Kendi çalışından memnun olamamak - Müzisyenin laneti

Robben Ford (gezegenin en özgün gitaristlerinden biri; aslında pek çok şey çalabilen ama en çok blues çalmayı seven bir adam...), kendi çalışından memnun olmadığı bir dönem olduğunu anlatınca (youtube videosu var...) oldukça şaşırdım. Aslında hikaye şöyle: Ford, John Coltrane hayranı. Bilmeyenler için söylemek gerekirse, gelmiş geçmiş belki de en olağanüstü tenor saksafoncu olur kendisi. En büyük caz müzisyeni olabileceğini iddia edenler de var. Ama can alıcı kısım şu: Ford diyor ki, Coltrane kendi çalışından hiş memnun olmamış!
Ford da gitarda Coltrane gibi olmayı hayal ediyormuş (bunun anlamı, gitarda Shawn Lane, Allan Holdsworth, John McLaughlin veya Guthrie Govan filan olmak...) ve bunun gerçek olamayacağını kabul ettiği ZAMAN, adam nihayet huzura ermiş🙂 Bugün dünyadaki elektro gitar çalan (özellikle de caz-blues-fusion tayfasından) pek çok kişi, Ford gibi çalabilmek için can atıyor.
Tabii buradan çıkartılabilecek çok kıymetli dersler olduğu açık, belki bunları da zamanla buradan fikir alışverişi yaparak konuşuruz.
Ama ben özellikle kendi deneyimimi paylaşmak ve başkalarının da bu tip sıkıntılarla nasıl baş ettiğini öğrenmek için yazıyorum.
  • Benim en çok canımı sıkan şey, şunu fark etmek oldu: Vaktiyle "keşke şunu yapabilsem" dediğim pek çok şeyi artık yapabiliyorum. Ve yine de bunlara değil, eksiklerime odaklanıyorum.
  • Kağıt üzerinde bu zihniyet insanı ilerletecek bir şeymiş gibi gözükse de, ne yazık ki gerçeklik çok daha acı. Çalışınızdan memnun olmayı öğrenemezseniz, istediğiniz kadar ilerleyin, müziği samimi bir şekilde yapmanız güç. Bu noktada gitar çalmak ile kişisel gelişim-karakter vs gibi boyutların bağlantısına gidiyor iş; şimdilik burada açmayayım onu.
  • Bunun aynen GAS (ekipman alma hastalığı...) gibi bir boyutu var. Gitar dersi satan siteler, kurslar, kitap yazarları için POTANSİYEL BİR AV haline geliyorsunuz. Özellikle de teknik olarak kendinizi yetersiz hissediyorsanız, YANDINIZ. Zİbilyon tane site ve "youtube vitüözü", size "şunu bilmek zorundasınız, yoksa şunu yapamazsınız" tadında şeylerle hayatı zehir edecek çünkü.
  • Potansiyel çözüm: Yapabildiğim şeyleri takdir etmemi sağlayacak şeylere odaklanmak. En iyisi elbette bir gruba girip çalmak, çünkü amaçsızlık pek çok şeyi körüklüyor. Sahne aldığım ve düzenli prova yaptığım dönemlerde bu sıkıntılar çok daha az oluyor çünkü.
  • Ama bu mümkün değilse bu durumda kayıt yapmak yine ikinci en iyi çözüm.
Bu arada, hem çalışından memnun olmayıp hem de ekipmana doyamayan ve GAS'ı olan arkadaşlar; sizlere kolay gelsin. Hayat zor oluyor öyle gerçekten.

Son bir şey daha var fark ettiğim. Anekdotla gireyim:
Vaktiyle Wayne Krantz (önemli bir caz-fusion gitaristidir ve deneysel işler de yapar...) isimli bir gitaristin verdiği bir söyleşide şunu okumuştum: Pat Metheny 80'lerdeki soundu ile çok taklit ediliyordu ve Krantz da o dönemde Metheny'nin sounduna kafayı takmış. Zibilyon tane prosesör deneyip o bol efektli soundu tutturmaya uğraşmış. O sırada "sünger gibi olmuştum, ne dinlersem absorbe ediyordum" diyor. Kağıt üzerinde kulağa harika geliyor değil mi ?

HAYIR. Eğer Krantz gibi enstrümanda kendinizi bulmaya çalışıyorsanız hiç de öyle değilmiş. Krantz en sonunda bütün efektlerden kurtulmuş, almış bir Telecaster, girmiş dümdüz amfiye. Nihayet kendi sesini keşfetmeye başlamış böylece.

Bu da bizi en can alıcı kısma getiriyor: Zibilyon tane şey dinleyip hepsini öğrenmeye kalkınca, hele de amatörseniz, iş bir yere gidemez. Bir şeye odaklanmak lazım. Dağınıklık ve dikkat eksikliği çağında yapması hiç de zor olmasa gerek?!?
 
