İktisadi Teoriler

O cnndeki kişiyi (sanırım doğru kişiyi tahmin ediyorum) çok severim. Ama biraz kitlenin kulak zevkini okşama kaygısı da yok değil. Mesela 2001 krizinde ısrarla IMF'nin sabit kuru önerdiği böylece Türkiye'deki yabancı sermayenin güvenli çıkışını sağladığını falan söylese de, bu pek gerçekliği yansıtmıyor. Sıcak paranın bir kısmı çıkmaya başlayınca IMF sabit kur olmayacak diye bastırdı. Ama o dönemde kur rejimini değiştirmek demek müthiş bir kriz spekülasyonuna davetiye çıkarmak demekti (bknz endonezya 1997). Yapının değişmesi için kriz olması lazımdı. Ama kimse bunu halka anlatamadı ve olan Ecevit hükümetine oldu :D
İşsizliği tarım dışı istihdam olarak hesapladığında o kadar yüksek bir rakam oluşmuyor. Köyden kente müthiş bir göç yaşandı. Göç edenlerin 1 milyon kadarı iş buldu. Bu çok büyük bir rakam. Yani işsizlik konusunda tablo sanıldığı kadar kötü değil. Türk ekonomisinin geçirdiği yapısal dönüşümü de göz önüne alırsan hele! Ama bunu beğenmiyorsak şöyle yapalım: millet tarlalarda çalışsın, kamuya daha fazla istihdam yapalım, daha emek yoğun üretelim... O zaman sorun yok :D
Bütçe kesinlikle süper gidiyor!!! Bu konuda eleştiri yapanlar gereksiz laf salatası yapıyor. Borçlanmayı da nominal olarak değil, GSMH'ye oranlayarak gözlemlemek lazım ;) Diyeceksin cari açık? Evet bu bir tehlike! Zaten ondan para buradan kaçmaya çalışıyor. Ama kurda kalıcı bir düzelme olduğunda (ihracatçı lehine) bu sorun da hafifler diye düşünüyorum. Ama bu sefer de "aha bak borçlar büyüyor" demeyin! Bekleyin azıcık :D Aaaaaaaaaaaa
O sıcak paradan rant sağlayanlar arasında ben de varım :) Onlar bir "öteki" değil yani! + bütçemiz de o paradan rant sağlıyor (%15)!!
Bu siyasi başarısızlık geyikleri milliyetçilik üzerine kurulu. Ben pek kaale almıyorum.

Gelelim neticeye. Neden bu hükümete karşı üstü örtülü bir kampanya başladı? Akla komplolar geliyor. Mesela İran operasyonu öncesi, tabanı islamcı olmayan bir partiyi iktidara getirme çabası olabilir mi? Bilemiyorum. Ama her halükarda ekonomik faktörlerce desteklenen bir durum var ortada - o da şudur: Artık para Türkiye'den yavaş yavaş kaçmaya başladı. Hele ki seçimler daha da yaklaşınca ortalık iyice şenlenecek. Yani "İSTİKRAR" sağlayabileceği kadar rant sağladı. Şimdi dolar/faiz üzerinden rant sağlama zamanı geliyor. En çok rant, en ciddi kriz senaryoları üzerinden sağlanabilir. Bi tane zibidinin yaptığı bir eylemin medya tarafından bir kriz pazarlamacılığı aracı olarak kullanılmasına şaşmamalı!

Dikkat!!! Başka birşey söyleyesim yok!
 
Cari açık konusunda yapılabilecek tek şey var (bir ara gündemdeydi): Bankaların sendikasyon kredilerini vergilendirmek. Diyeceksin bu durumda bankalar içeriden yeteri kadar mevduat çekemeyeceklerinden faizleri artırmazlar mı? Bilmem :D O işin teknik yönü, hesap kitap ister. Sanıyorum sen iktisatçısın, bu ayrıntıları daha iyi bilirsin. Ama eksik rekabet koşullarının ya da monopolistik özellik gösteren bir piyasadan söz etmiyoruz. Türkiye'de bankacılık sektörü... Artan cari açık ve global likidite bolluğunun etkisiyle karlarının ikiye katlamış ve mantar gibi türeyip derinlik kazanmış bir sektörden bahsediyoruz. Bu şartlar altında fiyatları sınırlı ölçüde tüketiciye yansıtabilir. Kaldı ki böyle birşey olsa bile bu enflasyonu düşürücü bir etki yaratır. Yeniden yıl sonu hedefini tuttururuz. Bir taşla iki kuş!! Aptal postallılar ve ultra gerizekalı (hatta vatan hainliği yapıyorlar bana sorarsan!) muhalefet liderleri çıkıp salak salak şeyler söylemezse ve böyle danıştay olayı gibi ultragerizekalı tertipler ya da fırsatlar oluşmazsa, bu piyasaların yeniden ciddi bir şekilde toplarlanması demek olur.
 
İktisatçılara merhaba diyerek bende başka bir konuya parmak basayım.

Bugünkü hükümet ülkede Dalgalı Kur olduğunu söylüyor.Bize iktisat ta ne anlatıldı,ne söylendi.Dalgalı kuru piyasa belirler,merkez bankası tarafından hiçbir müdahale söz konusu değildir.Biraz uyanık olan arkadaşlar şu anda işin farkına vardı?

Bugünkü Merkez Bankası ve hükümet ne diyor?Eğer dolar çok yükselirse merkez bankası piyasaya döviz satar ve kur dengeye gelir. O zaman aklı başında bir adam iktisatçı bile olmasa sormaz mı?Bu nasıl dalgalı kur...

Bugün ülkemizdede uygulanan sistem örtülü kur çapasıdır.Bu sistemi dayatnda IMF'tir.

Bu arada arkadaşlar Selim Somçağ diye bir iktisatçı var ve kendine ait bir sitesi var,takip etmenizi tavsiye ederim.Çok fikriniz değişecek...
 
Arkadaşlar, bugün gene görüyoruz ki uluslararası PARA zaten herşeyden haberdar.. Gelecekte yönün nasıl olacağını çok iyi biliyor ve medya ile ortamı şenlendiriyor, geriyor ve buna göre gündem hazırlıyor..
Türkiye halkında kim bilebilirdi İsrailin Lübnan' a gireceğini.... İşte birileri gidişattan haberdar acı olan budur.. Herkesin herşeyi bilebildiği, tam bilgiye ulaşabildiği tam rekabet ve tam piyasa kuralları işlese ben tamam diyeceğim... Ama işte kapitalizmin pisliği burada... yıllardır geçmedi bu pis koku... O kadar demokrasiden bahsediyorlar. ABD ve AB... Neden susuyorlar bu katliama...Bu kitap önceden yazılmış.... Şimdi oyuncu arama vakti...
Doğalgaz fiyatlarına zam geldi.... Fındıkçılar ayakta.... Bunları hep gördük... Ben bu sebepten görünen tabloya inanmayalım diyorum.... Hep kandırdılar, hala kandırıyorlar. Dünyada neler oluyor artık bunu incelememiz gerek... Petrol arzı ne kadar daraldı. Bu fiyatlara nasıl yansır. Bu fiyat artışı maliyetleri nasıl etkiler.. Bu maliyet artışı enflasyona nasıl etki yaratır...
Ben şunu anladım bu ülkede her an herşey olabilir... Bu hem iyi hem kötü....
İyi geceler....
 
"Globalleşen" Dünyada
Anti-Emperyalist Bir İktidar
Yaşayabilir mi?





