GECEYİ DELİP GEÇEN BİR ÇIĞLIKTI: OZZY’Dİ
23 Temmuz 2025 – Vuslat Aktepe
Bazen bir ses, yalnızca şarkı değildir.
Bir ses, bir itirazdır.
Bir çığlık, bir yaşam biçimidir.
Ozzy Osbourne, işte o sesti.
Tuhaflığın ayıp sayıldığı bir dünyada, "delilikle barışmayı" öğreten adamdı.
Karanlığın içinden geldi ama hiçbir zaman karanlık olmadı.
Çünkü karanlığı tanıyordu, adıyla çağırıyordu.
Ve içinden geçen kimsenin adını da unutmuyordu.
"Maybe it's not too late / To learn how to love and forget how to hate…"
"Belki de hâlâ vakit vardır
Sevmeyi öğrenmek, nefret etmeyi unutmak için."
(Crazy Train)
Raydan çıkmak, Ozzy için bir sorun değildi.
Asıl sorun, o rayların nereye gittiğiydi.
Onun şarkıları, uyum sağlamayanlar için bir sığınaktı.
Yalnızlar için bir ev, susturulanlar için bir megafondu.
Kendini dışarıda hisseden herkes, Ozzy’nin sesiyle içeri girdi bu hayata.
Kendine yer buldu, kendine direnç buldu.
Ozzy sahnedeyken, sadece müzik yapmazdı.
Hayatın en acı gerçeğini melodinin altına gömerdi.
Her riff bir itiraftı.
Her çığlık bir soru.
"People look to me and say / Is the end near, when is the final day?"
"İnsanlar bana bakıp soruyor:
Son yaklaştı mı, o son gün ne zaman gelecek?"
(Black Sabbath)
Evet, şimdi geldi o gün.
Ama bu, final değil.
Çünkü o hiçbir zaman yalnızca bir müzisyen olmadı.
O, hayatta kalmanın sesi oldu.
“War Pigs” çalarken, Vietnam’daki bir çocuk ağlıyordu belki,
ama Ozzy, Pentagon’un duvarlarında yankı yapan tek gerçekti o an.
O sahnedeyken, bir sistem çözülüyordu gitar tellerinin ucunda.
Bunu bir manifesto gibi yapmadı.
Yalnızca gerçeği söyledi.
Ve gerçek bazen en ağır sözle değil, en sert riff'le yankılanır.
"I’m not afraid of dying / I don’t want to die, but I’m not afraid."
"Ölmekten korkmuyorum.
Ölmek istemem ama korkmuyorum."
(Ozzy, 1992)
Sadece ölümle değil, hastalıkla da yüzleşti.
Yoruldu ama vazgeçmedi.
Parkinson, sesine değil duruşuna çarptı.
Son konserinde oturuyordu belki, ama o an hâlâ ayakta duran bir şey vardı:
Mirası.
Bir yaşam biçimi olarak direnmek.
Bugün bir çocuk ilk defa "No More Tears" dinliyor bir kulaklıkta.
Bir işçi, molasında “Mama, I’m Coming Home” mırıldanıyor sessizce.
Bir kadın, içindeki öfkeyi bastırmak yerine “Mr. Crowley” ile serbest bırakıyor.
Bunların hiçbiri tesadüf değil.
Çünkü Ozzy yalnızca bir dönem değil, bir direnç biçimidir.
Onun sesi, mesela Kadıköy'ün ucundaki bir barın loş ışığında da vardır,
bir işçinin çatlak parmaklarının ucunda da.
Onu yaşatan şey, platin plaklar değil;
acıya rağmen devam eden hayatın kendisidir.
Ve o ölüm haberini bana, bir arkadaşım – Serhat – attığında,
“Metal müzik bitti” diye yazmıştı.
Haklıydı.
O an bir şey gerçekten sona erdi.
Sadece Ozzy değil, kendi gençliğimizin, kendi gece yarılarımızın sesi sustu.
Ve ben anladım ki…
Benim gibi dinleyenler, yapanlar da azalıyor.
Her geçen gün kaybettiklerimle yaşımı keşfediyorum.
Yerlerine yenilerini koyamıyoruz.
Ve işte o an, içimde bir müzik değil;
dünyaya yakılmış bir ağıt çalmaya başlıyor.
Ama sonra, daha altı yaşındaki kızım İklim geliyor aklıma.
Heavy Metal’i ben dinlediğim için belki, belki de kendi kalbinin ritmi olduğu için seviyor.
Ellerini havaya kaldırışı, o riff'lere gözleri kocaman bakışı…
Ve içim burkuluyor ama aynı anda umutla doluyor.
Çünkü onun kalbinde o kıvılcım varsa,
bu müzik hâlâ yaşıyor demektir.
Çünkü metalin her türü, bir direniş senfonisidir.
Her türü, barikata konmuş bir tuğladır.
Şimdi soruyoruz kendimize:
"Am I going insane?"
"Deliriyor muyum?"
Hayır Ozzy.
Sen bize deliliğin de bir isyan biçimi olduğunu öğrettin.
Aklını yitirmeden sisteme karşı çıldırmanın mümkün olduğunu…
Şimdi sustun.
Ama biz biliyoruz:
Senin sustuğun yerde, hakikat biraz daha bağırır.
Ve bir gün, bu düzenin sesini bastıran bir solo çalınacaksa,
o solo, senin tellerinden başlayacak.
Elveda Kara Prens.
Sen hiçbir zaman “uygun” "uyumlu" biri olmadın.
Ve bu yüzden, hepimiz için çok uygun bir insandın.
Gürültüyü sevdik, çünkü senin içinde anlam vardı.
Karanlığı sevdik, çünkü senin içinde umut vardı.
Ve seni sevdik… çünkü sen bizden biriydin.
Son düzenleme: