ROLL Dergisinin Ağustos 2008 Sayısında Sevgili Ercüneyt Özdemir ile yaptığı Röportaj
ERCÜNEYT ÖZDEMİR
Semtini Arayan Adam
Ankaralı Metropolis grubunun 2003'te yılların tecrübesini konuşturduğu "Makine" albümü, ne yazık ki bir son nefesmiş. Metropolis dağıldı, ama şarkı yazarı / şarkıcı Ercüneyt Özdemir pes etmedi, ince ince düşünülüp bangır bangır çalınmış gayet modern bir rock albümüyle, "E8" le çıkageldi. Şarkı yazarlığının püf noktalarını, Beyoğlu'ndaki stüdyosunda, çay, kahve ve bira eşliğinde kendi ağzından dinledik.
R.D. - Eski grubun Metropolis'le yaptığın tek albüm "Makine"den "Gel Gör Beni", ilk solo albümün, "E8"de de var. Neden şarkının remiksini yapma ihtiyacı hissettin ?
Aslında bir arkadaşım, kendi albümüne almak istemişti. O ara galiba çok Chemical Brothers dinliyordum, parçanın kulüp versiyonunu yapmayı düşündük. O aranjman elimde iki sene dolaştı. Arkadaşım vazgeçince, "o kadar uğraştık, bari kendim söyleyeyim" dedim. Değişik açılımları oluştu şarkının, es geçmeyelim istedim.
R.D. - Yani hala Metropolis'in şarkılarıyla tek tek uğraşıyor değilsin...
Yok, bu özel bir durum. Fazla arkasına bakan bir adam değilim. Ama Metropolis albümü daha fazla insana ulaşabilirdi gibi bir duygu da yok değil içimde.
R.D. - Niye bitti Metropolis?
"Bu işi yürüteceğiz" diye dört sene yurtdışına, Avusturya'ya kaçmak durumunda kalsak da, Türkiye'ye dönme fikri ağır bastığında, yavaş yavaş bir iş-güç sahibi olma, evlenme gibi şeyler başladı. Müzik bir meslek, ben hayatımı hala müzikten kazanıyorum, ama herkes bu bakış açısında olmayabiliyor. Biz Ankara orjinli bir gruptuk. Şehir değiştirip İstanbul'a taşındığımda, bir yıl Ankara'yla bağımı kesmedim, hep gittim geldim. Grup elemanlarımız, sağolsunlar, üç kere İstanbul'a geldiler, o da oflaya uflaya. Grubun sonunu getiren de galiba benim İstanbul'a gelmem oldu. Arkamdan gelselerdi ya da ben orda kalsaydım ne olurdu, tartışılır. Yaşlar ilerledi, bireysel tercihler önce çıktı. "Herhalde" dedim, "bu grup dağıldı". Bir araya gelip prova yapmayalı da bayağı uzun zaman olmuştu.
R.D. - 2003'te "Makine" çıktıktan sonra Metropolis olarak neler yapmıştınız?
Bir sene kadar Ankara'da, Limon'da çalmaya devam ettik. Orada güzel gecelerimiz oldu, normal cover repertuarımıza kendi şarkılarımızı ek yapıyorduk.
R.D. - Nerdeydi Limon?
Sakarya Caddesi'ndeydi. Biz bıraktıktan sonra korkunç bir cinayetle kapandı. İşletmecilerden biri dört-beş kişinin katili oldu, barın elemanlarından çok sevdiğimiz bir arkadaşımız da maalesef öldürüldü. Filmlik bir hikaye bu. Ama Limon, açılışından kapanışına kadar, Ankara için çok tarihi bir mekandı bence. Ankara'daki diğer mekanlara göre dışavurumun bayağı serbest olduğu, müzik tarzı olarak kimsenin kimseyi engellemediği bir yerdi. '90'larda Manhattan'da Nirvana çalıyoruz diye blues'cular arkamızdan toplantı yaparlardı. Ankara'da hiç azımsanmayacak, bayağı mutaasıp bir blues topluluğu vardır. Gerçi şikayet etmiyorum, gitarın nasıl ele alındığını, nasıl çalındığını onlardan gördük. Ama Limon dönemini ayırmak lazım, İstanbul'da çok örneği olmayan bir yerdi bana göre. Limon'un ardından Çilekeş'ler, Manga'lar, Deja Vu'lar aktı geldi.
R.D. - Onlar da çalıyor muydu Limon'da?
