Kitap tanıtımı diye bir bölüm olmadığı için buraya yazmak durumunda kaldım. Kitabın üst başlığı "Gürültüden Müziğe" altbaşlığı Müziğin Ekonomi Politiği. Ekonomi politik çok kabaca söylersek tarihin marksist analizidir aslında. Ayrıntı yayınlarından çıkmış bir kitaptır. Yazar ise aslında romancı, ama bu konuya el atmış kendisi... 🙂
"Önce kaos vardı" diye başlıyor kitap ve siz esrarengiz bir girdaba dalıyorsunuz yavaşça... Milat olarak bigbang alınıyor. Zamanla insanlar kaosa şekil veriyorlar. İlk çağlarda müzik kurban ayinlerinin bir parçası olarak ortaya çıkıyor. Zamanla merkezi iktidarların ortaya çıkmasıyla birlikte müzikte bir ikilik ortaya çıkıyor: İktidarın müziği ve halkın müziği (bizdekine benziyo dimi, e zaten maksat tarihin yasalarını çıkarmak). Kilise modlarıyla ilgili ilginç bi çıkarım yapmanızı sağlıyor kitap. Ne kadar basit bir müzik, ne kadar sabit ölçü ve tonalite olursa geniş kitlelere o kadar kolay hitap edebiliyorsunuz. Kilisenin istediği tam da bu aslında. Nitekim Bach, ilk olarak tonalitenin sınırlarını aşındırmaya başladığında tepkiyi nereden alıyor dersiniz? Kiliseden tabiki. Bu durum günümüzdeki trende de uyuyor aslında. Ama bu sefer kitleye hitap etme gereksinimi ekonomik kaygılardan ileri geliyor. Çatışma halinde iki müzik... Bu da rock kültür-pop kültür ikilemiyle açıklanabilir mi? Yoksa bu ikilik öldü mü? Bu başka forumlarda, topiclerde çok tartışılıyor zaten, burada değinmeyelim.
Sahneye burjuvazinin çıkmasıyla ortalık şenleniyor epeyce. Artık müzisyenlerin bir alternatifi var. Burjuvalara özel konserler veriyorlar (eski türk filmlerini izleyin. orada eve orkestra getirme olayı fantezi diil. babam dedi 🙂 )Artık müzisyenler yaratıcılıklarını sergileyebiliyorlar. Kalıpları biraz daha zorluyorlar. Nasıl olsa karşılarında elitist bir kesim var artık. Sanayi devrinin ilerleyen dönemlerinde partisyonların çoğaltılmasının etkilerinde sözediliyor. Ben bu ayrıntılara girmiyorum burada, isteyen okur. Ama şu ayrıntı çok dikkatimi çekti dikkatle okuyunuz: Orkestra müziğinin ilk zamanlarında şef diye bişi yok! Birisi bi nota veriyor ve başlıyorlar. Orkestra şefi daha sonradan düzeni sembolize etmek üzere konuyor. Seyirci kendini o "lider"le özdeşleştirme fırsatı buluyor falan. Tabi yazar bu arada sürekli olarak o ilk "kurban" törenleriyle bağlantısını kuruyor. Adam romancı olduğu için acayip belagat var tabi. Sanayinin daha geç dönemlerinde sesin kaydedilip çoğaltılmasından en büyük darbeyi sanatçılar görüyor. Hatta daha partisyonların çoğaltılması sürecinde bunlar işsiz kalmaya başlıyorlar.
Sürekli vurguladığı bir tez var ve kitap bunun üzerine kurulu: Sanat geleceği görür. Çünkü hayal gücünün ürünüdür. Dolayısıyla geleceğin habercisidir. Bunu o kadar abartıyor ki, Bolero'nun sonundaki düşüşün 1929 krizinin habercisi olduğunu iddia edecek kadar yanii.... 🙂 Bu çerçevede şöyle bir noktaya varıyor kendisi: bugün artık herkes müzik çalıyor. Herkesin söyleyecek birşeyi var. İktidarın müziği diye bişi kalmadı. Notalar tablar internette serbestçe dolaşıyor. Mp3 dosyaları paylaşım programlarıyla paylaşılıyor. Herkes kendi müziğini yapıyor. Tüm bunlar "vermenin mutluluğunun" temel olduğu yeni bir toplumsal yapıya işaret ediyor diyor. Yani bir anlamda bugünkü görüntünün komünist toplumun habercisi olduğunu ima ediyor.