1980 yılında emperyalist sistemin içine girdiği ekonomik buhranla birlikte ortaya çıkartılan "neo-liberalizm"in en büyük iddiası, günümüz koşullarında klâsik anlamda bir bağımlılık/bağımsızlık olgusunun sözkonusu olmadığı, bunun yerini "karşılıklı bağımlılık" ilişkisinin aldığı olmuştur. "Neo-liberalizm"e göre, "global" olarak ulusal ekonomiler birbirleriyle ayrılmaz bağlar kazanmıştır ve bu bağlar "3. dünya ülkeleri"nin "metropollere" bağımlılığı yanında, "metropoller"in "3. dünya ülkelerine" bağımlılığını da getirmiştir. Bu "karşılıklı bağımlılık", "3. dünya ülkeleri"nin "metropoller"e sanayi malları ihracını artırarak, "metropoller"deki sanayilerle rekabet edebilme koşullarını da yaratmıştır. Güney Kore, Tayvan, Singapur, Endonezya gibi ülkelerin "metropol" ülkelerle olan ticaretlerinde sanayi ürünleri ilk sırada yer aldığı gibi, dış ticaret dengesi bu ülkeler lehine büyük fazlalıklar vermektedir. Üretim için gerekli girdilerin bir kısmının dış ülkelerden gelmesi, bu tür sanayilerin dışa bağımlılığını kaçınılmaz kıldığı gibi (uluslararası işbölümünün bir sonucu olarak), ürünlerin "metropol" ülkelere satılma zorunluluğu, aynı zamanda "metropol" ülkelerinin bu ürünleri satın alma zorunluluğu ile birlikte gelişmiştir. Bu koşullarda, tekil ulusal ekonomilerin kendi başına yeterli olması ve gelişebilmesi olanaksızlaşmıştır.
Bu "neo-liberal" iddialar, 1990 sonrasında Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığı koşullarında, daha büyük ölçüde ileri sürülmeye ve propagandası yapılmaya başlanmıştır. Artık bu iddialar yeni bir söylem ortaya çıkarmıştır: "Globalizm" ve "yeni dünya düzeni". "Neo-liberalizm", emperyalist hegemonya altındaki ülkelerin içinde bulundukları sömürü ilişkilerini "karşılıklı bağımlılık" söylemiyle meşrulaştırırken, diğer yandan bu yeni kavramları, bu meşruiyetin yeni destekleri olarak kullanmaya başlamıştır.
Tüm bu söylemlerin ve savların amacı, emperyalist sömürü altındaki ülkelerin bağımsızlık istemlerinin "günümüz dünyasında" hiç bir değere sahip olmadığını ve "globalleşen dünya"da, bu dünyadan bağımsız olarak yaşamanın ve kalkınmanın olanaksız olduğunu kitlelere kabul ettirmektir. Sovyetler Birliği'nin dağıtılmışlığından Küba'nın emperyalist ambargo koşullarında karşı karşıya kaldığı ekonomik sorunlara, Nikaragua'da Sandinistlerin iktidarı yitirişlerine, Vietnam'ın Amerikan emperyalizmiyle ve IMF ile ilişki kurmasına kadar her somut olgu, bu amaç için kullanılır olmuştur.
Öz olarak denilmektedir ki, "Globalleşen" dünyada anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) bir devrimci iktidar uzun süre ayakta kalamaz ve ülke içinde ekonomik gelişmeyi sağlayamaz.
Dikte ettirilmeye çalışılan bu vargı, anti-emperyalist bir ekonomik kalkınma programının ne denli "insani", "toplumsal" niteliğe sahip olursa olsun, uygulanabilmesi için gerekli ekonomik kaynakları bulamayacağı iddiasıyla sona erdirilmektedir. Böylece, salt anti-emperyalist bir devrim programının gerekli ekonomik kaynakları "nereden bulacağı" sorusuyla sınırlı kalınmayarak, her türden anti-emperyalist ekonomi-politikaların "kaynak sorunu" nedeniyle uygulanamayacağı söylenmektedir.
Ülkemiz somutunda T. Özal döneminde yaygınlaştırılan bu "neo-liberal" söylem, bir yandan devrim mücadelesinin politik iktidarın ele geçirilmesiyle sonuçlansa bile, ekonomik kalkınmayı sağlayamayacağı için "boş" ve "soyut" bir gelecek hayali olduğunu ilan ederken, diğer yandan düzen partilerinin seçim propagandalarındaki vaadlerinin gerçekleştirilebilmesi için gerekli kaynağın bulunamayacağı propagandasıyla birlikte yürütülmüştür.
Bu söylem, 1980 sonrasında reel ücretleri sürekli olarak düşen işçi sınıfının sendikal mücadelesinin yükseldiği bir evrede ücret artışı istemlerine karşı da geniş ölçüde kullanılmıştır. En yüzsüz ifadelerle "bulun kaynağı istediğinizi verelim" denilmeye başlanılmıştır. Zaman içinde bu söylem ve onun içerdiği demagoji öylesine kabul görür hale gelmiştir ki, her türlü toplumsal, ekonomik, kültürel vb. istem karşısında "kaynak sorunu" ortaya atılmaya başlanmıştır. Sonuçta, geniş halk kitleleri bu demagojinin etkisi altına girmiş ve kendi çıkarlarını doğrudan ilgilendiren konularda bile "kaynağı nereden bulacaksın" sorusunu sorar hale gelmiştir. Giderek bu kavrayış günlük yaşamların içine girmiş, iş yerlerinden ev içlerine kadar her yerde istekler ve öneriler "kaynağı nerede" sorularıyla kolayca bir yana itilir olmuştur. Artık her talep ya da öneri, kendi içinde kendi "kaynağını" bulmaksızın "ileri sürülemez" ve söylenemez hale gelmiştir. Tüm bunlar giderek mizah (gülmece) konusu olabilecek düzeylere inmiş, aile ilişkileri içinde çocuğun en çocuksu istemleri bile, anne ve babaları tarafından "kaynağı nereden bulacaz?" sözleriyle karşılaşır olmuştur.

Soru şudur: Anti-emperyalist devrimci bir iktidarın, ülkenin ve toplumun gelişebilmesi ve kitlelerin yaşam standardını sürekli artırabilmesi olanaklı mıdır? Bunları gerçekleştirebilmek için gerekli "ekonomik kaynaklar" var mıdır? Nereden bulunacaktır?