Ya çalıyorlardı ya da sahnenin önünde bizi dinliyorlardı. Ankara'dan gelen yeni kuşak gruplar o enerjinin ürünü gibi geliyor bana, ciddi bir alevdi. Ama Metroplis de orada çalmak dışında çok da bir şey yapmadı o dönem. Birkaç kere İstanbul'da konser verdik, sonra baktık ki iş istediğimiz gibi gitmiyor, herkes kendi kabuğuna çekildi. Benim İstanbul'a taşınmam 2002'ye denk geliyor. Ben de ilk geldiğimde şaşırdım, ne yapmalıyım, nasıl sadece müzikle uğraşabilirim diye düşündüm. Bir süre cover çalmaya direndim, ama baktım olmuyor. Beyoğlu'ndaki gruplara monte olmaya çalıştım. Büyükparmakkapı Sokak açısından bakılırsa, başarılı sayılacak gruplarla çalıştım. Orası da bir fenomen oldu, sadece Beyoğlu'nda çalmak değil de, o sokakta, Hayal Kahvesi, Line ve Mojo'da çalmak başka bir aşama gibi görülüyor bar müzisyenleri açısından. Ben Indigo diye bir grupla çalıştım, girdiğimde bir aylık bir solistleri vardı, ama ondan ayrılmak istiyorlardı.
R.D. - Ne cover'ları yapıyordunuz?
Dünyanın en sevilen şarkıları repertuarı, '70'ler, '80'ler CD'lerindeki şarkıların çoğunu çalıyorduk. Cake, Depeche Mode, Steve Miller Band... Sert şeyler yoktu, gitarcı kolay kolay distorsiyona basamazdı. Bir nevi Beyoğlu parti rock müziğiydi.Fishmind grubunda ise daha grunge bir repertuarımız vardı.
R.D. - Metropolis şarkıları söylüyor muydun bu gruplarda?
Hayır, hiç dokunmadım bile. Metropolis'ten sonra bende bu işi grupla yapma fikri biraz söndü işin doğrusu. Biraz da kendimi zorlamak istedim, tek başıma tasarlayabileceğim müzik nereye varabilir diye. Ayrıca, Metropolis, o güne kadar sahip olduğum, ama serbest bırakamadığım bir potansiyeli de engelliyor olabilirdi.
R.D. - Dinlediğiniz müzikler birbirinden çok farklı mıydı Metropolis'te? Mesela Chemical Brothers dinler miydi onlar?
Elektronik müzik çok dinlemezler bildiğim kadarıyla. Dream Theater, Rush gibi grupları çok severdi davulcumuz. Ben de dinlerdim ama, çok da rağbet etmezdim öyle şeylere. Bana fazla kurgulanmış, hatta kurgulanmaktan boku çıkmış gibi geliyor progresif müzik. Enstrümanını çalma üzerine değişik bir deneyim olabilir, ama ben daha ziyade ustalara ilgi duyduğumu fark ettim. Nick Cave gibi, Mazhar Alanson gibi, Jeff Buckley gibi şarkı yazarları üzerine yoğunlaştım. Bu ayrmı yapabildiğim andan itibaren de galiba o ustalığın peşindeyim.
R. D. - Ustalığın derken, şarkı ustalığından mı söz ediyorsun?
Şarkı yazma ustalığı değil sadece, bir hayat ustalığı da var burada. Sait Faik, Mahmut Şevket Esendal da okuyorum çok. Edip Cansever bana fazla prgogresif geliyor, onun yerine Cemal Süreya'yı, Özdemir Asaf'ı açıyorum. Ifadelerin daha net, daha belirgin olması beni cezbediyor. Kulağımı tersten göstermektense, direkt göstereyim diyorum. Metropolis'teki gibi el yordamıyla da değil, seçilmiş sözcüklerle, hecelerle, seçilmiş uyaklarla, biraz daha rafine yollarla yapmak istiyorum bunu. Eskiden aklına gelen her şeyi yazan bir adamken, artık doğru dürüst not defteri taşımıyorum, ama yeri geldiğinde yine kalemi kağıdı, gitarımı, kayıt cihazımı önüme alıp sabaha kadar bir fikrin peşinden gidiyorum.
R.D. - Heybende çok şarkı var mı?
Benim kadar müziğin içinde olan biri için aslında az. Belki 25-26 tane şarkım vardır hepi topu. Bu iki albüme girmeyenlerin beş-altı tanesi de başkalarının albümlerinde.
R.D. - Ilham bekleyenlerden misin yani?
