Raporluyorum

Görüyorum ve arttırıyorum:

Peki ya fast-food restoranlarının fotoğrafladığı hamburger görüntüleri ile sizin tepsinize koyulanlar?

4 sene kadar önce Yeniköy McDonalds'da, fotoğrafa koyduğunuza bak önüme verdiğinize bak, vermiyorum para mara diyerek bedava yiyen abi halen efsanemdir. Helali hoş olsun.

Ben mi? Sıcak çikolata almaya girmiştim. Valla bak.

Konusu açılmışken, iyilik meleği şekli algılanmasın ama dört bir yanımızı dolaylı kanser halinde saran şu yerlerde yemek yemeyin muhterem forumdaşlar. 2 hafta önce kardeşimin bok yemesine Burger King'de oturduk, akabindeki 2 gün midem bulandı. Bünye baya alışmış yememeye.

2 ayda bir kafa kıyakken Arby's yapabilirsiniz. 😀
 
Kazandığı paradan, hatta kazandığı aylık paranın güne ve saate bölünmüş halinden (abartıyorsam şerefsizim), giydiği markadan, giydiği o markalara verdiği paradan bahseden adama ben ne diyeyim bilemedim. Bunlara denecek laf yok, sinirlendiğinle ve şoka girdiğinle kalıyorsun.

Giydiği markalara verdiği para yüzünden insanın kendini soktuğu o gerizekalıca burnu havadalık çukuru nasıl bir triptir? İnsan nasıl bir kompleks içindedir ki aldığı maaşın saat başına düşenini hesaplayıp bundan ortamda bahseder hale gelsin?

Bu triplere olan hislerimi bir kez daha tecrübe ettim bir kaç gün önce. Esasında hiç gerek yoktu ama ne olduğunu anlamadan sohbet öyle gelişti ve etmek durumunda kaldım. İnsan biraz ağırbaşlı, biraz mütevazi olur ya. Mütevaziliği geç, bunun onunla da direkt alakası yok; ortamda üzerindekilere harcadığın para miktarı ile mi yer edineceksin? Tarzın bu mu cidden? O zaman tü suratına sıçayım senin ben.

Lavuk bir de tribünlere, tribüncülere, tribünlerdeki bu casual akımına getiriyor konuyu. O işleri de bilirmiş beyim. Zihnim ambale oldu yahu, ne cevap vereceğimi şaşırdım ilk anda. Siktir git kıyafeti yüzünden salonlara sokulmayanların yüzdürdüğü Titanic'te seyahat et diyesim, boğazına yapışasım geldi. İbne misafirliğe gelmiş, biz de misafiriz orada, açtığı konulara ettiği kelimelere bak. Bu ne biçim bir takıntı kardeşim? Nasıl bir hastalık bu? Bundan sonra o marka takıntılısı sözümona casualcıların düşmanıyım anasını satayım.

Lan bizim de orjinal albüm takıntımız ciddi boyutlardaydı bir zamanlar eyvallah ama yanımıza çekme kasetle gelen, toplama CD yapan arkadaşlarımıza karşı ne içten ne dıştan hiç böyle triplere girmedik. Herkesi olduğu gibi kabul etmesini bildik. Uçmuş şimdikiler uçmuş. Şimdikiler dediğim de baba olmuş, belki 37-38 yaşında adam, çocuğunu almış misafirliğe gelmiş. Bunlar 60 yaşına gelince, çocuğun üzerindeki forma orjinal değil diye imzalamayan var ya hani bir tane, ondan oluyor işte.

Tarih tekerrürden ibarettir derler ya, hatta biz bu ağır ve üzerine çok düşünülesi lafı anca derbi galibiyetlerinden sonra kullanılan bir kalıp olarak bellemişizdir; bak aslında buna işaret ediyor bu laf, insanın riyakarlığını ve dingilliğini anlatıyor. Tarihi tekerrür ettiren insanın ta kendisi çünkü. Bunların eski versiyonları yüzünden kadın korsesiz, erkek kravatsız ve ceketsiz dolaşamıyordu dışarıda.

Pezevenk 2 beste bağırıp üçüncüde tıkanır, gelmiş bana üzerindeki montun etiketi üzerinden caka satıyor, tribün mribün diyor, casual akımı diyor. Ruhun mu yavşak, kafan mı haplı, nasıl bir zihnin var lan senin? Makyaj malzemesinin muhabbetini yapan liseli miyiz oğlum biz?

