Raporluyorum

Daha neler neler, bizim iş yerinin tahsilatları hesaba yatıyor, aynı gün çekmek istersek 45tl para ödüyoruz!!!
Tamam yaptığın işe karşılık para istemek hakkı ama size söylemeden etmeden hesabınızdan para çekmek açık açık tefecilik.
 
Kadınların temizlik yapışlarına dikkat edin. Edin ki, daha önce görmediğiniz, hatta bırakın görmeyi, görmeyi hesap dahi edemeyeceğiniz bir takım ayrıntıların farkına varın. Temizlik desek haksızlık etmiş oluruz gerçi, adeta birer ritüel desek yeridir bu işe. Bölgeye atılan imza bir nevi.

Bu ritüel de kendi içinde bazı bölümlere ayrılıyor gibi... Bu işi meslek olarak yapan hanımlardan bahsetmediğimi belirteyim. Bir akrabalarının evi bir süreliğine boşalacağı vakit, akrabalardan bir kısmı toplanarak gönüllü olarak o evi temizliğe girişiyorlar. Evet var böyle bir olay. Siz tabii takılın hep Etiler'de, Nişantaşı'nda... Teresler sizi.

Belgesellerde hayvanların bölgelerini işaretlemek adına belirli bir rota doğrultusunda belirli noktalara işemek suretiyle kokularını bıraktıkları hep vurgulanır ve hatta gösterilir ya hani, hah işte bunun insan versiyonunun, yani kadınlar üzerindekinin evin belli köşeleri olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Erkek olarak senin alanın hangisi, onu mu merak ettin şimdi? Olsa olsa arabanın içi olur be, belki bir de kişisel bilgisayarın. Hatun evi kapatıyor olum evi, senin dandik arabana sürdürttüğün parfüm de neymiş.

Kendi evini, kendi yaşam alanını bir nevi anlarım da, nedir bu başkasının evinde büründüğün dekore etme ihtirası be kadın? Kadın diyerek kabalık filan etmiyorum lan ayrıca, dur şimdi girme oraya. Erkeğin karşılığı kadın, bayın karşılığı bayandır. Nasıl bir kafadaysak, erkek kelimesi son derece normal geliyorken kulağa, kadına kadın demenin kabalık kabul edildiği bir şekilde yaşıyoruz. Kadına kadın demenin kabalık kabul edilmesi en büyük hakaret değil mi ona? Konudan da saptık şimdi... Neyse, diyorum ki; tablolarının alt köşelerine kargacık burgacık şekilde isimlerini yazarak imzalarını atan ressamlara mı özendiniz sevgili ablalarım; niye değiştirirsiniz size ait olmayan bir evin eşya düzenini?

Ondan sonra ev ahalisinin gelip de yol yorgunluğu ile yayılacağı yerde, aradıklarını bıraktıkları yerde olmamalarından mütevellit bulamayarak sinirlerini gerdiği ve tartışmaya başladığı safha takip ediyor bu işleri. Her şey sırayla cereyan ediyor.

O priz orada duruyorsa onun bir işlevi vardır, sen bilmiyorsundur ama vardır, sırf oradaki toplam fişlerin sayısı 2. prizdeki soket sayısına eşit diye (50 yaşından sonra kurma yahu bu denklemleri, bırak) diğer prizin gereksiz olduğu kesin sonucuna ulaşarak o prizi kaldırıp atmak nicedir... Mutfak alet ve edevatlarının yeri, not kağıtlarının düzenleri, parfüm ve deodorantların rafları, dambılların durduğu duvar dibi (evet üşenmeyip 20 kiloyu sırf dekoratif amaçlarla yerinden oynatmış, ama durun, bu ne ki?); ve hatta hızın alınamaması sonucunda bir oda mobilyalarının yerlerinin tamamiyle değiştirilmesi... evet evet bildiğiniz bir oda.

Bak, hepsini anladım, daha doğrusu anlamadım da anlamaya gayret gösterdim ve sabırlı davrandım diyelim... Ama patladığım nokta ne oldu biliyor musun? O diş macununun ortasından sıkılması. Diş macunu ortasından sıkılır mı ulan? Bizim ülkede yapılır mı bu? Onun o blumik mankenler şeklindeki halini görünce hangi insan evladı tutabilirdi hislerini... Nitekim ben de tutamadım işte.
 