DEVRİMCİ İKTİDARIN
EKONOMİK KAYNAKLARI

xxxxx Halk Devrimi Programı'nın belirlemeleriyle söylersek, devrimci iktidar, "gerçek ve bağımsız bir sanayileşme ve ileri bir tarımsal ekonomi yaratarak, halkın yaşam koşullarını sürekli yükseltmeyi" amaçlar. Bu amaç, aynı zamanda, "nüfus artışını gözönüne alarak, bu artışı aşan düzeyde ve kişi başına düşen miktarı zaman içinde artıran ve de bunun sürekliliğini güvence altına alan bir üretim artışını" da içermek durumundadır.
Sorun, "neo-liberal" söylemle ifade edersek, bu amacı gerçekleştirmek için gerekli "ekonomik kaynaklar"ın bulunup bulunamayacağıdır.
En genel ifadeyle söylersek, ekonomide kaynak, mevcut üretim birimlerinin üretimlerini sürdürebilmeleri için gerekli girdiler (kapitalist ölçekte, hammadde, yarı-mamul madde, makine, techizat vb. olarak değişmeyen sermaye ile ücretler ve diğer giderler için değişen sermaye) ile yeni gereksinmelerin karşılanması için üretimin artırılması amacıyla üretim alanının genişletilmesi ya da yeni üretim birimlerinin kurulması için gerekli yatırım araçlarını kapsar.
Kapitalist ölçekte bu kaynaklar, sabit ve döner sermaye olarak tanımlanır. Sözkonusu olan tekil kapitalistin yatırımı olmadığından, ülkesel ölçekte bu sermayenin bulunması "ekonomik kaynak" olarak tanımlanmaktadır.
Emperyalist sistem içinde ele alındığında bu "ekonomik kaynak", yani yatırım ve üretim için gerekli sermaye, ülkenin emperyalist sistem içindeki yerine göre değişkenlikler gösterir.
Eğer emperyalist bir ülke sözkonusu olursa ("metropol ülkeler"), sermayenin tarihsel birikimi ve yeniden üretimi ekonomik kaynakların çerçevesini belirleyecektir.
Emperyalist-kapitalist ülkeler açısından, ekonomik gelişim için, öncelikle bir sermayenin varolması gereklidir. Bir başka deyişle, kapitalist üretimin başlayabilmesi için, öncelikle kapitalistin bir "ekonomik kaynak", yani sermaye bulması şarttır. Bu yüzden, emperyalist-kapitalist ülkelerde kapitalizmin ilk ekonomik kaynakları ilkel sermaye birikimi olarak ortaya çıkar. Hiçbir şey yoktan varedilemeyeceğine göre, kapitalist üretim için ilk "ekonomik kaynak" bir yerden gelmiş olmak zorundadır. Bu ilk "ekonomik kaynak", yani ilkel sermaye birikimi olmaksızın, kapitalist üretimden söz etmek olanaksızdır. Aksi halde, mevcut olan, yani birikmiş olan bir sermayenin nereye ve nasıl yatırılacağı sorusu ortaya çıkar ki, bu da "kaynağı nereden bulacaksın" sorusunu soran herhangi bir "neo-liberalizm" yanlısının demagojisi için hiçbir işe yaramayacaktır. Onların demagojisinin temeli, gerçekleştirilmek istenen amaç için mevcut olmayan bir "kaynak"ın nereden bulunulacağı sorusunda yatmaktadır. Dolayısıyla, emperyalist-kapitalist ülkelerin bugün ellerinde mevcut olan olağanüstü sermaye birikimi değil, başlangıçta mevcut olmayan sermayenin nasıl biriktirildiği sorusu yanıtlanmak zorundadır.
Karl Marks, Kapital'de kapitalist üretim sürecini ayrıntılı olarak tahlil ederken, aynı zamanda sermayenin ilkel birikimi ve büyüme sürecini de ayrıntılı olarak ele almıştır. Sermayenin ilkel birikimini Marks şöyle ortaya koymaktadır:
"Sermaye birikimi, artı-değerin varlığını; artı-değer, kapitalist üretimi; kapitalist üretim ise, meta üreticilerinin ellerinde daha önceden oldukça büyük bir sermaye ve emek-gücü kitlesinin bulunmasını öngörür. Buradaki hareketin bütünü, bu yüzden bir kısır döngü gibi görünür ve bundan ancak kapitalist birikimden önce, bu üretim tarzının sonucu değil, çıkış noktasını oluşturan bir ilkel birikimin (Adam Smith'in deyimiyle, daha önceki birikimin) bulunduğunu kabul etmekle kurtulmak mümkündür.
Ekonomi politikte, bu ilkel birikim, aşağı yukarı teolojide ilk günahın oynadığı rolü oynar. Adem baba elmayı ısırmıştır ve insanoğlu günaha bulanmıştır. Günahın başlangıcı güya böylece, geçmişe ait bir masal gibi anlatılarak açıklanmış oluyor. Evvel zaman içinde, iki çeşit insan vardı; birisi çalışkan, akıllı ve daha önemlisi tutumlu bir seçkinler topluluğu; diğeri, ellerine geçeni ve hatta daha fazlasını harvurup harman savuran tembel serseriler topluluğu. Teolojinin ilk günah efsanesi, bize, kuşkusuz, insanın ekmeğini alnının teriyle yemeğe nasıl mahkûm edildiğini anlatıyor, ama ekonomik ilk günahın tarihi ise, bize, yeryüzünde, buna hiç de gerek duymayan insanların bulunduğunu açıklıyor. Ne zararı var! Böylece ilk tür insanlar servet biriktirmiş oldular, ikinci türdekilerin ise, ellerinde kendi postlarından başka satacak bir şeyleri kalmadı. Ve işte, bütün çalışıp didinmelerine karşın, kendilerinden başka satacak hiç bir şeyleri olmayan biiyük çoğunluğun sefaleti ve uzun süredir çalışmayı bıraktıkları halde, küçük bir azınlığın durmadan artan zenginliği, bu, ilk günahla başlar. Bu çocukça yavanlıklar, mülkiyetin savunulmasında, bize her allahın günü yinelenir durur. Örneğin, M. Thiers, bir devlet adamının bütün ciddiliğiyle, bir zamanlar her tür inceliğe sahip Fransız halkını buna inandırmaya çalışır. Ama propriéte sorunu ortaya çıkar çıkmaz, bir çocuğun zihinsel gıdasının, her yaşa ve ve gelişmenin her aşamasına uygun düşeceğini öne sürmek, kutsal bir ödev halini alır. Oysa tarihte, ele geçirmenin, köleleştirmenin, soymanın, öldürmenin, kısacası zorun büyük rol oynadığını herkes bilir. Ekonomi politiğin şefkatli sayfalarında sevimli bir saflık çok eskiden beri sürer gider. Hak ile 'emek' her zaman için zenginliğin, tek aracı idiler, ama, içinde bulunulan yıl, her nedense hep bu kuralın dışında tutulur. Oysa, aslında, ilkel birikim yöntemleri saf ve sevimli olmaktan çok uzaktır.
Üretim ve geçim araçları kendiliklerinden nasıl sermaye değilse, para ve metalar da kendiliklerinden sermaye değildir. Bunların sermayeye dönüşmeleri gerekir. Ama bu dönüşümün kendisi, ancak belli koşullar altında olabilir, yani birbirinden çok farklı türden iki meta sahibinin, yüzyüze ve temas haline gelmesi gerekir; bir yanda, başkalarına ait emek-gücünü satınalarak, ellerindeki değerler toplamını artırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri: öte yanda, kendi emek-güçlerini ve dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. İki anlamda özgür emekçiler: çünkü bunlar, ne köleler, serfler vb. gibi üretim araçlarının ayrılmaz bir parçasıdırlar, ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler; demek ki, bunlar, kendi üretim araçları bulunmayan, böyle bir engel ve yükten kurtulmuş kimseler olmalıdırlar. Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur. Kapitalist sistem, emekçilerin, emeklerini gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen ayrılmış ve kopmuş olmalarını öngörür. Kapitalist üretim, ayakları üzerinde doğrulur doğrulmaz, yalnız bu ayrılığı sürdürmekle kalmaz, bunu gitgide artan boyutta yeniden-üretir de. Bu nedenle, kapitalist sistemin yolunu açan süreç, emekçinin elinden üretim araçlarının sahipliğini alan süreçten başkası olamaz; bu süreç, bir yandan toplumsal geçim araçlarını sermayeye dönüştürür, öte yandan, doğrudan üreticileri ücretli emekçilere dönüştürür. İlkel birikim denilen şey, bu nedenle, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir. İlkel olarak görünür, çünkü, sermaye ve buna uygun düşen üretim tarzının tarih-öncesi aşamasını oluşturur...
İlkel birikimin tarihinde, bütün devrimler, kapitalist sınıfın oluşması yolunda kaldıraç görevi gören çağ açıcı devrimlerdir; ama her şeyden çok, büyük insan yığınlarının birdenbire ve zorla geçim araçlarından kopartılarak, özgür ve 'bağlantısız' proleterler olarak emek pazarına fırlatılıp atıldığı anlar önem taşır. Tarımsal üreticilerin, köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları, bütün bu sürecin temelidir." (K. Marks, Kapital, Cilt: I, s: 729-732)
İşte bu sermayenin ilkel birikimi, emperyalist-kapitalist ülkelerin bugünkü olağanüstü sermaye birikimlerinin kökenini oluşturur. Bu sermaye birikimi, kırsal alandan kentlere göçetmek zorunda kalan milyonlarca insanı proleterleştirerek, onların ürettiği artı-değere elkonulmasını sağlayarak gelişmiştir. Sermayenin bundan sonraki birikim süreci, artı-değer üretimini artırma ve artı-değer oranını yükseltme süreci olarak işlemeye başlamıştır. Günde 12-15 saat çalıştırılan işçilerin, 5 yaşından itibaren fabrika ve madenlerde çalışmaya zorlanan çocuklar ve kadınların ürettiği artı-değer kapitalist tarafından sermayeye eklenerek büyüyen ve yoğunlaşan bir sermaye birikimi ortaya çıkarmıştır.
Ancak kapitalist sermayenin emperyalist-kapitalist ülkelerdeki olağanüstü birikimi, salt işçi sınıfının ürettiği artı-değere elkonulmasıyla gerçekleşmemiştir. 19. yüzyılda kolonyalist yöntemlerle Asya, Afrika ve Amerika kıtasının sömürgeleştirilmesi ve buralardaki hammadde kaynaklarına elkonulması, kapitalist ülkelerdeki sermaye birikimini hızlandırmış ve boyutlarını büyütmüştür. 19. yüzyılda İngiliz sermaye birikiminin en önemli halkalarından birisi Hindistan'ın sömürgeleştirilmesi olmuştur. İngiliz tekstil sektörünün gelişimi, bir yandan Hindistan ve diğer sömürgelerden temin edilen ucuz hammaddelerle, diğer yandan bu ülkelerdeki her türden dokuma tezgahlarının yokedilmesiyle birlikte olmuştur.
20. yüzyıla girildiğinde, sermayenin olağanüstü yoğunlaşması ve merkezileşmesiyle birlikte ortaya çıkan tekellerin ekonomiye egemen olmalarıyla birlikte başlayan emperyalist sömürgecilik, geçmiş dönemlerin kolonyalist sömürgeciliği üzerinde yükselmiştir. 1945'lere kadar emperyalist sömürü, dünyanın her yanında ("global" olarak) ülkelerin ve halkların sömürgeleştirilmesiyle birlikte gelişmiştir. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ekonomik hammadde kaynakları, emperyalist ülkeler tarafından gaspedilmiş ve karşılığında bu ülkeler emperyalist metaların açık pazarı haline getirilmiştir. Hammaddeleri ucuza (yokpahasına) alıp, mamul malları yüksek fiyatlarla sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde pazarlayan emperyalist ülkeler, bu ilişkiler içinde kendilerine artı-değer yanında tekel-kârı sağlamışlardır.
Böylece kapitalizm tekelci kapitalizme dönüşmüş ve sermaye ihracı dönemine girilmiştir. İşte emperyalist-kapitalist ülkelerdeki olağanüstü sermaye birikiminin tarihsel gelişimi ve ellerinde tuttukları "ekonomik kaynağın" oluşumu böyle gerçekleşmiştir.