--

Neyse sakinleşelim biraz. Yarı güldüren yarı düşündüren (düşündüren tabii, ne sandın) bir şeylerden de bahsedelim. Bugün öğlen hafiften mavi ekran verdirten bir iş görüşmesi yaşadım.

Dil konusunda geçmişte çok acı tecrübeler yaşadıklarından, iyi biliyorum diyenlerin google translate kıvamında çıktığından bahsetti görüştüğüm kişi. Ben de haklı olduklarını, yazılı-sözlü-işitsel her türlü teste açık olduğumu söyledim. Cevaben, yalnız ben de pek iyi değerlendirecek derecede yetkin değilim demez mi... E ne yapacağız, port açıp beynime mi bağlanacaksınız demek vardı da yaşına hürmeten demedim. Pastel boya kalemiyle duvara İngilizce bir şiir yazıp çıktım.

Ulan eve de 500 metreydi ha ofis, ne vardı normal insanlar çıkaydı, yürüyerek işe gitmenin dayanılmaz triplerine girerdim.
 
IMG_7496.JPG


Acibadem su terazisi

Hadi hiç hayatınızda su terazisi görmediniz Kadıköy Belediyesi , tamam, google'ı da amator teen liseli yazmak için kullanıyorsunuz...

O koca belediyede , bu işlere meraklı insanlar içinde 1 (yazıyla bir) kişi de mi yok? Hiç birisi mi İstanbul Arkeoloji Müzesine gitmedi?

Khalkedon kelimesinin ne anlama geldiğini biliyorsunuz ki , Kadıköu Çarşısında , meydana o garip ''şeyleri'' , timsah heykellerini koyuyorsunuz.

1990'larda , Bahariye Caddesi daha çift yönlü trafiğe açıkken , oraları yayalaştırma projesinde , şimdiki boğa heykelinin altından çıkan sütunları , lahitleri vs. de o dönem internet ve sosyal medya olmadığı için 2 günde kapatıp üzerinden yol geçtiniz...

Şimdiki Nautilius - Yıldızbakkal arasında kalan bölgede (Osmanlı zamanında da mezarlık olarak kullanıldı ki , ecdadına meraklı bademler üzerinden yol geçirdiler bir kez daha) lahitler çıktığını da biliyorsunuz ki belediye broşurune basıyorsunuz...

E o zaman kubarasına sahte para attıklarım neden , koskoca Khalkedon şehrinden kalan son tarihi eseri su terazisi diye çakmaya çalışıyorsunuz? Hadi su terazisi diyelim , dibindeki sarnıç nerede? Yok , birşeştirmesi gereken yer altı/yer üstü su yolları nerede yok...

O kule , tarihi Khalkedon surlarından kalan tek eserdir , Khalkedon'lular , Constantinopolis zamanında , birileri ayaklanmış ve o ayaklanmaya destek vermişler...Doğu Roma İmparatoru , büyük başkan Flavius Iulius Valens , körler ülkesinin halkını affetmemiş , şehri çevreleyen surları yıktırıp , kendi adını verdiği su kemerinin yapımında kullanmış...(Kimim kime karşı ayaklandığını da meraklısı varsa , bırakıyorum ki araştırsın)

Bir milyon kere önünden geçtim onun , bir o kadar da geçeceğim , her geçişte de küfür edeceğim...
 
Raporluyorum beyler, A Good Year adlı filmden çok etkilendim ve bağ bahçe işine girdim. Görselde ilk mahsülden elde ettiğimiz nadide şarabımızı görebilirsiniz. Hitap ettiği kitleye ulaşsın diye fiyatları da köpeköldüren seviyesinde tuttuk, afiyet olsun 😀

2013-12-29 12.01.48.webp


Not: Maksat tabi ki filmdeki gibi sırtından buz kaydırabileceğim bir Abbie Cornish bulmak eheh.
 
Satış rakamlarına baktım da şöyle bir tablo söz konusu;

1- Yarra Yering
2- Sava

3 haftadır filan hiç bir şey içmedim, açılışı yapacağımız zaman buna bir bakalım o vakit.
 
Üzgünüm ama Misak-ı Milli dahilinde , büyük oranda (istisnalar kaideyi bozmaz deyişinden ağır ama temkinli hareketle) salataya sirke olarak dahi hizmet veremeyecek düzeyde.

