Algının Kapıları

Ruh nedir? Duygu nedir? Binlerce yıldır bu kavramın geçmediği ya da gönderme yapılmadığı hiç bir yazılı esere rastlanmamıştır. Belki yasalar ve hukuk dışında o da ilginç bir noktadır zaten. Tüm din kitapları tanrısının temelini ruh a dayandırır. Ancak bu ilk bakışta soyut bir kavram olarak görülür ve tanrı gibi var yok tartışmasından ileriye gidemez. Müzik dinlerken ruhunun olup olmamasından bahseden materyalist çok görülen bir olgudur.(mesela ben) Bilim adamlarının akıllı olanları yani dogmatik düşünmeyenleri, doğanın açıklamalarını yaparken bu kavrama pek fazla başvurmazlar bir de. Ancak canlının doğasını inceleyen biyoloji bilimi, ölü varlıkların hücrelerinde bulunan elementlerin orantılı sayımını yapıp ortaya döküp dururken her nedense ölüm'ün mantıklı açıklamasını yapmaktan kaçınır, maalesef bu durumun açıklamasını din adamlarına bırakırlar. Bir şeyler hissettiğini, rakamlardan ve sayısal değerlerden oluşmadığını fark eden insanları da kendilerinden uzaklaştırmış olurlar böylece.

Duygu ile ruh aslında aynı şey olmasına rağmen bu durumda ruh daha genel bir kavram olmaktadır. Ölüm olgusu örneğin tam bir ruhsuzluk ve duygusuzluk durumu olmasına rağmen ruhunu yitirdi deriz duygularını yitirdi demeyiz. Çünkü duygular yitirilince olay sanki psikolojikmiş gibi de anlaşılabilir. Aynı psikolojiye pekâlâ ruhunu yitirmek de denir ve güncel hayatta her ikisi de olumsuz bir katı yürekliliği belirtir. Ancak eğer bu iki kavramın aslında ne olduğunu sormaya gelince olaylar biraz karışmaktadır kanımca. Çünkü bir uzman a duygu nedir diye sorarsanız size bilmem hangi bölgedeki sinirlerin uyaranlara verdiği tepkinin beyinde algılanması diyecek ve bir insanın örneğin cinsel arzu hissetme nedenini bu şekilde anlaması mümkün olmadığından pek açıklayıcı olmayacaktır. Aynı şekilde ruh nedir diye sorulursa buna bir bilim adamı değil din adamı açıklama getirmeye çalışacaktır ve en sonu ilk yaratıcıya gidecek olan bir sürü kaplumbağa kabuğunun üzerinde duran öküzün boynuzlarına tutunmuş dünya açıklamaları duyacaksınızdır. Çünkü insanlar ölmektedir ve şu kısacık yaşamlarında kıyameti görmek istemektedirler. Aslında tek neden de budur bütün bu karmaşıklıklara.

Her ne kadar insan ölümü sürekli gördüğü için kabul etmek zorunda hissetse de içinde bulunduğu yaşayan hali nedeniyle bunu zihninde biçimlendiremediğinden, buna benzer bir form un kendi yok oluşundan sonra da varlığını devam ettireceğini ileri sürmektedir. Yani aslında ölümü kabul etmediğinden kelimenin(ruh) sözlük anlamındaki doğa ötesi bir ruh kavramı uydurmaktadır belki de. Bu ruh kendisine karşılık gelmektedir ve hiç ölmez. Nedir bu? Ben ölmek değil, sonsuza kadar ben olmak istiyorum demenin daha saklı bir biçimidir. Neden insan sonsuza kadar var olmak ister öyleyse? Çünkü yaşadığı hayattan hiç haz alamamakta nedeninin de kısa olması olduğunu sanmaktadır da ondan. Buna net olduğu için yine cinsel bir örnek de verebiliriz. Zaten sonu buraya dayanır aslında bir yandan da. (Her ne kadar bazıları bu tür örnekler verdiğim için bunu bana saldırı maksatlı kullansa da biz genç insanlar en iyi bu tür duygusal örnekleri kavrarız napalım.) Örneğin sex den bir türlü beklediği hazzı alamayan kadın ya da erkek, sürekli sex yapmak ister ve hiç biri ona beklediği hazzı yaşatamadığından bu sonu gelmeyen kronik bir hastalığa dönüşür. (Cinsel yozlaşma denilen fakat tam da ebeveynlerin istediği ve dayattığı gibi açıklanmayıp yargılamakla yetinilen olgu) Benzer olarak açlık hissini giderdiği halde karın bölgesini hissedemediğinden doyum hissi eksilmiş insanlar kilo almaya, uyku problemi yaşayanlar da sürekli uyuklamaya müsaittir.