Burjuva ekonomistlerinin ve ideologlarının özenle gözden kaçırmaya çalıştıkları bu tarihsel temel, aynı zamanda bugünkü sermaye birikiminin eşitsizlik ve adaletsizlik üzerinde yükseldiğini gösterir.
Dün olduğu gibi bugün de, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki sermaye birikimi, yani "ekonomik kaynaklar", tüm iyimser değerlendirmelere rağmen, kitlelerin yaşam düzeylerini yükseltmek amacıyla değil, dış ülkelere, geri-bıraktırılmış ülkelere sermaye ihracı yoluyla mevcut kârlarını daha da artırmak amacıyla kullanılır. Bu nedenle de, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki "ekonomik kaynaklar"ın "halkın yaşam koşullarını sürekli yükseltmek" amacıyla kullanılması sözkonusu değildir.
Kapitalist sermaye birikiminin bu tarihsel gelişimiyle birlikte ortaya çıkan "ekonomik kaynaklar", günümüzde emperyalist-kapitalist olmayan bir ülkenin sahip olabileceği kaynaklar değildir ve aynı biçimde sağlanabilmesi de olanaksızdır.
I. ve II. yeniden paylaşım savaşlarıyla görüldüğü gibi, dünya emperyalist ülkeler tarafından toprak olarak paylaşılmıştır ve yeniden paylaşılması gündeme gelmektedir. Herhangi bir "3. dünya ülkesi"nin bu paylaşım içinde yer alabilmesi ve paylaşımdan "pay" kapabilmesi, bazı istisnalar dışında, olanaksızdır. Çünkü sözkonusu olan, bu ülkenin emperyalist ülkeler tarafından paylaşılmasıdır. Bir başka deyişle, günümüz koşullarında, herhangi bir geri-bıraktırılmış ülkenin, kendisi için gerekli sermaye birikimini başka ülkeleri sömürgeleştirerek sağlayabilmesinin koşulları mevcut değildir. (Tarihsel olarak sömürge sahibi olmuş ülkeler için de geçerlidir.)
Yine de, bunun olanaklı olduğunu düşünen ve savunan kesimler de mevcuttur. Ülkemiz somutunda görüldüğü gibi, faşistler, 2. Cumhuriyetçiler, "yeni" kemalistler ve PKK büyük boyutlarda sermaye birikimine sahip olabilmek için (ekonominin büyümesi için gerekli "kaynak" için) başka ülkelerin sömürgeleştirilmesinin olanaklı olduğunu savunmaktadırlar. PKK'nin "misak-ı milli" sınırlarını sağlamaya "katkı sunmaya" hazır olduğunu ilan edişi; faşistlerin, 2. Cumhuriyetçilerin ve "yeni" kemalistlerin "Türki cumhuriyetleri"ni Türkiye'nin bir "hinterland"ı haline getirerek bu sermayenin sağlanabileceğine ilişkin teorileri, tümüyle emperyalist-kapitalist ülkelerdeki sermaye birikiminin tarihsel temelleriyle bağlantılandırılmaktadır.
Bu "öneriler" ve teoriler, Sovyetler Birliği' nin dağıtılmışlığı koşullarında ortaya çıkan geçiş döneminden "yararlanma"yı amaçlamakta ve bu dönemde "Türki cumhuriyetler"in en hayasızca talan edilmesini öngörmektedir. Ve somut gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi, bu hiç de kolay olmamaktadır. Azerbaycan' dan Türkmenistan'a kadar pekçok yerde darbe girişimlerinin başarısızlığı, bu ülkelerin sahip oldukları doğal ekonomik kaynakların (petrol, doğal gaz vb.) emperyalist ülkelerin izni olmaksızın kullanılamayacağının açığa çıkması (Bakü-Ceyhan boru hattı, Türkmenistan doğal gazı olaylarında görüldüğü gibi), bu "öneri" ve teorilerin gerçekdışılığını ve "çağdışı" olduğunu göstermiştir.
Anti-emparyalist (ve anti-oligarşik) devrimci bir iktidar açısından kapitalist sermayenin ilkel birikimine benzer bir birikim sürecinin gerçekleştirilmesi, gerek nesnel olarak, gerekse etik olarak olanaksızdır ve sözkonusu bile edilemez. Bu nedenlerden dolayı, devrimci iktidarın programını uygulayabilmesi için gerekli "ekonomik kaynaklar" sorununun yanıtı başka yerlerde bulunmak durumundadır.
Kapitalist ekonomik ilişkilerin çerçevesi içinde "yeni kaynaklar" ya da "taze para" sağlamanın iki yolu vardır: Dış borçlanma ve iç borçlanma.
Anti-emperyalist devrimci bir iktidarın emperyalist-kapitalist ülkelerden borç (kredi vb. olarak) para alabilmesi sözkonusu değildir. Herşeyden önce, anti-emperyalist devrimci iktidar, emperyalist ülkelerin doğrudan ve dolaylı her türlü yatırımlarını ve şirketlerini tasfiye etmek (millileştirmek) durumunda olduğundan, bu ülkelere borçlanmak sözkonusu değildir. Diğer yandan, emperyalist ülkelerin geri-bıraktırılmış ülkeleri mali bağımlılık ilişkisi içine sokmanın en temel yöntemi olan dış borçlanma sistemi, emperyalizmden bağımsız bir ekonominin yaratılması hedefiyle çelişir.
Bu durumda, geriye sadece "iç borçlanma" yolu kalmaktadır.
"İç borçlanma" ise, doğrudan devletin tahvil ve bono çıkartmak yoluyla ülke içinde belirli bir para birikimine sahip olanlardan nakit para temin ederek, bunu sermayeleştirmesi demektir. İşbirlikçi-tekelci burjuvazi ile toprak ve ticaret burjuvazisinin tasfiye edildiği devrim koşullarında, iç borçlanma yoluyla elde edilebilecek "kaynak" çok küçük olmak durumundadır. Dolayısıyla, bu küçük kaynak, sınırlı ölçülerde kullanılabilir bir kaynak durumundadır.
Bu durumda "neo-liberalizm" yanlılarının en ateşli savunucusu oldukları "özelleştirme" yapılmasının ya da mevcut "özelleştirme" uygulamalarının devam ettirilmesinin yeni kaynaklar sağlayabileceği ileri sürülebilir. Bu çerçevede, devrimci iktidarın, demokratik halk devrimi programında, geçici bir süre için, değişiklikler yapması "yeterli" görülebilir. Örneğin, millileştirilecek ve devletleştirilecek şirket ve kuruluşların kapsamının daraltılmasının bunu olanaklı kılacağı ve bu yolla önemli bir üretim kapasitesi ile birlikte "kaynak" sağlanabileceği ileri sürülebilir. Ve bu konuda, Sovyetler Birliği'nin ilk kuruluş yıllarında uygulamaya sokulan NEP teorik bir dayanak olarak gösterilebilir.
Bugün ülkemiz solunda gelişen "vatansever" söylemi, kendi teorik temellerini kendikendine bulamamış olsa da, bu düşünceye dayanmak durumundadır. Bu da, anti-emperyalist devrimci iktidarın, küçük ve orta sermaye ile "bazı" emperyalist ülkeler karşısında daha "liberal" bir tutum takınmasını gerektirir. Sonal olarak, ekonominin "liberalleştirilmesi" anlayışı ile, emperyalizmin tekil ülkelerin uyguladıkları bir dış politika olarak kabul edilmesi demektir ki, tümüyle kapitalizmin tekelci evresi olduğunun reddi anlamına gelir.
Tüm bunlardan sonra geriye kalan yeni bir "seçenek" ise, Refah Partisi'nin yıllardır savuna geldiği "İslam Ortak Pazarı" projesi olmaktadır. Tümüyle gerçekleştirilmesi olanaksız olan bu proje, "İslam ülkeleri"nin emperyalizmin hegemonyası altında ülkelerden oluştuğu ve işbirlikçi-tekelci burjuvazinin egemen olduğu gerçeğini görmezlikten gelir. Öte yandan, gerçekleşebileceği tek boyutu ise, bir ya da birkaç "islam" ülkesinin, emperyalizmin desteğinde, diğerlerini kendine bağlı birer sömürge haline getirmesi koşuluna bağlıdır. Bu da, sonal olarak, emperyalist sömürgeciliğin bir başka biçim ve görünümde sürdürülmesi demektir.
Anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci iktidar, "gerçek ve bağımsız bir sanayileşme ve ileri bir tarımsal ekonomi yaratarak, halkın yaşam koşullarını sürekli yükseltmek" amacıyla, ekonomik büyüme ve kalkınmayı planlamak durumunda olduğundan, herşeyden önce planlı bir ekonomiye dayanmak zorundadır.
Ekonominin merkezi bir plan çerçevesinde düzenlenmesi ve yürütülmesi, öncelikle mevcut kaynakların rasyonel kullanımını, kaynak savurganlığını ve fazla üretim kayıplarını ortadan kaldıracaktır. Kapitalist sermayenin kâr oranlarını azamileştirme özelliğiyle ortaya çıkan sektörler arasındaki eşitsiz gelişim, merkezi planlama ile önlenerek, kaynakların uygun bir dağılımı olanaklı olacaktır.
Merkezi planlamanın mevcut ekonomik kaynaklar ile yeni kaynakların kullanımında ne büyüklükte bir "yeni kaynak" yaratacağını bugünkü düzenin ekonomik verileriyle saptamak olanaksızdır. Bu durum, bazı kesimlerce "soyut" bulunarak, gerçek bir "kaynak" yaratımı olarak kabul edilmemesinin nedenidir. Ancak dünya devrim tarihinin pratiği, bu alanda tahminleri çok aşan bir "kaynak" sağlanabildiğini göstermiştir. Bunun birimsel olarak hesaplanması, devrimci iktidar koşullarında olanaklıdır.
Anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci iktidarın ikinci büyük "ekonomik kaynağı", eski düzenden devralınan mevcut kaynakların ve üretim birimlerinin yeniden düzenlenmesiyle ortaya çıkmaktadır.
Bu düzenlemeler temel olarak,
1° Toplam kaynak kullanımında, parasal kaynakların dışında kalan gerçek üretim kaynaklarının kullanımında, bir genişleme sağlanması. Bu çerçevede, başta toprak devrimiyle tarımsal üretim başta olmak üzere, hammadde kaynaklarının düzenlenmesi ve geliştirilmesi,
2° Girdi başına mevcut verimliliğin, işgücünün yeniden ve demokratik biçimde örgütlenmesiyle artırılması,
3° Eskimiş ve aşınmış, dolayısıyla verimliliği düşük olan fabrika ve donanımın değiştirilmesini içermektedir.
Ülkemiz somutunda ele aldığımızda bu düzenlemelerin yaratacağı yeni kaynaklar şu şekilde belirginleşmektedir:
İlkin, toprak ağaları, büyük toprak ve sürü sahipleri ile toprak burjuvazisinin kırsal alandaki egemenliğini sona erdirmek, köylülüğün insanca yaşama ve çağdaş yaşam koşullarına kavuşmasını sağlamak, geri bıraktırılmış bir tarımsal ekonomiden, ileri ve kollektif bir tarım ekonomisine geçmek amacıyla toprak devriminin yapılması zorunludur.
Dünya Bankası'nın yıllar boyu tarımın yeniden düzenlenmesine ilişkin verdiği proje kredileri gözönüne alındığında, GAP'a ilişkin lehte ve aleyhte söylenen söz ve tutumlara kadar tarıma ilişkin bir dizi olgu gözönünde tutulduğunda, toprak devriminin ne denli önemli bir yere sahip olduğu kolayca görülecektir.
Türkiye'de kırsal alan ölçüleri 1984 sonrasında büyük ölçüde revize edilmiş ve değiştirilmiş olmasına karşın, kırsal bölgelerde yaşayanlar ve üretimde bulunan kitleyi (toprak ağaları, tefeciler, toprak burjuvazisi hariç) oluşturan köylülük, nüfus içinde ve GSMH'da hâlâ önemli bir yere sahiptir.
Ortalama 30.000.000 hektar tarıma elverişli bir araziye sahip olan ülkemizde, üretim yapılan toprak miktarı 23.451.099 hektar büyüklüğünde hesaplanmaktadır. Bunun 21.449.482' si işlenen alan olup, yıllık olarak 3 ile 4 milyon hektarlık arazi nadasa bırakılmaktadır. 1991 Genel Tarım Sayımı sonuçları esas alındığında, tarımsal üretimin yapıldığı toplam toprağın %18'ine denk düşen 3.819.177 hektarlık arazi nadas vb. nedenlerden dolayı yıllık olarak üretim dışında kalmaktadır.