Elinize sağlık yine üzerine bol bol düşünmemiz gereken bir konu açmışsınız. Profesyonellerin durumu ya da şu an her şeyi ile tüketimden başka bir şey düşünmeyen dünyanın "gereklilikleri" gibi kısımlara girmemeye çalışan biri olarak bir şeyler karalamak isterim.

Bahsedilen durumun kökeninde yeni bir şey edinme duygusunun getirdiği o ödüllendirme mekanizması yatıyor. Yeni bir ekipman, yeni bir program, yeni bir teknik, hepsi ilk aşamada insanı mutlu ediyor. Bunlar bir yerden sonra müziğin kendisi ile karıştırılıyor, yani bunu bir eleştiri olarak söylemiyorum lütfen kimse üzerine alınmasın ama durum bundan ibaret. Bu aşamanın bir limiti olduğu için belli bir tatmine ulaşınca da yoksunluk çekilmeye başlanıyor.

Müziğin icrasında teknik ve teorinin önemini her başlıkta zaten konuşuyoruz, buna ekipmanları da dahil edebiliriz, tüm bunları müziği yapabilmek için araçlarımız olarak gördüğümüzde işleri daha yerli yerine oturtabileceğimizi düşünüyorum. Yani araçlara takıldığımızda elimizde sınırlı bir alan kalır çünkü araçların kendisi sınırlı, bir yerde sonu var. Bu hem ekonomik olarak böyle hem de buna teoriyi katarsak uygulayıp öğrenebileceğimiz teorilerin mutlaka bir sınırı var.

Geniş kapsamda insan ömrü haricinde bunların hepsi bir miktar ilerliyor gibi görünüyor yani ona lafım yok. İlerde çok daha değişik enstrümanlar çıkar ya da atıyorum beyin dalgaları ile müzik yapmaya başlarsak işler değişebilir, yani bu anlamda gelişimi takip etmeliyiz, bu dediklerim kendimizi gelişime kapatalım anlamı çıkmıyor, ondan bu garip örneği vermek istedim.

Burda işin içinden çıkamadığım konu yani bunu kişisel olarak samimi şekilde itiraf etmek isterim, bir taraftan yeni şeyler öğrenmenin yarattığı zorlukla-stres ile elde olanlarla tatmin olma dengesini kurma konusunda kendimizi de kandırmamamız gerekiyor, bu gerçekten ince ayar gerektiriyor. Dışardan bakan biri bunu insafsızca eleştirebilir, haklı da olabilir, o yüzden bu konudaki çekincemi saklı tutarak devam etmek istiyorum.

Bu bahsedilen lanet için benim bulabildiğim amatör çözüm şöyle. Her şeyi bir kenara bırakarak seslere odaklanmak, bu kendi kafamızdaki sesler de olabilir, bilgisayardan ürettiğimiz sesler de olabilir ya da en eski gitarımızı elimize alıp iki tıngırdattığımızda çıkan sesler de olabilir, diğer araçlara takılmadan bunu başardığımız zaman sonsuz olanın bu farkındalıkla ve elbette insanlarla birlikte seslerin arasındaki kombinasyonlar olduğu sonucuna ulaşabiliyorsunuz.

Ancak bu tamamen göreceli bir şey, (keşke böyle olmasaydı) ama tüm bunlar sadece bir "müzik" aslında sadece bir varsayım. Ve en nihayetinde üretebildiğimiz her şey sadece bir müzik türü, bir diğeri için ben o müzik türünü sevmiyorum demesi gibi düşünebiliriz, yani bu işin ne kadar belirsiz olduğunu her zaman bize gösteriyor, o yüzden ben bu konuyu her zaman için bir inanç meselesi olarak ele alıyorum, forumda bu konuda tatsız tartışma yaşadığım için "inanç kapsamına" girerken iyice tedirgin oluyorum ama özünde gerçekten bir inanma eylemi...

İşte kendimizi kapatıp bağnaz bir şekilde inanmak ve yaptıklarımızı beğenmek ile modern dünyanın hiç tatmin olmayan tüketim çılgını moduna geçmek arasında dengeli bir yerde durabilmemiz gerekiyor, bunu da dediğim gibi elde edebildiğimiz seslere odaklanarak yapabiliriz. Yeni bir enstrümandan çıkan ses, yeni bir programdan üretebildiğimiz ses ve tabii ki tüm bunları ilerletebilmemiz için teorik çerçeveyi sadece bu seslere odaklanarak geliştirmemiz gerek ki bir noktada bizi tatminsizliğe sürüklemesin.