Bu durum direk olarak şarap üreticilerinin kabahati de değil tabi ki...
 
E ben kaliteli kırmızıyı da sevmiyorum ki zaten, hepsi aynı yani. Benim için pek sıkıntı yok. İçersem ya 23-24 lira arasında meyveli Şirince ya da 14-15 lira civarı Cumartesi.

Tribünde alkol kısmına ise karşıyım ben. Olmaz, olmamalı. Bir kaç sene öncesi, parkta yine muhabbetin keyfinden geberdiğimiz dakikalar, kupa maçı olması muhtemel bir gece; ulan dedik acaba girmesek mi maça? Öyle güzel gidiyor meret, sohbet de çok keyifli. Yok yok dedik sonra, vicdan azabı çekmektense girelim. E şimdi bu kafadaki insanlara tribünde alkol satarsan performans düşer ve hatta bir noktadan sonra kaos başlar. Her şey yerinde güzel.

İtalya tribünlerinde öyle sanıyorum ki bu yüzden daha çok anlık girilen sloganlar var. Benim anlayışım biraz Legia Varşova tribünü kafası; gol yediğinde daha da fazla bağıracaksın, bırakmak yok.
 
2000'lerin ortasına kadar , daha doğrusu Şirince popüleritesi ayağa düşene kadar farklı meyveli şarapları güzeldi ama şu anda büyük çoğunluk meyve konsantresi + alkol , eski usulde yapan illaki vardır da bulmak , araştırmak lazım.

Tribünde içmesini bildikten sonra bence stadyumlarda içki satılmasında sorun yok ama daha havalimanına inip pasaport kontrol kuyruğuna yürünen sürede insan , bu ülkede hala içki içilebildiğine teşekkür edesi geliyor.
 
İtalyanların koreografi hadisesi sadece maçlara özel de değildir.

P işe bailayıp Ş ile bitenin sonuna -luk eklenen şeyden yapıp kendi gittiğim konserlerden birinin linkini vereyim heheh 😀

02:20

 
Yılbaşı akşamını İstanbul Anadolu yakasının pahalı mekanlarından birisinde geçirdim , en azından bir kısmını...

Zaten farkına varalı çok olmuştu lakin bir kere daha üzerine basmakta fayda var...

Bir yeri , mekanı , güzel yapan , yaşanabilir kılan , keyif alınabilir kılan , katlanılabilir kılan kişi , insanın tam da kalbinin ortasındaki kişi....O olmadıkça , bülbülü altın kafese koymuşlar ille de vatanım demiş misali illa ki evdeki masam diyor insan...

İdare eder yemekler , sınırsız içki , güzel müzikler , eğlenen insanlar arasında isole olmak işte bu.

Hele ki insanın , love of my life sıfatını haiz gördüğü kişi ile arasında binlerce kilometre olması , haiz olan kişinin (mecburen) başka rüzgarlara doğru yelken açması...

Hala dans edebilir , eğlenebilir bir ortam dahi , hala içilebilir , sohbet edilebilir bir ortam dahi en anlamsız bakışların , hislerin , oluşların ve olmayışların merkezi oluyor...

O , bu yazıyı okuyamayacak , okusa bile anlamayacak , google translate yetmeyecek çevirmeye lakin o biliyor ki , çok şey değişti ve değiştirdi...

Veda cümlesi bittiğinde de geriye kalan tek şey hala yanımda , arkamda, sağımda , solumda....

Hepinize iyi seneler , tabi böyle bir şey mümkün ise...
 
Durum şu ki, gerçek hikayeleri konu alan biyografik filmlerin hastasıyız. Fakat hayatın hep böyle kafiyeli ilerlemesi de biraz zihnimi kurcalamıyor değil.

Hani bu tarz filmlerin sonunda, yer verilmiş yan karakterlerin filmin bittiği andan sonrasında hayatta neler yaptıkları ve nerelere geldikleri hakkında izleyene bilgi vermek adına ufak metinler gelir ya ekrana... İşte o metinler bana, ulan acaba hayat bu kadar mı net, bu kadar mı kafiyeli dedirtiyor bazen. Kendisi henüz bir çocukken, değer verdiği bir insan hapse düşmüş olsa, büyüdüğünde avukat çıktığını yazıyorlar o çocuğun. Hakikaten uygun son, helal olsun çektirtecek cinsten. Peki hiç mi başaramayanı yok be kardeşim? Evet avukatlığı hedefliyordu ama markette kasiyer oldu bizim oğlan dedirtecek cinsten hiç mi öykü yok?