(Hektar)
Toplam işletme sayısı 3.966.822
Toplam arazi 23.451.099
.............Nadas 3.203.411
.............Tarıma elverişli olup kullanılmayan arazi 615.766
.............Daimi çayır ve otlak arazisi 922.094
.............Koruluk ve orman arazisi 196.822
.............Tarıma elverişsiz arazi 266.933
İşlenen toplam alan 21.449.482
Sulanan arazi 3.093.545
Sulanmayan arazi 18.355.937
Tarımsal işletmeler (hanehalkı) araştırma sonuçları]

Ülkemizde ekilen arazinin 14.444.550 hektarlık bölümünde tahıl ekimi yapılmakta olup, buğday olarak yıllık üretim miktarı (1995) 18 milyon tondur. 1999 yılı fiyatlarıyla (185 dolar/ton) bu üretim miktarı 3,4 milyar dolardır. Ülke içi fiyatlarla üretim fiyatı 4 milyar dolar düzeyindedir. Amerikan emperyalizminin tarım ürünlerinin dünya ticareti üzerindeki hegemonyası sonucu dünya buğday fiyatlarındaki büyük düşüşler, kaçınılmaz olarak üretim değerlerinde önemli bir farklılık yaratmaktadır. Buna rağmen, salt buğday üretiminin mevcut üretim koşulları içinde 4 ile 5 milyar dolar civarında olduğunu kabul edebiliriz.
Bu durumda, nadasa bırakılan ve ekimi yapılmayan toprakların tarımsal üretime katılmasıyla, mevcut üretim ilişkileri içindeki en yüksek hektar başına 2.200 kg düzeyinde olan verimlilik hesabıyla 8 milyon ton ek buğday üretiminin sağlanması sözkonusudur. Bunun emperyalizmin belirlediği dünya fiyatlarıyla değeri 1.5 milyar dolardır.
Diğer taraftan, tarımsal üretimdeki mevcut düzeyin geliştirilmesiyle, bugünkü durumda hektar başına 1.900 kg olan ortalama verimliliğin yarı oranında artırılması durumunda bile, tüm üretim değerleri iki katına çıkabilecektir. Bugünkü düzen içinde buğdayın ton başına ortalama maliyeti 200 dolardır. Verimlilikte meydana gelecek her artış, bu maliyeti aşağıya çekebileceği gibi, mevcut tekniklerin yaygın olarak kullanılması durumunda bu miktar 150-160 dolar seviyesine indirilebilecek durumdadır.
Özet olarak ifade edersek, salt buğday üretiminde mevcut tekniklerin yaygınlaştırılması ve yeni tekniklerin uygulamaya sokulmasıyla elde edilecek üretim fazlası 2 milyar dolar civarında olacak ve nadasa bırakılan ve ekilmeyen arazilerin kullanımıyla ortaya çıkacak olan miktarla birlikte bu üretim 3.5 milyar dolar civarında olacaktır. Bu miktar, bugün IMF ile yapılan stand-by anlaşmasıyla geleceği söylenen 4 milyar dolarlık "taze para" nın yaptırımlarını kabul etmemek için yeterli bir miktardır.
Ancak toprak devrimi ile gerçekleşecek üretim artışı, salt mevcut kaynakların kullanımının ötesinde, toprağın ıslah edilmesini ve yeni tekniklerin kullanılmasını getireceği gibi, mevcut toprakların eşitsiz dağılımını da ortadan kaldırarak üretimde çok daha büyük artışlar sağlaması sözkonusudur.
İşletme sayısı Oran Toprak (dekar) Oran
......0 - 19 dekar 1.385.129 %34.9 13.220.651 % 5.6
.....20 - 49 dekar 1.274.609 %32.2 38.668.961 %16.5
.....50 - 99 dekar 713.149 %17.9 46.750.693 %20
.....100 - 199 dekar 383.323 % 9.7 49.216.633 %21
.....200 - 499 dekar 173.774 % 4.4 46.487.432 %19.8
.....500 + dekar 36.838 % 0.9 40.166.623 %17.1
Toplam 3.966.822 %100 234.510.993 %100
[1991 Genel tarım sayımı; Tarımsal işletmeler (hanehalkı) araştırma sonuçları]

Mevcut koşullarda toprağın mülkiyet dağılımı, büyük bir kırsal nüfusu çok küçük bir toprak parçası üzerinde düşük verim oranlarıyla üretim yapmak zorunda bırakmaktadır. 100 dekara kadar toprağa sahip olan köylü nüfusu toplamın %85'ini oluşturmaktadır. Bu nüfusun üretim yaptığı toprak miktarı ise, toplamın %42.1'i kadardır. Bu eşitsiz toprak mülkiyeti koşullarında, yoksul ve küçük köylü, rasyonal olmayan ölçekte üretim yapmak zorunda kalmaktadır. Gerek kimyasal girdiler, gerekse makine kullanımı açısından, yoksul ve küçük köylünün üretim yaptığı topraklar olabilecek en verimsiz üretim koşullarını oluşturmaktadır. Toprak mülkiyetindeki eşitsizliğin ortadan kaldırılması ve üretimde kooperatifleşme ve kollektivizasyonun gerçekleştirilmesi ile birlikte sağlanacak üretim artışları, ülkenin tarım üretiminde büyük bir artış ortaya çıkaracağı gibi, diğer yandan yoksul ve küçük köylünün yaşam koşullarını iyileştirecek ve geliştirecektir.
Diğer taraftan, toprak mülkiyetinin dengesizliği ve kırsal nüfusun %85'nin toprağın ancak %42.1'inde üretim yapabiliyor olması, bir yandan küçük toprak parçasında makine kullanımını engellediği gibi, değişik nedenlerle ve kullanım amaçlarıyla satın alınmış tarım makinelerinin verimsiz kullanımına neden olarak önemli bir kaynak kaybına neden olmaktadır.

Tarım alet ve makineler [1994]
Traktör 757.505
Kulaklı traktör pulluğu 724.409
Tarım arabası (römork) 719.837
Sırt pulverizatörü 476.398
Kuyruk milinden ha. pulverizatör 154.159
Motorlu pulverizatör 55.121
Hayvan pulluğu 462.480
Kulaklı traktör pulluğu 724.409
Döner kulaklı traktör pulluğu 22.145
Ark pulluğu 37.724
Diskli traktör pulluğu 65.568
Diskli anız pulluğu (tek yönlü) 26.460
Anız pulluğu 18.529
Dişli tırmık 344.630
Karasaban 340.020
Krema makinesi 319.819
Kültüvatör 317.099
Motopomp (termik motorlu) 213.722
Kimyevi gübre dağıtıcısı 208.826
Döven 186.874
Diskli ve diğer tırmıklar 175.528
Harman makinesi 137.508
Yağmurlama tesisi 122.485
Kombine tahıl mibzeri 117.008
Motopomp (elektrik motorlu) 112.094
Atomizör 106.149
Traktörle çekilen çapa makinesi 96.161
Diskli traktör pulluğu 65.568
Sapdöver 64.249
Tınaz makinesi 49.863
Orak makinesi 45.742
Merdane 45.060
Derin kuyu pompa 43.814
Diskli anız pulluğu (tek yönlü) 26.460
Kendi yürür biçer döver 11.649
Biçer bağlar makinesi 3.529
Tarımsal mücadele uçağı 61