Bunun pratik örneğini benzer ihtiyaçları olan insanlarla online şekilde bir araya gelip çalarak bulduğumu her fırsatta söylüyorum, bir taraftan elbette kendimizi kandırmak gibi olabilir, bunu tekrar vurgulamak isterim ama diğer taraftan aslında ortak paylaştığımız bir yoksunluk bu, içinde bunun eksikliğini duyan insanların beyinlerini senkronize edip belli bir zihin durumuna geçtiğine şahit oluyorum, benim açımdan müziğin işlevi bu. Bunu yerine getirebilecek kadar imkana sahip olup insanlara ulaştığımda olması gerekenin bu olduğuna daha çok ikna oluyorum.

Tekrar edip uzatmak istemiyorum ama bahsettiğimi sadece aynı melodileri çalarak yapan insanlar da var. Bu da o kadar doğru değil ama aynı mekanizmayı sadece aynı melodileri tekrarlayarak da tatmin edebildiğimizi gösteriyor. O yüzden bunun dengesi çok önemli, yani ne çok fazla ileri gidip eldeki kombinasyonların değerini kaybetmek ne de yapabildiklerimizi bir sınır kabul edip ötesine geçmek istememek, bunun ilerleyen süreç olabilmesi için tüm bu ihtiyacı (yeni enstrüman, yeni efekt, yeni teori vs...) belirleyenin sesler olması gerektiğini düşünüyorum. Ses dalgaları bize yolumuzu gösterecektir 🙂

Tüm bu yazdıklarımı bir filmin son sahnesiyle özetleyebilirim. Filmde bu sahneyi görünce vay be demiştim. Bilenler mutlaka izlemiştir, eski bir film, biraz abartılı bir son elbette ama ana fikri çok güzel anlatıyor. Tabii orada sonsuz tane piyano varsa onla müzik yapamam diyor, yani yukarda bahsettiğim araçların sınırlı olmasıyla çelişiyor gibi gelebilir ama tam olarak öyle değil aslında, sonsuz tane efekt varsa aslında elimizde hiç efekt yok gibidir, yani araçlar sınırlıdır, araçları araç olarak kabul etmezsek "sonsuz" tane olsa bile yine onlarla yapabileceğimiz bir şey yoktur. The Legend of 1900 bize bunu anlatıyor:


Türkçe altyazısı olan bir youtube videosu bulamadım ama filmi eğer izlemediyseniz Türkçe altyazılı olarak her yerden bulabilirsiniz ya da son sahneye sardırıp bu bölümü izleyebilirsiniz şimdi o tarz sitelerin linkini buraya koymayayım yani 🙂
 
Son düzenleme:
John coltrane olup da kendi çalışını beğenmemek nasıl bir duygu dünyasıdır acaba 🙂
Ford'un kendisi de bunun oldukça ısıtırap verici (mealen söylüyorum) olduğunu belirtiyor.
Huzursuz ve sürekli arayıştaki bir ruh hali, (başka pek çok şey gibi) tek başına ekstremlere gittiği zaman yıkıcı olabiliyor bence. Böyle şeyleri dengeleyebilmek lazım.
Coltrane hakkında anlatılan muhteşem bir anekdot vardı; meseleyi çok güzel özetler:
Coltrane bir gün dairesinde Nikolas Slonimsky'nin kitabından egzersizler çalışmaktadır. Kitap aslında modern besteciler için matematiksel (simetrik diziler vs...) yapılar üzerine kurulu ve içindeki egzersizler de oldukça modern tınılı şeyler tabii. (Erkan Oğur'un bu kitabı çalıştığı söylenir; çünkü Pat Martino hayranıdır ve Martino da bu kitabı etüt etmiş sanırım)

Konuyu dağıtmayayım; Coltrane bunları çalıyor filan.... Ara veriyor. Sonra komşu daireden elemanın biri sesleniyor. "Hey dude. How about a bossa?" (Dostum, bir tane de bossa nova çalsan ?)
Kopup gitmek güzel de, dönüp gelmeyi de bilmek lazım🙂

"Kahramanın Yolculuğu" sistematiğinde (Joseph Campbell'ın mitolojik anlatılarda keşfettiği şablon...), "canavarın karnına" dalan kahraman, oradan mutlaka "ganimetle" (yeni bir silah, yeni bir anlayış, yeni bir karakter, bilgelik vs...) dönmelidir. Hatta bazen "ölür" ve "yeniden doğar".
Bunun popüler kültürdeki en net örnekleri "Jedinin Dönüşü" (Star Wars) ve "Kralın Dönüşü" (Yüzüklerin Efendisi..)'dir. Kahraman, her şeyin başladığı yere yepyeni birisi haline gelerek dönmek zorundadır; yoksa gelişim yolculuğu tamamlanmaz.
Eğer kahraman dönemezse orada sonsuza kadar kalmaya mahkumdur (bazen de öyle olur...). Kimilerinin kaderi de budur. Bazı kurtarıcı-mesih hikayeleri (Bkz: Dune) böyle sonlanır.
 

Geri
Üst