Uzun uzun okudum, sakin sakin okudum. Yazı boyunca okuduğum tespitlere yorumlara kah güldüm kah "evet ulan" dedim. Hepsine tamam da son paragrafta bittim. Şu yazıdaki herşeyi kabullenebilirim ama diş macunu olmaz. Onu öyle ortadan sıkmasalarmış iyiymiş ama ortadan sıkmışlar, sıkıntı var.

Hazır bunca zaman sonra raporlar başlığına gelmişken ünlü bir Türk düşünürün sözleriyle bitirelim: "Çekuera dediğin adam Atatürk'ün kitabını okumuş gitmiş Küba'da devrim yapmış".

Evet bunu diyen de bizim patron 😀
 
Sen onu bunu bırak da, bugün salonda eşek arısı kovaladı anasını satayım. Seneler önce olduğu gibi yine kaçtık yalan yok. Çok bir gören-eden olmadı fakat eskiden kalma bir anım nedeniyle yüzüme alevler geldi benim.

Bu itoğlu itlerle evveliyatımız var bizim. Bir süredir aralarında husumet olan fakat takımları uzun zamandır karşılaşmadığı için aralarındaki hesap açık kalmış iki tribün gibiyiz adeta.

Altınoluk'ta bizim sülalenin baba tarafına düşen kısmının ortak olarak kullandığı bir yazlık vardı. Orası da böyle hep sazlık, zeytinlik filandır... Hal böyle olunca eşek arısı, at sineği, kuskus böceği, yılanı ve dev çekirgeleri eksik olmuyordu. Sitenin en sonunda, sazlıkların başladığı yerde de neredeyse her gün maç yaptığımız çim sahamız vardı ayıptır söylemesi.

O dönemler gerek saçları, gerek oyun stili, gerek dribling yeteneği ve gerekse de sürati ile David Ginola'yı andıran 😎 bu kardeşiniz de, bizim sahayı bilenler için söylüyorum, deniz tarafındaki kaleye hücum ederken sazlıkların bitişiğine düşen kanattan böyle yaldır yaldır akardı. Ne var lan, yalan mı söylüyoruz?

Abi o sazlığın oradan nereden çıkıyorlardı bilmiyorum da, ara sıra bunlar bir anda gelir, atağa kalktığı için hızlı bir şekilde koşanlarımızın arkasına takılır ve kovalamaya başlarlardı. Hah işte ben de o gün yine kanattan David Ginola gibi akarken 3 tanesi birden takıldı peşime, ama görseniz adeta dünya savaşı filmlerinden bir kare, düşman uçaklar birbirini kovalıyor. Sokacak diye o korku ve adrenalinle duramıyorsun da... Hayvandan öyle de lanet ve kalın bir ses çıkıyor ki, bırak beni, Haymanalı Güçlüler gelsin onları da katabilir yani önüne.

Belki de müthiş artistik bir asistle tamamlanıp yanda izleyen kızların aklını alabilecek bir atak, eşek arılarının peşime takılması ile böylece daha yeni başlamışken hiç umulmadık bir rezillikle sona erdi ve ben hem bu korku hem de yılıp tükenmişlikle anlamsız sesler çıkararak eaaaooo ooouoeee diye Bülent Karpat gibi bağırmaya başladım. Saha civarına gelip maçları izleyen site kızları yerlerde tabii.

Ha işte bugün tavandaki florasanın arasından çıktı bu, gözlerime inanamadım ilk; spor salonu lan bu, bir soyunma odasında Jim Carrey'i görsen bu kadar şaşırırsın bir de florasandan eşek arısı çıkınca yani. Lan geldi musallat oldu bana gitmiyor. Koşu bandında hızlıca yürüyorum ama yerimde saydığımdan bu yürüyüş arı karşısında fayda etmiyor. Takla atmamaya özen göstererek atladım sola, yalpalayarak kurtuldum. Dediğim gibi gören-eden pek olmadı ama yara almasak da kovalandığımız eski mevzular geldi aklıma.

Bunlar göbekten göbeğe eski mevzuları nakledip o kindarlıkla hareket ediyorlar galiba.
 
Son düzenleme:
Misanthrope; yani insanı sevmeyişimiz/sevemeyişimiz. Ve kendimizi buna zorlamanın anlamsızlığını kabullenmiş olmamız. Ben açıkçası kendimi yeterince sorguladığımı ve hatta sorgulayacağım derken de yıprattığımı düşünüyorum. Biraz da adına toplum denen ornitorenk sürüsü yapsın bunu, ne var?

