçiyorlar. Şu yazdıklarım çok değil bir 15 yıllık maziye sahip yaşanmışlıklar. Bugün yeni nesil futbol taraftarlarına anlatsan yüzüne güler. Öyle uzaklaştık o kültürden.

Mecidiyeköy'de çalıştığım dönem bir gün Kabataş'taki bir müşterimize gidiyorum. Otobüs Gümüşsuyu yokuşundan inerken İTÜ'nün önünde şöför frene asıldı. Meğer Süleyman Seba yol kenarında karşıdan karşıya geçmek üzere bekliyormuş. Şöför tanıyınca durup yol verdi. Seba başkan geçerken dönüp başıyla selam verdi, gülümsedi. Boyu posu, koltuk altı çantası, pantolonu gömleğiyle tam bir eski İstanbul beyefendisi. Otobüste bütün yolcularda bir kıpırdanma, neredeyse kalkıp esas duruşa geçeceğiz. Böyle de güzel bir adamdı, nur içinde yatsın.
 
Son düzenleme:
Seba naifliğin, mütevaziliğin, gönül adamlığının timsalidir. Beşiktaş'ı amatör ruhla yönetti yıllarca ve bunu futbolculara bu şekilde sirayet ettirdi, yoksa mümkün müydü Metin-Ali-Feyyazları yaratmak, mümkün müydü göz kırpılmadan boş mukavelelere imza atmak, mümkün müydü futbolculara paralarını ödeyebilmek için Köyiçi'nde kendi oturduğu evi gözünü kırpmadan ipotek altına aldırmak.
bir daha asla geri gelemeyecek bu güzel günler, o çocukluğumuzun Beşiktaş'ı, şerefli ikincilikler.

Dün bazı kanallara Beşiktaşlılıklarıyla bilinen bazı isimler katıldılar, Rıdvan Akar bunlardan biriydi, Seba'nın Türkiye'de banka kredisi kullanmamış tek başkanı olduğunu söyleyip yine Başkan'ın endüstriyel futbolun antitezi olduğundan dem vurdu.
Evet hiç kredi kullanmadı çünkü sözü senetti, hatırlı dostlarından veya çevresinden kulüp için borç para almak istediğinde tek bir telefonu yetiyordu. Kulübü borçlandırmamak için son derece hassas davranırdı, ayrıldığında kulübün borcunun sadece ve sadece 5 milyon dolar olduğu söylenip durur, bu parayı şimdiki kulüpler 2 saatte harcıyor, nerden nereye.

Yine Ali Ece anlatıyor, 86 yılında ilk defa Şerefbey'e geliyor maç izlemeye, dedesi Seba'nın yakın dostlarından, Ali Ece de çocuk aklıyla hemen gidiyor başkanın yanına "Süleyman amca takıma şu şu oyuncuyu alsana çok iyi futbolcu" diyor. Süleyman başkan sanki karşısında ciddi bir futbol adamı varmışcasına yöneticilerden birini yanına çağırıp "beyefendinin bu isteğini dikkate alalım, gereğini yapalım" diyor.
şu güzelliğe bakar mısınız.
 
Geri
Üst