Bu durumda kavramsal olarak uydurulmuş olduğunu bildiğimiz ruh kavramının insan yanılgısının bir biçimi olduğunu en azından bu ihtimalin mantıklı olduğunu gördük. O halde duygu olarak da adlandırılmış olan ve edebiyat ve bilim de dâhil, duygular ile maddeyi birbirinden ayıran asıl öğeler nelerdir öyleyse? Burada edebiyat duyguları bilim maddeyi karşılamaktadır.

Bazı yerlerde ruh un ağırlığının 21 gram olduğu gibi birtakım bilgilerin de olduğu Aurora, bioenerji, orgon gibi normal materyalist bilim kavramları ile açıklanamayan olgular mevcuttur. Yani ölü insan a ceset, onun canlısına Ercan diyebildiğimize göre ikisi arasında bir fark olduğu da muhakkaktır zaten. Fakat şöyle bir garip durum mevcuttur. Bilim adamlarının aslında çoğu dini inanca sahip bulunduğundan dolayı olayın ölüm noktasında açıklama yapmanın bilim in işi olmadığını iddia etmektedirler. Denir ki tüm metabolizma işlevleri durur. O kadar. Bitti sonrası bizi ilgilendirmez mi? Bir şeyin durabilmesi için öncesinde hareket etmesi gerektiğine göre ve fizikteki eylemsizlik yasası bunun durup dururken olamayacağını bir başka kuvvetin daha olması gerektiğini söylediğine göre bu hareketi durduran ya da harekete geçiren doğa ötesi güç e(Herşeyi yaratan Tanrı) inanan insanlar haklı olmaktadır. Onlara başka açıklama sunulmayıp salak oldukları düşünülmektedir çünkü hem din adamları hem de bilim adamları tarafından.

Yani bilim bunu çürütemediğinden(buna uğraşmaz da zaten) ortada bir doğaötesi tanrısal ruh kavramı mevcuttur. Din adamları da bunu sürü yaratmakta çok güzel kullanır. Ancak yaşam enerjisi denen şey nedir öyleyse tüm biyoloji kitaplarında bu kavram geçmektedir? Hatta onsuz yaşanamamaktadır ve somut bir kavramdır soyut da değildir. Freud zamanında buna ‘libido’ demiş fakat anlatamadığı için salt cinsel duyumlara bağlanarak hasıraltı edilmiştir utanılarak. Yani somut olarak belli değildir yaşam enerjisi bilerek işlevleri açıklanmaz. Bilim bunu sıvıların hareket ilkelerini açıklamakta kullandığı brown devinimi ile açıklar. Oysa bu devinim periyodiktir kendini tekrarlar yani değişken değildir ve canlı yaratma niteliğine sahip değildir. Bilim her nedense gerisine karışmaz. Ama sonuçları açısından bu durumun riskleri de vardır.

Kamuoyu ve güncel politika insanlığa bir tuzak kurmuştur ve bu tuzağın adı da ‘uzlaşma’ ve ‘hoşgörü’ dür. Bu iki kavramın olumlu yönü olan; her düşüncedeki doğru ve yanlış taraflarının tartışma ve somut deneylerle sınanması mümkün olduğu halde olumsuz yönde kullanılarak iki kutbun da özgün düşünceleri törpülenip kısırlaştırılmaktadır. Bu durum din ile bilimi de bin beş yüz yıldır karşı karşıya getirmiş kafalar karışmıştır. Duygular (ruh) ya makinemsi düşünülen sayısal doğa yasaları olmakta ya da dogmatik inanca(imana) bağlı önkabuller olmaktadır. Birinci durum da hisler cansızlaştırılırken(makineci bilim ölüdür hisler ve duygular cansız kimyasal süreçlerle açıklanır) İkinci durumda sınanamayan sorgusuz zorunluluklar mevcuttur. (inanç meselesi denen durum)Ancak insanların bir sürü farklı duygusu vardır buna karşın(tabi hayvanlarında) öfke ile hüzün farklıdır. Öfke daha çok göğsümüzde hüzün karın bölgemizde hissedilir örneğin. Modern bilim ise beyin masalına inanır ona göre her şeyi beynimizde yaşarız diğerleri aldatmacadır beyin oraya dalga yollamıştır. O yöneticidir.(Ya tersiyse örneğin coşkular düşünmeden birden oluşur, Aptal adam daha iyi kavgacıdır gibi) Pekala orgazm da tüm vücutta titreşimli dalgalar olarak hissedilir ama materyalist buna sinir atımı der ya da brown deviniminden bahsedip geçiştirir. Oysa tüm bu duyguların toplamı insanların zihninde yaşamın belirtileri yani duygular ve ruh olarak adlandırmış olduğu şeyin ta kendisidir çünkü yaşanarak bilinebilirler sadece. Üstelik sabit ve değişmez değildirler.