Ağır laf ettim, biraz açayım.

Şu dünyada sevilmeyecek, kendine ve çevresine en zararlı yegane varlık insan. Bunun farkına varmış, daha doğrusu bunu kafasından atamayan ve biraz da duygusal olan kişi; her şeyin sanallaştığı, samimiyetten uzaklaştığı, etiket ve kendini afişe etme yarışına dönüştüğü bu yapıyı göz ardı edemiyor, göz ardı etmesi söz konusu olamıyor. Bu göz ardı edemeyiş de kişiyi yalnızlığa, yani bir nevi samimiyet arayışına itiyor. Bunun uzantısında, iş ararken bile boşvermişlik geliyor insana, çünkü iş dünyası samimiyetsizliğin belki de en fazla olduğu yer. Torpille girmenin sıkıntı verici düşüncesi bile bu hayatta seni geriye atıyor en basitinden. En azından bende olan budur.

Yaradan itinayla yaratmış olacak ki, her furyaya bu kadar fütursuzca ve sorgusuzca kapılıp, aslında hiç olmadığı gibi görünmek için kıçını yırtan bir türüz biz.

15 senelik arkadaşım, 15 diyorum bak 15, daha dün boynumda atkı var diye, "tamam maçlara gidiyosun anladık" muhabbeti yapan adam; Real Madrid maçının olduğu gün 24 saat hediye paketi gibi kendi takımının formasıyla gezip, kaçan gollerde masadaki çatalları yere fırlatıyordu. Çok fanatikleşiyorum lan dedi, fırlattığı o çatalı götüne sokmamak için zor tuttum kendimi. Fenerli olsa daha da kızardım belki. Bak bu tipler, kaç yıllık arkadaşınız olursa olsun, güzel bir örnektir işte bu sanallaşmaya. Adam yarın başka bir rakı masasında hangi saatte nerede hatun bol olur geyiğinin içinde olacak; lakin maç vakti o formayla fotoğrafı çekip internete yüklemeli. Geberir yoksa pezevenk, çükü düşer. Teknoloji özelinde Facebook denen dalga vallahi de billahi de insanları takım tutar (!) yapmış, ben bunu gördüm. O gün bugündür de aramadım sormadım, tiksindim çıkmadım dışarı bunlarla.

Facebook dalgasında 1000 + kişi ekli olmasıyla övünenler, daha dün MSN'lerinin kişi sayısını size söyleyenlerdi işte. Halbuki bu iş, bu arkadaşlık/dostluk/paylaşım artık adına her ne derseniz, tıpkı tribündeki insanların niteliğinin sayısından daha önemli olması gibi... Koordinasyonu sıfır, nerede ne gireceğini bilmeyen 5000 adamla yapacağın deplasmana tercih etmez misin birbiri için canını verecek ve nerede ne gireceğini bilip ciğerden bağıracak 500 kişiyle deplasman yapmayı?

Şirket yemekleri, doğum günü partileri filan bu yapının komünleştiği anlara çok güzel birer örnektir... Fırsat bulduğunuzda girin bakın, arada karı kız görürseniz yazılın da, orasını artık ben bilemem ahah. 1 şişe tekilayı 10 dakikada mideye indirseniz o görüntü ve yapmacıklık anındaki kadar kusasınız gelmez. 4-5 senedir görüşmediğin bir insanın doğum günü partisine hasbelkader gitmiş bulunsan bir arkadaşın vasıtası ile, seni görünce, "ay canım hoşgeldin, ne iyi ettin de geldin" diyor. Lan nasıl yani? Hediye filan getirmedim ha ona göre diyesi geliyor insanın. Bırak, sık elimi geç.

Bakın, "ah ulan 60'larda 70'lerde yaşasaymışız, her şey daha samimiymiş" narası atmak değil niyetim. O dönemin insanı da, o dönemin geçmişine kıyasla rahatsızlık duyuyordu bazı şeylerden. Midnight in Paris döngüsüne girmeyelim şimdi burada… Ama sonuçta senin içinde varsa ayrıntıya inmek, taş devrinde bile yaparsın bunu, sıkıntı yok. Herkesin ağzında bir laf misal, "kanka". Kızdığımı bildikleri için söylemiyorlar pek benim yanımda. Böyle nalet, böyle naylon bir hitap şekli yok. Ulan cep telefonlarından bayramlarda 750 kişiye gönderilen ambalajı fiyakalı fakat içi bomboş nameler bile ortadan kalktı da, şu kelime halen ilk günkü sıcaklığıyla kullanılıyor.