Şimdi keskin bir geçiş yapacağız, dikkat edin.

Yine güneş gözlükleri ile olan imtihanlarımdan birine girdim zira.

Bayramlarda telefonlara gönderilen maniler var ya, dışarıdan çok dolu gözüküp de içinde bir bok olmayan hani... Onlar bir kenara da, dışarıdan dolu gibi gözüken her lafın içi öyle boş değilmiş işte. Bunun en güzel temsilcilerinden biri de ucuz mal alacak kadar zengin değilim lafı, ben geçen ay bunu anladım.

Genelde tanıdık vasıtasıyla gidilen ve şehrin en güzel yerlerinden birinde yer alması sebebiyle güven duygusuna güven katan optikte, görevli kişinin önerdiği gözlük markasının kulağa ALLAH ALLAH! dedirtecek kadar eksantrik gelmesi sonucu hepten aşka gelinen; akabinde yine aynı kişinin altın vuruş babında abi sana etiket fiyatının 50 lira altına bırakıyorum demesiyle aldım gitti! triplerine girmenin pek de kısa sürdüğü bu güneş gözlüğü alım sürecinde, hayatım boyunca hüsrandan hüsrana koştum dostlar be.

Şimdi tabii burayı biraz daha geniş ele almak lazım aslında. İnsandaki fiyat aralığı algısı önemli rol oynuyor, bu da kişiden kişiye değişiklik gösteren bir şey. Olay az kazanmak-çok kazanmak olayı da değil tam olarak... Fakat kim ne derse desin benim için 200-250 lira az bir para değil kardeşim, benim algım bu yönde. Ama piyasa öyle bir halde ki, bu fiyat aralığında aldığın mal ucuz mal kıvamında oluyor. Markayı da çok matah bir şey sanınca alıyorsun, aldıktan 2-3 sene sonra yolda gözüne takmaya çalıştığın anda tak diye klipsi parçalanıyor ve üzerinde bir çizik bile olmayan gözlük saniye içinde kullanılamaz hale geliyor. Yaptırmaya uğraşırken daha da beter hale geldi, neyse o kadar detayına girmeyelim.

Hal böyleyken yeni gözlük şart oldu, sokakta gözüme güneş vurduğunda direkt deli gibi hapşırmaya başlayan biriyim çünkü. Ama gelin görün ki hayat ironilerine tam gaz devam ediyor; şunun rengi fena değil sanki diye elime aldığım ilk gözlüğün etiketinde 8300 lira yazıyordu. SEKİZ BİN ÜÇ YÜZ. Küsüratı da vardı eminim ama neydi onu hatırlamıyorum. Fiyatı görünce allah cezanızı versin be gibisinden homurdandım kendi kendime, çalışan arkadaş da yakınımdaymış ve bunu duydu. Akabinde, sanırım bana da bir çok insana ifade edeceği kadar çok şey ifade edeceğini düşünerek, e abi ....... markasına bakıyorsun ama dedi. Eee? dedim ya. Eee yani?

Velhasıl o anda tek bir şeye karar verdim. O da şu ki; eğer o gözlük o fiyattan satılıyorsa, filmlerde de her istediğini hikayenin anlam bütünlüğü doğrultusunda elde eden bunca insan kesinlikle elde ettiklerini hak etmiştir ve o kafiyeli sonları gerçek hayatta hakikaten denk getirmiştir. İhtimal, o gözlüğün gerçekten bu parayı ediyor olmasından daha az değil çünkü. Kesinlikle değil hem de.

Uzun zaman sonra yüzüme gerçekten yakıştırdığım bir tane buldum nitekim. Ucuza kaçmadan verip parayı alacağız mecbur, alacağız ki öyle elimizde kalmasın. Kadıköy/Yazıcıoğlu'nda seyyar manav arabasına koyduğu pillerin 15 tanesini 1 liradan denedim abi hepsi çalışıyor diyerek satan arkadaşlar alınmasın ama; ne kadar az para ödemiş olursa olsun, aldığı şey elinde patlayınca insan kötü hissediyor. Ha 8300 lira veren yine ayrı bir köşede canım, onu ellerimiz kızarırcasına ayakta alkışlamak boynumuzun borcudur kim ne derse desin. Zaten o gözlüğü satan tezgahtar da emekli olsun anasını satayım, gitsin bağ bahçe işine girip kendi biberini kendi yetiştirsin.