Ses kayıt teknolojisindeki gelişmeleri ve bunların sonuçlarını da ayrıntılı olarak ele alıyor. Ben burada çok yüzeysel bişiler yazabildim. Alın okuyun derim.
"Önce kaos vardı" diye başlıyor kitap ve siz esrarengiz bir girdaba dalıyorsunuz yavaşça... Milat olarak bigbang alınıyor. Zamanla insanlar kaosa şekil veriyorlar. İlk çağlarda müzik kurban ayinlerinin bir parçası olarak ortaya çıkıyor. Zamanla merkezi iktidarların ortaya çıkmasıyla birlikte müzikte bir ikilik ortaya çıkıyor: İktidarın müziği ve halkın müziği (bizdekine benziyo dimi, e zaten maksat tarihin yasalarını çıkarmak). Kilise modlarıyla ilgili ilginç bi çıkarım yapmanızı sağlıyor kitap. Ne kadar basit bir müzik, ne kadar sabit ölçü ve tonalite olursa geniş kitlelere o kadar kolay hitap edebiliyorsunuz. Kilisenin istediği tam da bu aslında. Nitekim Bach, ilk olarak tonalitenin sınırlarını aşındırmaya başladığında tepkiyi nereden alıyor dersiniz? Kiliseden tabiki. Bu durum günümüzdeki trende de uyuyor aslında. Ama bu sefer kitleye hitap etme gereksinimi ekonomik kaygılardan ileri geliyor. Çatışma halinde iki müzik... Bu da rock kültür-pop kültür ikilemiyle açıklanabilir mi? Yoksa bu ikilik öldü mü? Bu başka forumlarda, topiclerde çok tartışılıyor zaten, burada değinmeyelim.
Sahneye burjuvazinin çıkmasıyla ortalık şenleniyor epeyce. Artık müzisyenlerin bir alternatifi var. Burjuvalara özel konserler veriyorlar (eski türk filmlerini izleyin. orada eve orkestra getirme olayı fantezi diil. babam dedi 🙂 )Artık müzisyenler yaratıcılıklarını sergileyebiliyorlar. Kalıpları biraz daha zorluyorlar. Nasıl olsa karşılarında elitist bir kesim var artık. Sanayi devrinin ilerleyen dönemlerinde partisyonların çoğaltılmasının etkilerinde sözediliyor. Ben bu ayrıntılara girmiyorum burada, isteyen okur. Ama şu ayrıntı çok dikkatimi çekti dikkatle okuyunuz: Orkestra müziğinin ilk zamanlarında şef diye bişi yok! Birisi bi nota veriyor ve başlıyorlar. Orkestra şefi daha sonradan düzeni sembolize etmek üzere konuyor. Seyirci kendini o "lider"le özdeşleştirme fırsatı buluyor falan. Tabi yazar bu arada sürekli olarak o ilk "kurban" törenleriyle bağlantısını kuruyor. Adam romancı olduğu için acayip belagat var tabi. Sanayinin daha geç dönemlerinde sesin kaydedilip çoğaltılmasından en büyük darbeyi sanatçılar görüyor. Hatta daha partisyonların çoğaltılması sürecinde bunlar işsiz kalmaya başlıyorlar.
Sürekli vurguladığı bir tez var ve kitap bunun üzerine kurulu: Sanat geleceği görür. Çünkü hayal gücünün ürünüdür. Dolayısıyla geleceğin habercisidir. Bunu o kadar abartıyor ki, Bolero'nun sonundaki düşüşün 1929 krizinin habercisi olduğunu iddia edecek kadar yanii.... 🙂 Bu çerçevede şöyle bir noktaya varıyor kendisi: bugün artık herkes müzik çalıyor. Herkesin söyleyecek birşeyi var. İktidarın müziği diye bişi kalmadı. Notalar tablar internette serbestçe dolaşıyor. Mp3 dosyaları paylaşım programlarıyla paylaşılıyor. Herkes kendi müziğini yapıyor. Tüm bunlar "vermenin mutluluğunun" temel olduğu yeni bir toplumsal yapıya işaret ediyor diyor. Yani bir anlamda bugünkü görüntünün komünist toplumun habercisi olduğunu ima ediyor.
Ses kayıt teknolojisindeki gelişmeleri ve bunların sonuçlarını da ayrıntılı olarak ele alıyor. Ben burada çok yüzeysel bişiler yazabildim. Alın okuyun derim.