Burnu büyüklük, kibir, çekememezlik, hijyenik takıntı, kasıntı veya ukalalık değil bizimkisi... Hijyenik takıntı ne lan zaten? O bir tuvalette olur dışarıda sıçamazsın, bir de sekste olur her önüne gelenle yatmazsın. İkisi de bende var zaten, oradan biliyorum. İyi bir huy da değil belki kişiyi yalnızlığa iten bu denklemlerin toplamı. Hasta eder seni diyorlar, takma bu kadar/düşünme böyle incesini. Elimde mi? Elimizde mi? Hapşırdıktan sonra eline balgam bulaşan adamın ellerini birbirine silişini görmüşüm bir defa; ne görüntünün kendisini, ne de ilerisi için potansiyelini çıkaramam artık aklımdan.

Olum, “psikolojik fiyat” diye bir şey var lan bu hayatta. Yahu bu esasında insanoğlunun riyakarlığına dair o kadar güzel bir gösterge ki, kelimeler yetmez ne kadar uygun bir örnek olduğunu anlatmaya. Adam oraya 12.99 yazıyor. Sen para üzeri olarak 1 kuruşunu istesen ciğeri beş para etmez, iki kuruşun lafını eden şerefsiz oluveriyorsun bir anda. Eskilerde söz senetmiş, namusmuş. Şimdi komple o kadar şerefsiziz ki insan olarak, beyinlerimiz öyle bir sarmalanmış ki bu şerefsizliğe, bu yüzümüze vuruluyor ve biz de, “hah iyi, 13 lira değilmiş” diyerek malı kaptığımız gibi kasaya koşuyoruz. Bak riyakar olmamız değil burada olay; riyakarlığın yüzümüze vurulmasına, hayatın buna göre kalıplandırılmasına alışmışlığımız, bunun hoşumuza gitmeye başlaması buradaki esas dalga. Bunu kim nasıl açıklar, bu algıya göre düzenlenen hayatın kurucusu konumundaki insan denen varlık nasıl sevilir bana bir açıklayın?

Müziği kulağa takıp yürüyüş yapmak bu dünyada yapılabilecek en güzel şeylerden biri. Gelinebilecek en saf noktalardan bence… Ha insan bazen tırsıyor, hele de bu tırsma duygusu bayramlarda biraz daha yüksek noktaya çıkar benim için, yarın öbür gün kimse kalmayacak sanırım etrafımızda diyorum. Kalabalık bayram tebrikleri ve gezmeleri, yerini dolapta –o da içine koyabileceğimiz bir evimiz olursa- kaymak tutmuş yarım tencere bir çorbaya ve efsane maraton anılarına filan mı bırakacak acaba diye düşünüyorum. Ama elden ne gelir? Böyle olacaksa bile kendini değiştirip, bunca puştlukta ihtisas sahibi kitleye sırf yanım kalabalık olsun diye katlanabilir mi insan?

Komple yalnızlık da iyi değil elbet, bunu hiçbir zaman övmem. Olsun 2-3 kişi güvenebileceğimiz, yeri gelip tribün kovalayıp, yeri gelip elde bira müzik dinleyebileceğimiz.

Fakat en nihayetinde; yolda tesadüfen karşılaştığımız bir tanıdığımızla ayak üstü iki çift laf ettikten sonra, bir daha yine böyle tesadüfen denk gelmedikçe görüşmeyeceğimizi bildiğimiz için, ayrılırken, "mutlaka görüşelim" demeyi reddedenleriz biz.

Varsa itirazı olan beri gelsin.

İnsan yalnızlığa, sadece bu adına sosyalleşme denen katakullinin boku çıktığı için, doğru tarafa kaçmak isteğiyle veya doğrunun yalnızlığa kaçmak olduğu düşüncesiyle bir seçim olarak yönelmiyor. Her taraftan izlenip dinlenilen, 2 hatta 3 telefonla dolaşmak zorunda kalınan, durmadan kalabalıklaşmakta olan bir hayat sonucunda bu yalnızlaşma olayı istekten çıkıp tek başına bir ihtiyaç haline geliyor.