Gözlüğün fiyatının 8000 küsür lira olduğu, tüm piyasanın talep doğrultusunda (talep var ki bunları raflara diziyor adamlar, bırakın şimdi ayak yapmayı) pembe, yeşil ve mor renkli kramponlar tarafından sarıp sarmalandığı bir dünyanın daha ne kadar gideri var ben emin olamıyorum açıkçası... Evet benim göstergelerimden bazıları bunlar, bu kadar da sığım. Eskiden mahallede giyildiğinde noluyor lan? diyeceğimiz renkler şimdinin gözdesi olmuş; hatta bırakın gözdesi olmayı, o dönemin alışılagelmiş renklerini koltuğundan etmekle de kalmayıp bizzat o renkleri garipsenen konuma sokmuş. Gidin bir halı saha maçını izleyin, oynayan kaç kişinin ayağında eski tarz siyah krampon görürsünüz ki?

Herkes siyah giyinsin demiyorum birader indir o elini. Anlatmaya çalıştığım şey başka. Lan zaten milletin çoğunluğunun derdi top oynamak, spor yapmak filan değil. Maksat dostlar alışverişte görsün... Herif salona gelirken üstüne öyle bir ekipman döşemiş ki, sanırsın birazdan Manana kayasına tırmanıyoruz:

Sarmalı eldivenler, ultra yeni teknolojisi sayesinde vücudu tam sıkı sarmasına rağmen aynı zamanda da cilde nefes aldıran cinsteki kumaşıyla üretilmiş (ebenin .mı) uzun kollu badiler, efendime söyleyeyim kıç tarafına yerleştirilmiş kılima kuul sistemi sayesinde o narin sağ ve sol göt loblarının nefes almasını sağlayan şortlar...

Hep dikkat kesiliyorum bu tiplere; 10 dakika çalışıyorlarsa 15 dakika laklak yapıyorlar. İsmi lazım değil yeni nesil gruplardan biri çalıyor, güya çok seviyormuş gibi şarkıya ritm tutuyorlar filan... LAĞN! Olum değil kılima kuul, o şortun arka tarafına kalorifer peteği de koysalar senin götün idman sırasında yine ter-le-ye-cek. Bilmiyorsan uyandırayım yani.

Hey gidi Diadora, ne mutluyduk seninle be. 11 senelik bir mamülün hala elimde ama yenisini arasak piyasayı 2 marka kapatmış, sen yoksun. Gerçek hikayeleri konu alan filmlerdeki çocuklar avukat çıktı, sıfırdan nerelere geldi; peki ya sen, sen nerelerdeyken bu hallere düşecek marka mıydın be? Totti bile bırakmış seni ama ben bırakamıyorum. E internetten alsana ağızlarını da geçelim; krampon dediğin dokunarak, hissederek, giyilerek alınır. Sektör farklı olmasına rağmen bu kıvama yakın şekilde yad edilecek bir başka marka ise Wilkinson, ona da bir selam etmeden bitirmeyelim.
 
Seri numarası olmasın o?

8300 liraya gözlük 🙂

Luis Vitton falandır desen 1000 euro civarındadır en fazla , daha pahalısını görmedim.

Jack Jones bile marka etiketine dünya fiyatlarını yazıyor 🙂

Çok butik , taşlı elmaslı modeller desen onlarında satıldığı yerlerde mi geziyorsun yoksa , Nişantaşı senin Bebek benim...
 
Hal böyleyken yeni gözlük şart oldu, sokakta gözüme güneş vurduğunda direkt deli gibi hapşırmaya başlayan biriyim çünkü. Ama gelin görün ki hayat ironilerine tam gaz devam ediyor; şunun rengi fena değil sanki diye elime aldığım ilk gözlüğün etiketinde 8300 lira yazıyordu. SEKİZ BİN ÜÇ YÜZ. Küsüratı da vardı eminim ama neydi onu hatırlamıyorum. Fiyatı görünce allah cezanızı versin be gibisinden homurdandım kendi kendime, çalışan arkadaş da yakınımdaymış ve bunu duydu. Akabinde, sanırım bana da bir çok insana ifade edeceği kadar çok şey ifade edeceğini düşünerek, e abi ....... markasına bakıyorsun ama dedi. Eee? dedim ya. Eee yani?