Bugün ülkemizde üretim yapan köylü açısından her 5 aileden biri traktöre sahip bulunmaktadır. Günümüz somutluğu açısından ele alındığında bir traktörün kullanılabildiği ortalama toprak miktarı 28.3 hektar olmaktadır. Normal koşullarda bir traktörün ortalama 70 hektarlık toprak üzerinde verimli olarak kullanılabilme durumu vardır. Bu yüzden, ülkemizde traktör sayısı ile verimlilik arasında üç misline yakın bir farklılık mevcuttur. Diğer yandan, mevcut traktör başına düşen ortalama kullanım miktarı olan 28.3 hektar (283 dekar), nüfusun %85'nin 100 dekarın altında toprağa sahip olduğu, 200 dekardan daha az toprağa sahip olanların ise toplam tarımsal nüfusun %94.7' sini oluşturduğu bir mülkiyet ilişkisi içinde kesinlikle gerçekleşmeyen bir kullanımı ifade etmektedir. Bir başka deyişle, ülkemizde bugün mevcut olan traktörlerin büyük bir bölümü ülke ortalamasının çok daha altında bir toprakta kullanılmaktadır. Böylece, toprak mülkiyetinin mevcut yapısı içinde tarımsal üretimde kullanılmak durumunda olan makineler büyük oranda atıl durumdadır. Bunun meydana getirdiği üretim kaybı ile traktöre yatırılmış olan atıl kaynak, çoğu durumda üçte bir oranında hesaplanabilmektedir. Yani toprak devriminin gerçekleştirildiği koşullarda, mevcut tarımsal makinelerin rasyonel kullanımı olanaklı olmasına paralel, üretimde üç katı kadar bir artış sağlanması sözkonusudur. Bunun parasal büyüklüğü ise 12 milyar dolar civarındadır.
Böylece, toprak devriminin mülkiyet ilişkilerinde meydana getireceği değişiklik ve makine kullanımının rasyonalleştirmesiyle ortaya çıkacak ek kaynak miktarı, en genel belirlemeyle 9.5 milyar dolar olabilecektir.
Burada, tarımsal üretim için gerekli traktör miktarı içinde atıl durumdaki traktörlerin üretimi için otomativ sektöründe tüketilmiş olan kaynaklar da gözönüne alındığında, mevcut durumdaki kayıpların giderilmesi koşullarında sağlanacak kaynaklar çok daha büyük olmaktadır. En genel belirlemeyle mevcut traktörlerin yarısı (350-400 bin) tarımsal üretim dışı amaçlarla alınmış ve elde bulundurulmaktadır. Bunun parasal karşılığı ise, ortalama 2 milyar dolardır.
Bütün bunların yanında, bugün yıllık olarak ithal edilen tarım ürünleri için tüketilen kaynaklar sözkonusudur. Tarım ve hayvancılık ürünlerine 1997 verileriyle 2.4 milyar dolar döviz ödenmiştir. Tarımsal üretimin verimli ve rasyonel hale getirilmesi, bu kaynağın ülke içinde kalmasına neden olacaktır.
Toprak devriminin gerçekleştirilmesiyle birlikte kırsal alanda işsiz durumda bulunan nüfusun emek-gücünün üretim sürecine girmesiyle birlikte, hem işsizlikte büyük bir düşme ortaya çıkacak, hem de atıl emek-gücü üretken hale getirilecektir. Bu üretken hale getirilen emek-gücünün sağlayacağı ekonomik kaynak, mevcut düzenin verileriyle hesaplanamayacak boyuttadır.
Anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci iktidar, tüm bunları gerçekleştirmek amacıyla toprağı millileştirmek durumundadır. Bu millileştirme eylemi, aynı zamanda ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının emperyalist ülkeler tarafından ucuza kapatılmasının da önüne geçecektir.
Diğer taraftan, mevcut düzen içinde kullanılmayan ya da belli bir azınlık tarafından kullanılan kaynakların üretime sokulması gerçekleştirilecektir.
Bu kaynaklar,
1° Topluma dayatılan ve körüklenen aşırı üretimin sınırlandırılması ve lüks tüketimin önlenmesi,
2° Niteliksiz işgücünün toplumsal ve poli-teknik eğitimle yeniden örgütlenmesi,
3° İrrasyonal üretim aygıtının yeniden düzenlenmesi ve bürokratik işlemlerin azaltılması,
4° İşsizliğin ortadan kaldırılması ile sağlanacak "yeni kaynak"lardır.
Bu düzenlemeler, parasal maliyeti en az olan,dolayısıyla toplumsal ekonomik kaynakların artışını sağlayan düzenlemeler durumundadır.
Anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci iktidarın en önemli ekonomik kaynaklarından birisi de, emperyalizme bağımlılık ve bu bağımlılığın yaratmış olduğu çarpık ekonomik yapının sürekli olarak tükettiği kaynakları üretken hale getirmektir.
Bunların başında emperyalist sömürü mekanizmasının en temel unsurlarından olan yabancı sermayenin doğrudan ve dolaylı yatırımlarından elde edilen kârların ülke dışına transfer edilmesiyle ortaya çıkan kayıpların önlenmesi gelmektedir. Dünya çapındaki anti-emperyalist propaganda ve ajitasyonda da önemli bir yere sahip olan kâr transferleri, ülkemiz somutunda belirgin bir biçimde yapıldığı gibi, ekonomik verilerin üzerinde oynanarak sürekli olarak gizlenmeye çalışılmıştır.
Ülkemizde 1980 yılına kadar değişik ekonomik göstergeler ve veriler derlenirken, yabancı sermayenin ülkeye girişi ve gerçekleştirdiği kâr transferleri ayrı kalemde değerlendirilirken, 1980 sonrasında özellikle kâr transferleri bölümü tümüyle kaldırılmıştır. Böylece anti-emperyalist ve anti-oligarşik mücadelenin önemli bir hedefi "mevcut değil" hale getirilmek istenmiştir. Bu durumun bilincinde olan burjuva ekonomistleri, her buldukları fırsatta, yabancı sermayenin ülkemize nasıl katkıda bulunduğunu, ne oranda istihdam yarattığını yazıp çizerek, kitlelerin anti-emperyalist ve anti-oligarşik bir bilince sahip olmamaları için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Resmi verilere göre, 1980-98 yılları arasında 20,899 milyar dolarlık yabancı sermayeye ülkede doğrudan yatırım yapma izni verilmiş ve aynı dönemde fiili yabancı sermaye girişi 6,533 milyar olmuştur. Ve nasıl derlendiği açıklanmayan resmi verilere göre, aynı dönemde 1,3 milyar dolarlık kâr transferi gerçekleşmiştir. Bir başka "resmi" veriye göre, bu dönemde fiili yabancı sermaye girişi 11,234 milyar dolar olarak gözükmektedir. İlk veriye göre kâr transferi %20 dolaylarında gözükmekte; ikinci veriye göre ise %1,1 gibi küçük bir oran olmaktadır. İlk durumda %20' lik bir "kârlılık" oranının, kapitalist ölçülerde "normal" olduğu kabul edildiğinde, yabancı sermayenin "getirdiğinden çoğunu götürdüğü"nü iddia etmek olanaksız olmaktadır!
İşte ülkemizde 1980 sonrasında değiştirilen ve çarpıtılan pekçok gerçek içinde yabancı sermayenin gerçekleştirdiği kâr transferleri de bulunmaktadır. Özellikle "neo-liberalist"ler, yani "globalizm"in savunucusu ve ideolojik propagandisti durumunda bulunan küçük-burjuva aydınları, oligarşik yönetimin emperyalist sömürü mekanizmasını ortaya çıkaran her türden bilgi ve veriyi ortadan "yok"etmiş olmasından büyük mutluluk duymaktadırlar. Böylece "karşılıklı bağımlılık" ilişkisi içinde bulunan iki "eşit" ülke sözkonusu olduğu savını, bu şekilde daha kolay kanıtlayabilecekleri gibi, yeni yetişen kuşak tarafından bilinmesini de önlenmiş olmaktadırlar.
Bu şirketlerden herhangi birinin yıl sonu bilançoları incelendiğinde, "globalizm"in tüm iddialarına karşın, yabancı sermayenin ülkemizde çok büyük kârlar elde ettiği ve bunu doğrudan ya da dolaylı yollarla kendi ülkesine transfer ettiği kolayca görülebilecektir.

Türkiye'nin 10 büyük yabancı sermayeli şirketi
Toplam Sermaye [%] Yabancı Sermaye oranı
İzmit Su A.Ş 16.000.000 50
Birecik Baraj ve Hidr. Sant. 13.080.000 50
Tofaş Türk Oto Fab. A.Ş 12.600.000 38
Set Grup Holding A.Ş 9.550.000 100
Oyak- Renault Oto Fab. A.Ş. 8.437.000 51
Citibank 7.637.658 100
Uni-Mar Enerji Yat. A.Ş 7.500.000 99.99
R.J. Reynold Tütün A.Ş 6.556.000 100
GBS Emlak Ticaret A.Ş 5.622.000 100
Toyotosa 5.400.000 50

Bu şirketler içinden örneğin Tofaş ele alındığında, 1997 yılı blançosuna göre sermayesinin 1.524.596 milyon TL. olduğu görülmektedir. Yıl sonu itibariyle dolar kuru üzerinden bu sermayesi 7.365.198 dolar olmaktadır. 1998 yılı blançosunda TOFAŞ'ın sermayesi değişmemiş ve 1.524.596 milyon TL. olarak kalmıştır. Bunun yıl sonu ortalama dolar kuru üzerinden karşılığı ise 4.820.000 dolar olmaktadır.
TOFAŞ'ın yeniden değerlendirme değer artışı ve yedeklere ayırdığı kâr kitlesi çıktıktan sonra net dönem kârı, 1997 yılında 1.396.889 milyon TL ve 1998 yılında 2.039.007 milyon TL. olmuştur. Böylece TOFAŞ, ana sermayesi üzerinde 1997 yılında %91 ve 1998'de %133 kâr elde etmiş olmaktadır. Bu durumda şirketin %38'ine sahip olan yabancı şirketin (Fiat) payına düşen kâr kitlesi, 1997'de 530 milyar, 1998'de 780 milyar olmaktadır. (Göreceli olarak TOFAŞ'ın kâr kitlesindeki düşüş, 1995 sonrasında otomativ sektörünün içine girdiği bunalımdan kaynaklanmaktadır. Ancak burada amacımız şirketin genel yapısını irdelemek olmadığından, konumuz açısından bunu bir yana bırakmak durumundayız.)
İşte, soru burada ortaya çıkmaktadır: Yabancı şirket ortağı, her türlü sermayenin yeniden değerlendirme artışı ve yedekleri çıktıktan sonra kalan kârı ne yapmaktadır? Yeniden sermayeleştirdiği kâr miktarı, dönem sonu itibariyle sermayenin yeniden değerlendirme artışı ve yedekler bölümünde bulunduğundan (1998 itibariyle 3,5 trilyon TL'dir) kalan miktar doğrudan ana şirkete transfer edilmekte ya da hazine bonosu vb. yollarla başka alana "yatırılmakta"dır. Bu nedenle kâr transferinin günümüzdeki görünümü, geçmiştekinden hiçbir biçimde farklı değildir. Bu konuya ilişkin verilerin oligarşik yönetim tarafından gizlenmesinin nedeni de budur. Böylece yabancı sermayenin "getirdiğinden çoğunu götürdüğü" gerçeğinin üzeri örtülmektedir. Kaba bir hesaplamayla ülkemize yatırılan yabancı sermayenin her yıl ortalama %100 kâr elde ettiği ve bunu dışarıya transfer ettiğini tesbit etmek zor değildir. Bu durum toplam yabancı sermayenin miktarına eşit olduğu için, 1980 sonrasında yıllık olarak ortalama 5 ile 6 milyar dolar dışarıya kâr olarak transfer edilmektedir.
Emperyalist sömürü mekanizmasının geri-bıraktırılmış ülkelerin kaynaklarına el koymasının ikinci ve en büyük unsuru ise, bu ülkelerin dışarıya borçlandırılmasıdır. Değişik biçimlerde ve adlarla geri-bıraktırılmış ülkelerin dış borçlanması, ülke içi gelirlerin, bu borçların ana para ve faiz ödemeleri yoluyla emperyalist ülkelere aktarılmasını sağlamaktadır.
Dış Borç (Milyon $)
1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998
Dış Borç Miktarı 50.489 55.592 67.356 65.601 73.278 83.962 91.109 103.956
Yıl İçinde Yeni Alınan 5.976 7.123 9.207 5.291 6.293 8.912 13.386 14.211
Yıl İçinde Geri Ödeme 7.551 8.511 8.227 9.993 11.897 11.418 12.418 16.513
Anapara 4.121 5.294 4.653 6.070 7.594 7.218 7.830 11.690
Faiz 3.430 3.217 3.574 3.923 4.303 4.200 4.588 4.823
Net Transfer -1.575 -1.388 980 -4.702 -5.604 -2.506 968 -2.302