Ilhamla pek aramız yok, ben onu aradığımda ortalarda olmuyor. (gülüyor) Ben galiba daha çok tepem attığında şarkı yazıyorum. Hissettiğim duygunun belli bir yoğunluğa gelmesi gerekiyor, onu yaşamazsam kalemi elime almıyorum. Ya da "şarkı yazmalıyım, şarkı yazmalıyım" diye beynime vurup duruyorum, sonra bir bakmışım, gerçekten de yazıyorum. Kendi verimsizliğimden de çok şikayetçiyim, ama zorla güzellik de olmuyor işte. Kendimle arama çok fazla gürültü girdiğini hissediyorum son zamanlarda. Daha da beteri, bu gürültüye yaranmaya çalıştığımı fark ediyorum. Bir süre sonra insan o gürültü yüzünden kendisinin ne olduğunu unutuyor. "Nereden başlamıştım ben bu işe" diye soruyorum kendime, "başlangıçta neydim, bana şarkı yazdıran, o gitarı sabahlara kadar çaldıran şey neydi?" Daha fazla peter Gabriel, R.E.M., The Smiths, Ahmet Kaya dinlemeye başladım.
R.D. - Stüdyoda cingıllarla, dizi müzikleriyle uğraşmak seni sevdiğin şeylerden uzaklaştırıyor mudur?
Şarkı yazmadıysam, yaptığım hiçbir iş beni tatmin etmiyor, oyalıyor ancak. Ama bunu mesleki deformasyon gibi değil de, mesleki dönüşüm gibi algılamak lazım. Ilk yola çıktığım andan daha hakimim yaptığım işe. Gürültüden kastım, mesela sabahları yarım saat seyrettiğim televizyon da olabilir. Kırda, dağda bile peşimizi bırakmayan bir sürü ses... Bütün bunlarla iyi geçinmek, biraz azaltmak mümkün mü acaba, asosyal olmadan?
R.D. - Istanbul da yoruyor olabilir mi seni? Ankada'dan, Izmir'den gelenler zor alışır genellikle Istanbul'a. Neresindensin Ankara'nın?
Cebeciliyim. Mazhar Alanson'un semtinden. Cebecili olmaktan kaynaklanan bir semt çocuğu olma durumum var. Bunu yurtdışında sürdüremedim, o toprağa tam yakışamadım, o duyguyu arıyordum, ama ne olduğunu da tam bilemiyordum.
Şimdi işyerim Beyoğlu'nda, evim Elmadağ'da, Beyoğlu barlarında defalarca çalmışlığım var, yani son zamanlarda bu semtin çocuğu olma durumu ortaya çıkıyor. Mahmut Şevket Esendal'ı o yüzden seviyorum, Beyoğlu'nda yaşayan sıradan insanları akıcı bir dille anlatabiliyor. Ben de sokağa çıkıyorum, buralarda yürüyorum, elli sene önce bahsettiği insanları ben de görüyorum. Her insanın ayrı bir öyküsünün olması, Beyoğlu'nun kozmopolitliği filan bir yana, bahsettiğim ustalığın içinde bir yere ait olarak bu işi yapma da var. O ustaların hiçbiri geldikleri yere ihanet etmemişler, içinden çıktıkları şeyi anlatmışlar. Gürültüye yaranmadan kastım biraz da böyle bir şey. Ne yaptığını, ne olduğunu hatırlatan şeyler bunlar. Üç kuruş paranın kaygısıyla bir müzisyenin hayatta kalma şansı yok. Herkesi bitirmiş olan bu hırs müzisyeni daha hızlı bitiriyor.
R.D. - Cebeci'yi Ankara'nın diğer yerlerinden ayıran ne?
Üniversite faktörü var, en önemlisi Siyasal'ın Cebeci'de olması bizim mahalle kültürümüzü çok etkiledi...
'80'lerde, ergenlik dönemimizde görüp görebileceğimiz, hayal kırıklığına uğramış solculardı. Buna rağmeni politikanın ne olduğunu merak ettik, "biz evvela insanız, dünyaya insanca bakıp eleştireceğiz, kendi yaşama fikrimizi kendi çabamızla geliştireceğiz" diyebildik. En basitinden, sürekli gittiğimiz bri çay ocağı vardı mahallede, Marksistti sahibi, bize sürekli siyaset komedisi yapardı. Politika, çaycısına kadar bulaşmıştı o zamanlar. Cebeci'de piştim ben, ilokulundan üniversitesine kadar. Iletişim mezunuyum, o da Siyasal'ın parçasıydı eskiden.
R.D. - Üniversiteye evden yürüyerek gidip geliyordun yani...