Yeğene telefon bayıyorduk babamla. iPhone 5'te yeni çıkmıştı. Babam pahalı dediği halde satıcı inatla ve ısrarla iPhone 5'i öneriyordu. Babam ne zaman pahalı dese satıcı "ama efendim x özelliği var, y özelliği şöyle güzel" falan demeye devam ediyordu. Babam dayanamayıp satıcıya "sen kullanıyorsun musun peki" dedi. Satıcı da "yok kem küm"etmeye başadı. Sonra babam "o zaman kullanmadığın şeyi bana neden öneriyorsun" dedi, satıcı bişi demeden yanımızdan ayrıldı. 😀

Mesela beni arayıp "size kredi kartı verelim mi, şöyle güzellikleri var vs..." dediklerinde, güzelse sen alıp kullan diyorum. Süper geri püskürtme oluyor.
 
Son düzenleme:
Otobüste hep cins adamlar mı denk gelir bana kardeşim!

Bursa'da üniversite okuduğum zamanlar... Devlet yurdunda kalıyorum (kampüs içindeki değil, şehrin öbür ucundakinde). Kampüsten direk yurda giden belediye otobüsünü kullanıyorum. Yol da epeyi uzun sürüyor tabii; zira araç epeyi dolanıyor. Ne güzel pencere kenarına da geçmişim, bir güzel uyumuşum. 20 yaşındaki kırmızı İkarus otobüsün motor sesine karışan insan uğultusunu bile duymuyorum. Otobüs Santral Garaj'a geldiğinde yanımdaki tanımadığım andaval -bilmiyorum, belki de iyi niyetliydi- beni adeta hırpalayarak uyandırıyor. İrkildiğimde, önce n'olduğunu anlamaya çalışıyorum:
- Uyan, uyan!
- Ha! N'oldu?
- İnmiyon mu?
- Yoo! N'oldu ki?
- Ne biliyim. Öğrenciysen burda inersin diye düşündüm.
- .....
Hâlâ aklıma geldiğinde hiddetleniyorum.

Aynı dönemler sık sık İstanbul-Bursa arasında gidip geldiğim için şehirlerarası otobüslerde karşılaştığım sözümona düşünceli insanların ise haddi hesabı yok.
Gene böyle bir gün... İstanbul'a gitmem gerekiyor ve Bursa terminalindeki o kadar firmadan o dakikalarda İstanbul'a gidecek araç adeta bulamıyorum. Elimde valiz mal mal dolanıyorum. Neyse, bir tanesi denk geldi. Bindim, pencere kenarındayım, yolda uyudum gene. İkram zamanı gelmiş. Muavin beni dürtükledi resmen. Hâlâ da düşünürüm: Elinde o tepsi varken sen nasıl da pencere kenarına kadar uzanıp beni dürtükleyebildi? Dhalsim mübarek. Neyse, uyandım; ama hâlâ tek gözüm açık. Dalıp gitmişim çünkü.
- Ne içiyon?
- (Fix cevap) Meşrubat (Gözümü geri kapatıyorum).
- Gola fanta?
- (Gözler kapalı) Fantasdfklajfksd.

O arada yine uyumuşum. Adam dağıtım yaparken gelmiş, benim bardağı almış, doldurmuş, gitmiş. Bu sefer yanımdaki andaval uyandırıyor:
- Kalk kalk! İçmiyon mu fantanı!
- Ya s.ktir fantayı birader!

Hâlâ böyle adamlar denk geliyor! Azalarak bitin lan! Uyandırmayın beni bi' daha!
 
helada otururken çalışılan ders kadar akılda kalan bir çalışma şekli yoktur bence. kamu yönetimini helada bitirdim lan. kpss yi de orada kazanmalıyım.
 
Sene olmuş 2014 , hala rehber yedeklemek nedir haberi olmayan , daha beteri haberi olup nasıl yapıldığını bilmeyen adamlar var , yuh diyoruz buradan kendilerine...

Haydi hep beraber , yuuuhhhh
 

Geri
Üst