Oligarşik yönetimin dış borçları, tablodan da görüldüğü gibi, 1991 yılından 1998 yılına gelindiğinde %100 artmış ve 103 milyar dolara çıkmıştır. Bu büyüklüğün daha net anlaşılabilmesi için bazı ekonomik verilerle karşılaştırmak gerekmektedir.
1991 yılında devlet bütçesinin toplam gelirleri 96 trilyon 747 milyar lira olup, giderleri 130 trilyon 263 milyar liradır. 1991 yıl sonu itibariyle dolar kuru 4.168 liradır. Buna göre, 1991 yılı bütçesinin toplam gelirleri 23 milyar 212 milyon dolar; giderleri 32 milyar 566 milyon dolardır.
1991 yılı itibariyle dış borçlar bütçe gelirlerinin iki katından fazladır. Bütçenin gelir-gider dengesi içinde yıl olarak açığı 9 milyar 354 milyon dolar iken, aynı yıl dış borçlar için yapılan ana para ve faiz ödemelerinin tutarı 7 milyar 551 milyon dolar olmuştur. Neredeyse bütçe açığına eşit miktarda olan dış borç ödemesi, aynı zamanda ülkemizdeki sürekli bütçe açıklarının nedeni durumundadır ve her bütçe açığını kapatmak için yeniden dış borç alınması gündeme gelmektedir. 1991 yılı itibariyle borç ödemelerinden sonra 5 milyar 976 milyon dolar borçlanma yapılmıştır. Bu yolla bütçe açığı büyük ölçüde kapatılamadığı gibi, dış borç miktarı da artmıştır.
1998 yılına gelindiğinde dış borçların toplam miktarı 103 milyar 956 milyon dolara çıkmış ve yıl içinde yapılan dış borç ödeme miktarı ise 16 milyar 513 milyon dolar olmuştur.
1998 yılında bütçe gelirleri 38 milyar 850 milyon dolar ve giderleri 50 milyar 933 milyon dolardır. Aynı yıl gerçekleşen Gayri Safi Milli Hasıla 51.625.143 milyar lira olup, 168 milyar 710 milyon dolardır.
Buradan çıkan sonuç ise, oligarşik yönetimin hiçbir harcama yapmaksızın (devlet memurlarının maaşlarından her türlü askeri harcamaya kadar) dış borçları ödeyebilmesi için 2,5 yıl gerekmektedir. Aynı şekilde GSMH'nın %61'i dış borçlara eşdeğerdir. Basit olarak tüm ülkenin 7,5 ay hiçbirşey tüketmeksizin (su dahil) yaşayabildiği durumda dış borçlar ödenebilmektedir.
Her türden "globalizm" yanlılarının hararetle savundukları "devletin küçültülmesi" talebi, bu koşullar altında dış borçların nasıl ödeneceğini dışta bıraktığı gibi, KİT'ler aracılığıyla ortaya çıkan devlet gelirlerinden mahrum bir bütçeyle devletin nasıl ayakta kalabileceğini de dıştalamaktadır. Oysa bunun anlamı çok açıktır: "Devletin küçültülmesi", dış borçların sürekli mevcudiyetini ve giderek devlet harcamalarının, salt sosyal harcamaların değil, her türden harcamalarının sürekli olarak azaltılmasını öngerektirdiğinden, silahlı kuvvetlerin varedilmesi de olanaksız olacaktır. Böylece herhangi bir durumda bir emperyalist ülkenin silahlı gücünün korumasına ihtiyaç duyulacaktır. Bunun açık sonucu ise, oligarşik yönetimin silahlı kuvvetlerinin, yani ordunun tüm giderlerinin emperyalist devletler tarafından sağlanmasıdır. Sıkça sözü edilen ordunun mobilize edilmesi ve profesyonelleştirilmesi söyleminin arkasında yatan gerçek de budur. Doğrudan maaşları Amerikan emperyalizmi tarafından ödenen bir profesyonel ordu, bugün "globalizm"in temel hedeflerinden birisi durumundadır.
Tüm bu ve benzeri nedenlerle emperyalist sömürü mekanizmasının en önemli ayağını oluşturan dış borçların iptal edilmesi, bizim gibi ülkeler için bir varoluş sorunu durumundadır. Hiçbir ödeme yapılmaksızın tek yönlü olarak anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci iktidarın dış borçları iptal etmesi, "iyiniyetli" ve "hümanist"ler açısından bile kabul edilir bir gerçektir. Borç "verenleri", salt borç verdikleri için "suçlamanın" doğru olmadığını, asıl "suçun" bu borçları "yerinde kullanmayan" "politikacılar"da olduğunu düşünen herkes, alınan borçların ülke içinde nasıl paylaşıldığının yanında, bugüne kadar ana para ve faiz olarak ödenen dış borç miktarını da gözönünde tutması gerekmektedir. 1991-98 yılları arasında ana para ve faiz olarak yapılan dış borç ödeme miktarı 86 milyar 528 milyon dolardır. Yaklaşık olarak 10 yıllık bir zaman dilimi içinde biriken borç miktarı kadar miktar dış borç ödemelerine gitmiştir. "Uzun vadeli ve düşük faizli krediler" sözleriyle yutturulmaya çalışılan bu gerçek, uzun vadeli bireysel tüketici kredisinden çok daha yüksek bir faiz içermektedir. Dolayısıyla, ülke kaynakları her onar yıllık periyotlarla %100 oranında dış borçlara faiz olarak verilmektedir. Bu yüzden, kayıtsız-şartsız tüm dış borçların iptal edilmesi, sadece ülke kaynaklarının faiz adıyla yeniden ve yeniden emperyalist ülkelere aktarılmasının önüne geçecektir. Emperyalist ülkeler bugüne kadar verdikleri tüm borçları, onaryıllık periyotlarla tümüyle geri aldıkları için, bu borç iptali hiç de "adaletsiz" olmayıp, hiç kimsenin "hakkına tecavüz" olmayacaktır. Tersine işleyen bu durumu sona erdirecektir.
Dış borçların iptalinin diğer bir önemli sonucu ise, döviz gereksinmesinin ana para ve faiz ödemeleri miktarı kadar azalmasıdır. Son onyıllık ortalama hesabıyla, yıllık 8 ile 10 milyar dolar döviz çıktısı ortadan kalkacaktır. Bu sayede, en elverişsiz koşullarda dünya pazarlarında satılan ülke ürünlerinin değerlenmesi sağlanabilecek ve pazarlık gücü artacaktır. Öte yandan ihtiyaç duyulan döviz için ülkemizin doğal ortamının bozulmasını sağlayan ucuz turizm dönemi de sona erecektir. Kıyılarımızın birkaç dolar için yağmalanması ve turizme açılması dönemi bitmiş olacaktır.
Anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci iktidarın kullanabileceği "ekonomik kaynak"lardan bir diğeri de, kapitalizmin kendi niteliğinden kaynaklanan aşırı-üretim buhranları ve pazar sorunuyla ortaya çıkan eksik kapasite kullanımıdır.

İmalat Sanayi Kapasite Kullanımı
YIL KAMU ÖZEL TOPLAM
[%] [%] [%]
1978 70,6 60,2 61,6
1979 67,7 56,0 56,9
1980 59,6 54,3 55,2
1981 60,6 55,7 56,7
1982 67,2 58,0 59,4
1983 67,5 59,3 60,3
1984 79,3 73,3 74,3
1985 73,8 69,3 70,3
1986 72,5 69,1 70,0
1987 80,7 76,8 78,2
1988 78,4 75,9 76,7
1989 73,9 75,3 75,0
1990 73,7 77,3 76,2
1991 76,7 72,9 74,2
1992 77,8 75,6 76,4
1993 79,1 79,7 79,5
1994 78,1 70,9 73,0
1995 80,5 77,9 78,6
1996 82,0 76,5 78,0
1997 78,9 76,3 77,0
Kaynak: DİE