Evet, bütün okullarıma yürüyerek gittim. En uzak okulum Kurtuluş Lisesi'ydi, oraya çeşitli yerlerden öğrenciler gelirdi. Eskiden beri MHP'nin kalesi diye bilinirdi, nitekim son bir sene okulun arka kapısından çıkmak zorunda kaldım bir arkadaşımla beraber. Bizi öyle ya da böyle şiddet yoluyla bastırıyorlardı. Belki direkt politik mevzu gibi görünmüyordu olay, ama kız mevzularından filan gözümüzü korkutmuşlardı. Çok kalabalıklardı, yapacak bir şey yoktu. (gülüyor) Içlerinde, öğrenci olmadığı halde okul çıkışına gelen sivil polisler de vardı, yaşları da öğrencilerden çok büyük değildi. Adam mezun olmuş, hemen polis yapmışlar, Kurtuluş Lisesi'nin önüne dikmişler. Herkesi bilirlerdi, "bunlar komünist" dedikleri hemen halledilirdi. Bizim gördüklerimiz, terör denilen şeylerin yanında hiçbir şey tabii ki. Biz hiçbir şey görmedik, ama yine de ayrımcılık fikrinin başlangıcı orada oldu bende. Şu anda belki lise yıllarımdaki kadar "biz ve onlar" fikrine, her şeyin bu kadar basit sınıflandırılabileceğine inanmıyorum. O yüzden de artık şarkılarımda çok fazla mesaj kaygısı taşımamaya çalışıyorum. Fazla yer ve zaman işaretleri koymuyorum şarkılara. Bir şeyin avukatlığını yapıyormuş gibi görünmek istemiyorum. Tek sorumluluğum iyi müzik olmalı diye düşünüyorum.
R.D. - Ercüneyt Özdemir olarak müziğine devam etmenin koşulları neler, kendi şarkılarınla kendini sahnede görüyor musun mesela?
Şu ana kadar Ercüneyt Özdemir olarak konser vermedim, ama ağustos itibariyle bir takım kulüp performansları olacak. Kulüp performansları zaten artık konser sayılıyor, üniversite şenlikleri bile ancak sponsorlarla düzenleniyor, sponsorlar da sadece kalburüstü isimlere rağbet ediyor.
R.D. - "E8" ne demek?
Bir şey değil, Ercüneyt 2008 demek. Başta adımı soyadımı kullanmayacaktım, E8 olacaktı projenin ismi. Ercüneyt Özdemir gibi seksi bir isimle çıkmak riskli görünmüştü prodüktörlere. (gülüyor)
R.D. - "E8" de çalanlar cover gruplarından arkadaşların mı?
Albümde ta Ankara'dan birlikte çalışıtığımız arkadaşlarımız da var, başta Cüneyt Karayalçın var mesela, albümde bas partisyonlarının çok estetik olduğu görülecektir. Bazı arkadaşlarımızla da bu proje esnasında tanıştım. Çalan arkadaşlar kadar aranjör Yıldıray Gürgen'den de bahsetmek gerekir, canlı kayıtlara başlamadan önce neyi nasıl yapalım diye konuşurken oyuncak mağazasına girmiş çocuklar gibiydik. Evde şarkıları kaydettiğim aletten sonra bu bilgisayar ortamında bir sürü ses alternatifleriyle uğraşmak eğlenceli bir süreçti. Albüm bittikten sonra, oyun da bitmiş gibi oldu.
R.D. - Bu albüm bir Metropolis albümü olarak çıksaydı ne değişirdi? Orada da şarkıları yazan sendin...
Değişen bir şey yok benim açımdan, ben yine bir grupla çalıyorum şu anda da. O albümde hala eksikliğini hissettiğim şey, çok melodik olmaması, akılda kalan yolda yürürken mırıldanabileceğin bölümlerin yokluğu. Besteci olarak idealimdeki melodileri yaratamadığım duygusunu vermişti albüm. "E8"de çalan ekibin çok iyi olduğunu söyleyebilirim. Türkiye'nin önde gelen bir takım pop rock müzisyenleriyle de çalışıyor bazıları, ama onlarla beraber yaptıkları müziği bir tür iş gibi görüyorlar, bu albümeyse iyi müzik yapmak için girdiler.
R.D. - Şarkıları beğendiler mi, sözler hakkında yorum yaptılar mı?