İnsan vücudundaki elektrik de türlü cihazlarla ölçülebildiği halde ölü vücutlarda bu ya hiç ya da yeni ölmüş ise çok az ölçülür. Ancak ölü bedene dışardan elektrik vererek onu canlandıramayız. Çünkü yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi insan ne katı materyalist bilimin söylediği gibi madde ve reaksiyonlarından, ne de doğa-ötesi mistiklerin zannettiği gibi görünmeyen bilinmeyen boyuttan gelmiş hayali bir enerji formundan(ruh) oluşur. Tüm canlılar bu ikisinin homojen birleşiminden oluşmuştur biri diğerinden ayrılamaz. Örneğin mikroptan arıtılmış saf suyun sadece dondurulup çözülerek bu evredeki madde enerji alışverişini canlıya dönüştürebildiği deneylerle defalarca gözlendiği halde kamuoyundan saklanarak, makineci bilimin cansızdan canlının oluşumunun uzaydan gelmesi gibi akıldışı teorilerinin her yerde at koşturmasına halen göz yumulmaktadır. Çünkü bu hem din adamlarının(Kara rahipler) hem de aslında dogmatik açıdan onlardan farksız olan sır koruyucu ve üstadı profesörlerinin ekmeğine yağ sürmektedir.(Beyaz rahipler) Aslında bilinen bir bilgidir ruh ve duyguların temeli hatta her insanda ne kadar olduğu da ölçülebilmektedir.(Önemli olan miktarının sayısal ölçüsü değil, yoğunluk oranıdır yani ne kadar korunabildiği ve serbestçe akıp akamadığı) Ölünce bedenden ayrılan ruhun(yaşam enerjisi, aurora…) beden olmadan bir şey ifade etmediği gibi, ölü beden de işbirliğini sağlayan enerji alışverişi kesildiğinden dolayı dağılır(çürüme) Bu ikisi arasındaki fark insan düşüncesindeki ruh beden karşıtlığını yaratmıştır, oysaki canlı bu ikisinin birleşimidir tersine. Sadece ölüm anı onları ayırır ve gerçek anlamda bir yok oluştur bu; söz konusu canlı açısından. Tabi ne kadar yoğun bir enerjiye sahipse bu yok olmuş kişi yaşarken, evrensel ilkeler uyarınca kendinden zayıf dizgeleri üzerine çeker ve besler. Bu nedenle dahi denilen kişiler ölümlerinden sonra bile insan kitlelerini etkileyebilmekte hala hayranlıklarını üzerlerine çekmektedirler.

Ortak niteliği açılıp kapanma, yürek gibi atma olan tüm canlılar öldüklerinde evrenin parçası olmak zorundadırlar aynı nedenden ötürü de. Çünkü gidebilecekleri başka bir yer yoktur madde ve enerji olarak. İnsanların hayali olarak ruhun yükselmesi dediği şey de bu olmalıdır yani onu yaşatan enerjinin bedeninden ayrıldığını hissetmesi. Ancak orada bir zihin ve algı durumu artık mevcut değildir cansız bir enerjidir o artık. Bedendeki hücreler de aynı şekilde cansız öğelerine gelene kadar daha yavaş bir biçimde başka maddelere dönüşür. Tam bu noktada da canlı cansız ayrımının asıl niteliğine toslamaktayız. Görülüyor ki tüm canlılar onları diğer maddelerden ayıran kendine özgü bir işlevsel yapıya sahip yaşam enerjisi ve madde ortaklığıdır. Buradaki madde ise yine bu nedenden ötürü bildiğimiz katı ya da düzensiz maddeden farklı bir yapıdadır. Çünkü varlığının çoğunluğu su olmayan hiçbir canlı mevcut olamamakta enerji devinimini sağlayamamaktadır. Aynı şekilde canlılar bir sıvı hareketi de değildir dış dünyaları ile sürekli bir enerji alışverişi vasıtasıyla iletişimde bulunmaktadırlar ve ondan etkilenmekte onu da etkilemektedirler. Buna organik yapıların yaşaması, beslenmesi, üremesi ve çevreye uyumu denmektedir ve bu oluşum ve dağılım süreklidir.

