J.K. Rowling biraz kendi kendisinin kurbanı oldu. Başarılı ve muhteşem ilerlemiş bir seriyi, en azından bence, pek iyi sonlandıramadı. Aslında, pek çok kişiye açık ve net bir şekilde yönelttiğim soru bile sabittir; kitapları nasıl okudunuz da Dumbledore'un öleceğini göremediniz? Hatta, daha da ileri giderek, ben dördüncü kitaptan beridir o adamın ölümünü gözledim. Belki kişisel tiksintimden ama, iyinin her halde kötüye üstün çıkması ve ana karakterin ''dokunulmaz'' olduğunu kanıtlamasını pek 'yaratıcı' ya da 'ilerici' bulmuyorum - ana karakteri akla hayale gelmez işkencelere tabi tuttuktan sonra öldürecek kadar cesur olmamak olar tanımlıyorum. Belki benim önyargım, bilemem.
Gelelim David Eddings'e... Belgariad serisi tek kelimeyle muhteşemdir. David Eddings'in az bulunan bir yeteneği var; ulaşılamaz derecede üstün seviyedeki karakterlerin bile 'insan' özelliklerini hatırlatması. Günlük muhabbetlerde geçtiğini duyabileceğiniz pek çok cümle ile geçen diyaloglar ve, ilkgençliğin getirdiği utangaçlık üzerine muhteşem bir çalışmadır. Mallorion'u o kadar sevmedim, zira Eddings, ilk beşlemesinde yakaladığı büyüyü pek yakalayamamıştı: biraz 'gereksiz' kaçtığı düşüncesindeyim. Zira, Belgariad mükemmel bir şekilde bittikten sonra, devam ettirmenin anlamını görememiştim.
Esas, David Eddings'in takdire şayan hikayeleri, Elenium ve Tamuli üçlemeleridir. Fantastik edebiyat olunca konu, işin dozajını (Ejderhamızrağı ya da R.A. Salvatore'un tersine) kaçırmadan ve onca büyülü, gerçeküstü dünyaya rağmen sanki bir zamanlar (kullanılan teknoloji ve genel ortaçağ motifi sebebiyle) anlatılan olaylar yaşanmış havası verir.
Ejderhamızrağı, aslında iyi başlayan bir seriydi. Farklı mevsimlerin ''havalarını'' çok iyi yansıtmıştı. Tanis'in aşkı, Raistlin ve Caramon'un garip ilişkisi, ejderhamızrağı, Fizban, Tasslehoff ve Flint'in sürekli atışması... kader üzerine devam eden 'İkizler' üçlemesinin Raistlin karakterine tuttuğu ışık ve ikizler aracılığı ile kişilerin kendileriyle olan savaşlarını çok güzel betimlediğini düşünüyorum. Fakat, tabii ki 'İkinci Nesil' gibi ortalama ve 'Yaz Alevi Ejderhaları' gibi bir abartı ötesiyle devam etti ve soru sabit oldu: NEDEN DEVAM ETTİ Kİ!? Çözülmedik hiçbir şey kalmamıştı resmen!?
Fakat, Margaret Weisz ve Tracy Hickman söz konusu olunca, Ölüm Kapısı (The Deathgate Cycle)'dan bahsetmeden geçmek olmaz. Irkçılık, nefret, insanlığın ''öteki''ne karşı duyduğu neredeyse doğal olan nefret ile arkaplanını oturtup, 'insan durumu' olarak nitelendirdiğimiz pek çok konuya değinerek, ana mesajını da 'denge' üzerine kurarak, ekstra pek çok detayla dolup taşan (kitapta söylenen şarkıların notaları gibi) son derece sürükleyici bir şekilde ilerleyen ve tek kelimeyle sanat eseri olan bir yedi romandır ve fantastik kurgu sevilsin, sevilmesin, MUTLAKA okunmalıdır. Gerçi, tamam, bütün 'fantastik evren'lerin bizim evrenimiz dahil olmak üzere birbirine bağlı olduğunun ortaya atılması (Bir karakterin kendisini, bir delilik anında, ''Bond, James Bond.'' diye tanıtması gibi bir an vardır misal) birazcık komedi unsurunu kaybetse de (yaklaşık dört roman çekilmiyor aynı muhabbet) yine de okunmalıdır.
FAKAT (daha bitmedi). Her ne kadar, yazarın kendisi tarafından dahi ''Drakula'nın karikatürize edilmiş hali'' olarak nitelendirilen Lord Strahd von Zarovich'i bize veren RAVENLOFT ayrıca takdire şayandır. 'Korku' diye geçiyor olsa da, daha çok 'gotik' edebiyata yakın duran bu seri, aslında sadece depresif ve karanlıktır. Çok az kitabını okuyabildim; ''Ben, Strahd: Bir Vampirin Anıları'' ve biraz 'devamı' olan ''Ben, Strahd: Azalin'le Savaş''; ''Kara Gül Şövalyesi'' (Ejderhamızrağı karakteri Lord Soth'un çevresinde dönen iki kitaplık serinin ilk kitabı) ve BİLHASSA ''Kara Gül'ün Hayaleti'' çok güzel kitaplardır. Kara Gülün Hayaleti kitabındaki Fısıldayan Yaratık ('warlock' ya da 'yeminbozan'ların kulaklarına sürekli felaketleri fısıladayan) ve Kanlı Ayakkabı Tamircisi (ölmekte olanların ayak tabanlarından ayakkabılar yapan) karakterleri hala içimi ürpertir.
Ve, kapatırken, R.A. Salvatore'un saçmalığın dibine Entreri ile vurmadan yarattığı güzel üçleme, Kara Elf'ten bahsetmek istiyorum. Drizzt Do'Urden isimli bir kara elfin, herkesin içindeki 'yabancı'yı, dışlanmışlığı, izolasyonu ve deliliği, ümidi ve en nihayetinde, kendi kendini keşfedip kendi bildiği gibi yaşamayı, ve bu yaşamın bedellerini anlatan efsanevi bir seridir. Sonra tabii ki 'Buzyeli Vadisi' (Icewind Dale) serisi ile abartmaya başlayan seri, belli bir noktadan sonra bıraktığıma beni, ''A THOUSAND ORCS!'' (Bin Ork) kitabıyla belli etti; tek bir karakterin tek başına bin adet ork kesip (gerçi, düşündüm de, vaktinde ejderhalara kafa tutan birisine gayet kolay olmalı), bu kadar apartıp, Entreri gibi bir İNSANI alaşağı edememesi saçmalığına bir son verilemMEsi artık yettiğini anlatıyor.
Bu noktada, sonnotumu koyuyorum: Artemis Entreri bir İNSAN. Ne olursa olsun, bir kara elfin fiziksel potansiyelinin en düşün seviyesinin yakınından ancak MÜKEMMEL olsa geçebilecek bir ırka mensup. Kaldı ki, tamamen birbirinin canına okumak üzerine kurulu bir toplumun, istisnasız EN İYİ yakın dövüşçüsü ile boy ölçüşebilecek bir tekniğe sahip olması kesinlikle saçmalık. Ne olursa olsun, içinde oldukları dünyanın en tehlikeli yerinde, yarı deli vaziyette, en hata yapabilecek şekildeyken bile terör estiren bir yaratığa kafa tutabilecek bir İNSAN, Salvatore'un ''karakterin karanlık tarafını temsil eden bir karakter ile ortaya çıkma'' klişesini saçmalığa vardırması haricinde bir şey de değildir. En azından ''bence'', zira bu ''Drizzt ve Entreri'' tartışmaları genelde ''ateist-inançlı'' tartışmalarından beter geçer. 😆