Şarkıları sevdiklerini biliyorum, ama enstrümanistlerle şarkı yazarları arasında ciddi bir bakış açısı farklılığı da var. Dinlediğimiz müzikler de, dinleyiş biçimlerimiz de farklı olabiliyor, ama şarkıları pek çok defa dinlediler, çalarken eğlendiler. Normalde bar gruplarının çoğu bir parçayı bir-iki kere dinler, sonra oturup çalmaya kalkışır. Bu grupta öyle olmadı, çok ince detaylara girdik, sahnede neyi nasıl çalacağımızı bile tasarladık. Yaptığımız müzik yine bir grup müziği, klasik rock dörtlüsü için hazırlanmış şarkılar bunlar. Kimi yerlerde aranjörün parçalarından tutmak zorunda kaldım, "gel, grup mantığının sınırları içinde kalalım" diye. Bu bir sınır mı, yaratıcılığı artıran bir şey mi, ondan da emin değilim. Bana göre klasik rock dörtlüsünün yapacağı şeyler sınırsızdır. Üstelik yola çıkarken mainstream'e yakın bir şey yapmak istemiştik bu sefer. Albümü annem de dinleyebilsin gibi bir isteğim vardı.
R.D. - Metropolis'i beğenmemiş miydi annen?
Beğenmişti ama, "nesini beğendin" diye sorduğumda cevap alamayacağımı biliyordum. Oradan aklında kalan bir şey yoktur, ama bu albümde bir sürü şey olacaktır. Bu bir ölçü değil tabii, ama annemin dinlediği şeyleri ben de dinliyorum. Ibrahim Tatlıses'in eski albümleri mesela, Neşet Ertaş türküleri... Annem kendi yöresinin türkülerini de sever, Erzurumludur. Ben de severmişim Doğu türkülerini, Metropolis sonrası dönemde kendimle ilgili böyle bir sürü şey öğrendim. "Illa da şu müziği yapacağız" takıntısının ardından serbest kaldığımı hissettim. Çocukken Zekai Tunca'yı ne kadar çok sevdiğimi hatırladım mesela.
R.D. - "Gel gör beni aşk neyledi" ya da "gençlik başımda duman" gibi kalıplar üzerinden şarkı yaratmayı seviyorsun zaten...
Klişeleri nasıl değerlendirdiğin de önemli. Metropolis albümünden sonra, ne söylediğim kadar neyi nasıl söylediğimin de önemli olduğun fark ettim. Deyimleri, atasözlerini deforme edip şarkıya yedirdiğim oluyor.
R.D. - Bu albümündeki okuyuşun da, kelimelerin de daha Türkiyeli gibi. Bir şarkın Duman'ı hatırlattı.
Doğrudur. Bu albümde sesime daha çok sahibim, Metropolis albümünü yaparken ne yaptığımı doğru dürüst bilmiyormuşum. "Burasını yanlış okudun" diyen kimse yokmuş karşımda, bir cahil cesaretiyle işe girişmişiz, yolda toparlamaya çalışmışız.
R.D. - MySpace'teki arkadaş grubunda Bauhaus var. Sever misin Bauhaus?
Ben Peter Murphy hayranıyım, solo albümlerini çok severim, "Cuts You Up" şarkısının yeri başka. Ankara'da yaşadığını da biliyordum. Tanışamadım, ama abim tanıştı, hatta söyleşi istedi o zamanlar çıkardıkları bir edebiyat dergisi için. Ben daha 18-19 yaşımdayken, Stüdyo Imge dergisi sayesinde Violent Femmes ve R.E.M.'le tanışmamdan sonra, aynı grupların albümlerini edinen, Bahreyn'den gelme diplomat çocuğu arkadaşlarım oldu. Biri şimdi bir üniversitede Ingilizce hocası, kardeşi de bir radyonun başında. Türkiye'ye geldiğinde bir tanesinin saçları dimdik punk'tı, yüzünde piercingler falan. Sonra bize benzemek zorunda kaldı. (gülüyor) Birbirimizden çok şey alıp birbirimize çok şey verdik. The Church, Pixies, Happy Mondays gibi gruplarla tanışmamı sağladılar. 4AD gruplarını çok dinlerlerdi. Bu kadar vokal armonisinin peşinde olmamın sebeplerinden biri de, yine o dönem tanıdığım Cocteau Twins'dir herhalde. Bauhaus da o döneme denk geliyor, ama benim için Ramones'dan daha büyük değildi. Peter Murphy'nin daha çok yeri var hayatımda. Üstelik bir Türkle evlenip buraya yerleşmesi, hala Ingiltere'de bir hayran grubu olması çok etkileyici bir şey. "Işi biliyorum, ama işe gitmiyorum" durumu var onda. (gülüyor)
www.ercuneytozdemir.com 'dan alıntıdır !