Makineci bilimin halen gözlerden saklamaya çalıştığı tekil bir evrim doğada mevcut değildir. Yani Miller(İlk canlıların elektrik akımı ve ilkel atmosferde oluştuğunu her şeyin de bunun evrimi olduğunu öne süren dogmatik görüş) deneyindeki yapılar sadece o şartlarda oluştuğu halde, son deneyler o şartların dünyanın o döneminde mevcut olmadığını gösterdiğine göre arada bir çelişki vardır zaten. Yani şu anda da hala Miller ın bahsettiğine benzer oluşumlar cansız doğadan oluşumlarını sürdürmektedir. Deney eksik yorumlanmıştır. Dallanma çizgisel tekillikten değil, sürekli dağılımdan ileri gelmektedir. Yani bir ilk organizma bir çok yerde birden oluşmuş, sonrasında bu devam etmiştir. Tekillik yoktur doğada.

İnsanları tanrının basit birer eğlence aracına dönüştürmüş mistik buyurganlık gibi, cinselliği hormon aktivitesine bağlayan makineci bilim de bu aktivitenin neden hep aynı olmadığını değişkenlik gösterdiğini açıklamaya çalışırken iyice gülünç duruma düşmektedir. Örneğin aşk gibi bir kavram, verimli döller oluşturmak amacıyla eş seçimini dominant bireylerden seçerek güdülerinde biçimlendiren insanın doğal bir tepkisidir denilerek Darwin teorisine gönderme yapılmakta, fakat bir geyik olmadığının bilincinde olan insanoğlu da bu duruma tepki göstermektedir. Çünkü yine içgüdü ve akıl ı birbirinden ayırmış olan makineci-mistik bakış açısı nedeni ile insanlar hayvanlardan bambaşka bir tür olarak ayrı tutulmaktadır. Bu durumda zihin ve akılda karşılığını bulmaktadır. Algı denilen şey aslında yaşadığımız sürece sürekli olan kendi içimizdeki süreçlerin hissi ve çevremizle olan enerji alışverişinin duyumsanmasıdır.

Her türlü elektriksel akım bulunduğu bölgeye ve şiddetine bağlı olarak türlü işlevlere dönüşmektedir. Görme. Duyma, işitme, koklama, tatma gibi. Beyin in hafıza bölümü de bunları bir fotoğraf makinesi gibi tekrarlamakta, benzer durum oluştuğunda deneylemeden otomatik olarak yerine getirmemizi sağlamaktadır. Ne kadar çok veri toplarsa evrimsel açıdan beyin de gelişmekte hafızanın kapasitesi dolayısıyla da öncekini otomatik olarak yerine getiren hatırlanan tepkiler çoğalmaktadır. Her ne kadar bu açıklamalar makinelere daha uygun olsa da makineleri yaratanların da biraz onlara benzemesi normaldir.

Davranışlar otomatikleştikçe öğrenme denilen çevreye uyum da artmakta, tüm hücreleriyle birlikte vücut da kas sistemi ve dolaşımdan başlayarak nesilden nesile değişmektedir. Bu durum aynı zamanda daha kısa sürede daha fazla enerji alışverişini de beraberinde getirmekte üreme ve yaşam biçiminde devrimsel değişimler ortaya çıkmaktadır. Eğer memeli bir hayvana ait herhangi bir vücut hücresini elektron mikroskop unda incelerseniz, aslında binlerce sayıdaki başka basit organizmaların çekirdekten ve dış ortamdan aldıkları enerji alışverişi sayesinde bir arada yaşadığı mikro ölçekteki organları ve sistemleri ile başka bir beden olduğunu gözlemlersiniz. En basit organizmalar olan virüs ler bile(Hatta canlı mı cansız mı oldukları bazılarınca tartışılır) başka özerk organizmaların birleşmesinden oluşmuştur. (Bozunan ya da kansere veya AIDS e yakalanmış zayıf dizgeye sahip organlarda bu canlılara çok daha fazla rastlanması ise hala üzerinde durulmayan bir noktadır. Hiçbir zaman canlı dışında toplu halde gözlenemedikleri halde sonradan havadan bulaştıkları teorisi aşılamayan bir dogmadır. Oysa halk diline kadar geçmiş eski bilgiler içten kurtlanma derken doğruya daha yakındır. Louis Pasteur bunun abartıldığı noktaları çürütürken dogma haline gelmiştir.)