Yıllar itibariyle, ülkemiz koşullarında sanayi üretiminde kapasite kullanımı %60 civarında olmuştur. Ağırlıklı olarak imalat sanayinde kapasite kullanımıyla ortaya çıkan bu kapasite oranı, açıkça üretim kapasitesinin %40'a yakın bir kesiminin kullanılamadığını ortaya koymaktadır.
Salt imalat sanayi verileri ele alındığında kullanılan kapasite üzerinden gerçekleşen istihdam miktarı (çalışan sayısı), 1998 yılında toplam 591.945'dir. Bunun 97.937'si devlet kuruluşlarında, 494.008'i özel kesimde istihdam edilmektedir. 1998 verileriyle 51.625.143 milyar lira (168 milyar 710 milyon dolar) olan GSMH'nın 10.128.255 milyar liralık kısmı (32 milyar 959 milyon dolar) imalat sanayinin üretiminden gelmektedir. %40 oranında eksik kapasite üretken hale getirildiğinde ortaya çıkacak üretim miktarı ortalama 20 milyar dolar düzeyinde olacaktır. Ki bu mevcut verilerin en genel değerlendirmesiyle ortaya çıkan "ekonomik kaynak" durumundadır. Bu kaynakların çok daha fazlalaştırılması olanaklıdır, çünkü, imalat sanayinde kapasite kullanımına ilişkin verilerin derlendiği alanların büyük bir bölümü kapitalizmin devrevi ekonomik bunalımlarından doğrudan etkilenen kesimlerden oluşmaktadır. Dolayısıyla kimi zamanlarda ortaya çıkan yüksek kapasite kullanımı (en yüksek olduğu dönemlerde hiçbir zaman %80'i geçmemektedir), uzun periyotlarda %50'ler seviyesine düşmektedir.
Diğer yandan, salt imalat sektöründe tam kapasite üretim yapılabildiği koşullarda, istihdam miktarı da aynı oranda artış gösterecek ve ortalama 400.000 yeni iş olanağı ortaya çıkacaktır.
Temel sektörler üzerinden anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci bir iktidarın, ülkemiz somut koşullarında sahip olacağı "ekonomik kaynaklar" bu şekilde belirginleşmektedir. Bunlar, en kaba hesaplamayla, yıllık olarak 50 milyar dolar yeni kaynak anlamına gelmektedir. Yine aynı sektörlerde gerçekleştirilecek düzenlemelerle 2 milyon kişiye yeni iş olanağı yaratılmış olacaktır. Tüm bunların GSMH üzerindeki etkisi, yani yıllık büyüme oranına etkisinin en düşük düzeyde %30 dolaylarında olacağı hesaplanabilir. Bu boyuttaki bir büyüme oranı sadece devrimci iktidar koşullarında sağlanabilecek niteliktedir. Dünya tarihinde bu oranda bir büyüme hızının 1920-40 döneminde Sovyetler Birliği'nde gerçekleştirilmiş olmasının nedeni de budur. (D. Avcıoğlu'nun 1970 başlarında tüm sektörler üzerinden yaptığı hesaplamalardan çıkardığı büyüme oranı %25 olmuştur. D. Avcıoğlu'nun "Türkiye'nin Düzeni"nde ortaya koyduğu bu belirlemeler, küçük-burjuva devrimci-milliyetçi bir perspektifin ürünü olduğu için pekçok alanda "uzlaşmacı"lığın sonucudur.)
Sonuç olarak, mevcut ekonomik, toplumsal, siyasal, kültürel yapı içinde kalkınmanın önündeki en temel engel emperyalizme bağımlılık ve emperyalizm ile işbirlikçi oligarşilerin sömürüsüdür. Bunların getirdiği ekonomik gelişim engelleri, sömürü mekanizmasının ülke içinde üretimden elde edilen artıkların ülkenin kalkınması amacıyla kullanılamamasıdır.
Genel olarak ekonomik kalkınma için kullanılabilecek kaynakların kaybını şöyle özetleyebiliriz:
1° Yabancı sermayenin doğrudan yatırımlarının kârlarının dışarıya transferi,
2° Dış borçlanma ve bu borçların ana para ve faiz ödemeleriyle ülke içi kaynakların dışarıya aktarılması,
3° Patent hakkı, lisans, know-how, teknik bilgi, mühendislik hizmetleri için emperyalist ülkelere yapılan ödemeler,
4° Lüks tüketim malları üretimi için ara-malları ve donanım ithalatı için tüketilen kaynaklar,
5° Lüks tüketim malları üretiminde kullanılan işgücünden doğan kayıplar,
6° Doğrudan lüks tüketim malları ithalatı için yapılan ödemeler,
7° Karayolları taşımacılığına verilen önceliklerle kitle ulaşım olanaklarının dışlanması ve bu nedenle ortaya çıkan petrol giderleri,
8° Petrole dayalı elektrik santralleri,
9° Emperyalist tekellerin belirlediği fiyatlarla yapılan ihracatta uğranılan kayıplar,
10° Sanayide eksik kapasite kullanımı ile uğranılan kayıplar,
11° Sanayi üretiminin dışa bağımlılığı sonucu artan oranda ara malları ithalatı yapılmasıyla uğranılan kayıplar,
12° KİT'lerin ucuz sanayi girdisi sağlaması paravanası altında zarara uğratılmasıyla ortaya çıkan kayıplar,
13° Sömürücü sınıfların hizmetindeki gece kulübü, gazino, otel, lüks mağazaların tükettiği kaynaklar,
14° Yüksek ve rasyonel olmayan askeri harcamalar,
15° Kırsal alanda amaç dışı kullanılan tarım araçları,
16° Ekilmeyen ve ekime açılmış topraklarda uğranılan üretim kayıpları,
17° Toprak mülkiyetinin dağılımının getirmiş olduğu düşük üretim verimliliği nedeniyle uğranılan kayıplar,
18° Ürün farklılaşmasıyla uğranılan kayıplar
19 ° Yeraltı ve yerüstü doğal kaynakların talan edilmesiyle uğranılan kayıplar,
20° Yüksek işsizlik nedeniyle emek-gücünde ortaya çıkan kayıplar.
Anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci bir iktidar koşullarında tüm bu ve bundan kaynaklanan bir dizi kayıplar merkezi planlama çerçevesinde ve yapılan düzenlemelerle ortadan kaldırılarak ekonomik gelişme için gerekli kaynaklar ülke içinde sağlanabilmektedir.
Şüphesiz devrimci iktidarın yeterli ekonomik kaynaklara sahip olabileceğinin ortaya konulması tek başına yeterli değildir. "Neo-liberalizm" yanlıları, "globalleşen dünya"da başlangıçta anti-emperyalist bir iktidarın mevcut kaynakları kullanabileceğini, zorla da olsa kabul ettikten sonra şöyle diyebilmektedirler: Bu kaynakların "sürekliliği" nasıl sağlanacaktır? "Gelişmiş ülkelerle" her türlü ilişkiyi keserek, ekonominin gerektirdiği ve ülke içinde mevcut olmayan kimi üretim girdileri (techizat, makine, ara malları olarak) nereden temin edilecektir? vb. vb.
"Globalizm" propagandistlerinin, emperyalizmden bağımsız bir ülkenin ekonomik kalkınma için gerekli "kaynakları" bulamayacağı konusunda sıkıştıkları her zaman ve durumda ortaya sürdükleri bu sorular, aynı zamanda, emperyalist ülkelerin bağımsız ülke/ülkelere karşı uygulayacağı her türden sabotaj ve ambargoyu haklı ve mazur göstermeyi amaçlamaktadır. Öyle ki, "globalizm" propagandistleri için ülkenin bağımsızlığını istemek, dünya ticaretinde eşit ve adil bir ilişkiyi savunmak bir "suç"tur, dolayısıyla emperyalizm tarafından "cezalandırılacaktır". PKK'nin son tasfiye süreciyle birlikte A. Öcalan tarfından da dile getirilen bu türden "suçları" işleyenler, "emperyalizme karşı işlenmiş suçlar" olarak "uluslararası insan hakları mahkemesi"nde yargılanacaktır!
Tüm bunlar, safsata ve totolojiden başka birşey değildir. Emperyalizmin ve oligarşilerin kitlelere yönelik demagoji, yaygara ve gözdağının birer unsuru olarak ortaya çıkan bu safsatalar, anti-emperyalist mücadelenin uluslararası boyutlarını kolayca bir yana itebilmektedir. Ayrı bir yazının konusu olabilecek kadar kapsamlı olan bu safsatalar, dünya çapında devrimci mücadelenin gerilediği her dönemde ortaya çıkan değişik safsataların bir devamıdır. Yine de, herkes bilmek durumundadır ki, bağımsızlık kolayca elde edilebilen ya da başkaları tarafından verilen birşey değildir. "İşbitirici", "köşedönmeci" zihniyetler için, herşeye bedel ödenmeksizin sahip olmak "gerekir". O yüzden, onlar, emek harcamadan, emek ürünlerine elkoymanın yollarına kafa yorarlar. Çünkü onlar, sömürücüdürler, sömürünün sürdürücüsü ya da yandaşlarıdırlar. Onların yaşam koşulları sömürüyle birlikte vardır. Dolayısıyla, anti-emperyalist (ve anti-oligarşik) devrimci iktidar onların içinde yaşayamayacakları bir ülke yaratacaktır. Tüm karşı çıkışlarının, demagojilerinin, safsatalarının temelinde yatan, bunun gerçekleşmesinden korkmalarıdır. Ama herkes bilir ki, korkunun ecele faydası yoktur!



Uzunca bir makale, eski de ama şu gün ülkeye baktığımızda bizim için olumsuz olan (dış borç ve cari açık) rakamlar daha da bi katlanmıştır...Ki buna siyasi etkenler de eklenmiştir (AB sürecindeki olumsuzluklar, vs..)

Kaynak aslında bellidir.. Fikir olarak bu yayındaki her görüşü besimsememekle birlikte bu yazıyı yazan kişiyi tebrik ediyorum..

Ülkede kaynak ve potansiyel yeterince falza... Ama problem hayata geçirmekte.. Alışkanlıklarımızdan kurtulmamız lazım....

herkese iyi geceler...
 
Geri
Üst