Sonuç olarak, ruh, duyum, akıl, duygular, zihin ve coşkular ayrık bakmak yerine ortak nitelikler düşünülerek değerlendirildiğinde, tüm canlılarda benzer olan bir olguya dönüşmektedir. Yaşadığı sürece ölümü geciktirmek ve hayatta kalmak. Aklımızı bütün bu duyumlarla topladığımız düşüncelerin süzgecinde gökyüzüne çevirdiğimizde ise makro düzeyde var olan atasını görmekteyiz. Kalp atışı yıldızların merkezindeki enerji patlamalarını yaratan sürece benzer çünkü. Açılıp kapanma. Kütle çekimi ve çekirdek tepkimeleri ardışık olarak dışardan bakıldığında güneşimizin de kalp gibi atan yapısıyla neden yaşamın kaynağı olduğunu açıklamaktadır. Bu dengeli karşıtlık yani enerji madde döngüsü sürdükçe yaşam ve kozmik evrim varlığını sürdürmektedir. Daha geniş boyutta galaksiler bu spiral ve açılıp kapanan farklı enerji dizgelerinin üst üste binerek sarmal yapıda dönmeye başlamasıyla oluşmaktadır. Yaşayan gezegenlerde var olan canlı kabukları, hücre yapıları ve organik madde dizilimleri de aynı ortak işleyiş ilkesine göre öncesiz sonrasız var oluşlarını sürdürerek ilerleyişlerini sürdürürler. Zekânın bunu kavraması da insan denen memeli hayvanın bu algıyı ortak nitelikleri olan açılıp kapanma gerilme-yüklenme-boşalma-gevşeme şeklinde gösterdiğinin duyumsal olarak farkına varmasından başka bir şey değildir. Canlı oluşumu da kozmik var oluşun mikro düzeydeki başka bir şeklidir çünkü sadece. Aslında canlı sadece bizim bakış açımıza göre var olan göreceli bir duruma verdiğimiz isimden ibarettir. Dünyadaki yaşam evrendeki tesadüfî süreçlerle gelişmiştir. Ancak tesadüfî denilen süreçler hiçbir zaman tesadüfî olmamıştır aslında. Bu sadece onlar arasındaki ilişkileri henüz keşfedememiş insan zekâsının bir yanılgısıdır. Kozmik fırtınaya hareket veren ilkeler tüm evrende ortak olan yürek atışını içlerinde barındırırlar. Canlıların hissettiği bütün heyecan ve duyumlar da art arda atmalar biçimindeki var oluş biçimi ile buradan doğmuşlardır. Bugüne kadar doğaya makineci açıdan bakan katı materyalist bilim içindeki ‘can’ ı maddeye indirgeyip görmezden gelerek onu ölü bir hale getirirken, mistik inançlar da ondan daha büyük bir yanılgı ile birlikte teğet geçmiş ve doğaötesi bir hayalete dönüştürmüştür. Bu iki büyük yanılgı ortadan kalkmadan da ne canlı toplumlarını binlerce yıldır yıpratmayı sürdüren büyük yıkımlar ve toplumsal hastalıklar son bulabilecek, ne de evrenin bir türlü sır vermediği bilinmezleri ispat edilemeyen geçici teorilerden kurtularak kendilerini göstereceklerdir. Bence. Sizce? 
 
Algının kapılarını ardına kadar aç(Jim Morrison) Algılayabileceğin herşeyi özgürce yapmaktır ki algıladığım herşey ölümle bittiği için çoğu işime gelmiyor :D psychedelic_starship'inde dediği gibi bazı şeyleri açıklığa kavuşturmak için önce onu algılayabilmek gerekir,bazı algılar tc'de yasakdır. :D
 
Geri
Üst