Bak Schuldiner abi ta '94-'95 gibi yazmış da kaydetmiş 1,000 Eyes'ı, orada şöyle bir şey diyor;

Privacy and intimacy
As we know it
Will be a memory


Dikkat edin; babalarımızda filan eğer pazar günleri hava güzelse cümbür cemaat sahil kenarına gitme veya ağaçlık bir alan bulup mangal yakma alışkanlığı halen daha sürer. Bizim nesilde ise bırakın o sana ait tek gün olan pazar gününde sahile inmeyi veya mangal yakmayı; kovaladığımız takımların maçlarına denk gelmiyorsa odanın kapısından dışarı adım dahi atmaya istek kalmadı. Orada o anda tek başımıza olmaya ihtiyaç duyar hale geldik çünkü.

Karı kız işlerine ise hiç girmeyeyim diyorum fakat en azından şunu söyleyeyim; benim ailem ve bir kaç yakın dostum dışında insanlara tahammülüm gittikçe azaldı ve halen daha da azalmakta. Bu karşımda süper seksi bir hatun olsa bile böyle. Dayanamıyorum ya, patlıyorum resmen. Patlıyorum derken öyle değil yani, köftehorlar sizi. Bırak bu karıları görünce dibim düşmez ayaklarını filan diye düşünecek olan çıkarsa da üzülürüm bak. İçimizi döküyoruz şurada, derdim hissetmediğim salak saçma şeyleri sırf nadir gibi gözüküyor diye yazmak değil. Hepsinden öte ben zaten iyi olanın bu olduğunu savunmuyorum (karı mevzuunda), olanın adını koyuyorum. Ara sıra çıkmıyor değil bir şeyler fakat bu tahammülsüzlük er ya da geç devreye girip işi bitiriyor.

Geçen gün bunu yazıp, bisiklete atlayarak tek başıma denize gittim mesela ben ahah.

Biraz kendinle dalga geçebilmek de insanı kendine getirir.
 
Raporluyorum beyler; bunca yıldır "esnek çalışma saatleri" ile çalıştıktan sonra bayram tatilini yıllık izne bağladım. Bugün ilk iş günümdü ve yarın gene tatil. Dört ayak üstüne düşmek böyle birşey olsa gerek.

Onu bunu bırakın da Beşiktaş'ta biracı açılmış diye duydum. Bilmem kaç çeşit bira varmış, fıçı Hoegaarden bulunuyormuş hatta. Gidelim talan edelim bir gün hep beraber.
 
olm insan neden bildiği birşeyi sinir stress altında yapamaz? birisi bana şu lanet olası sorunun cevabını versin?
kaç zamandır iş görüşmesine gitmiyorum, bi 3 yıl oldu sanırım, hele çalışırken hayatımda ilk defa gittim bir iş görüşmesine, hali hazırda bir işim olduğu için fazla da takmadım mülakat kısmını, gayet köşeli cevaplar verdim, hatta ücret aralığımın en alt tabanı şudur, bunun altına inecekseniz aramayın demeyi ima edecek şeyler bile söyledim.
mülakat bitti, tam ben gitmeye hazırlanıyordum ki kız demez mi şimdi sizi excel sınavına sokucaz diye. ben şoklardayım aminiyum, sınav nedir, nasıl girilir, komple unutmuşum, çocukluğumdan beri dar zaman aralığında hiçbir bok yapamayan birisi olarak benim tüyler iyice diken diken oldu.
koydular beni soluk, ıssız bir odaya, önüme koydular bir laptop ve beni yalnızlığımla başbaşa bıraktılar, ulan sayesinde para kazandığım program bana dev gibi görünmeye başladı, heyecan yaptım, panikledim, bir de office 2010 kullanıyorlarmış, ilk kez görüyorum, "formül göster" butonunu bulamıyorum, her soruda demez mi "hücrelerde değer olmayacak, yalnız formül olacak" diye. ulan formülleri yazıyorum, sadece formül çubuğunda gözüküyor, "formül göster" fonksiyonunu bulamıyorum hayatımda ilk kez gördüğüm office 2010'da, işyerinden birisi görse halimi fena taşak geçerdi yani, koca 1 saatimi o a.q.nun fonksiyonunu bulmakla geçirdim, zaten birşeyi çözmeden başka bir soruya/soruna konsantre olamayan pinpirikli bir huyum var, 6 soru vardı, 4'ünü yaptım ancak, onları yaparken de aklımda sürekli formülü göster butonunu nasıl bulabilirim sorusu. velhasıl kelam bulamadım anasını satıym o butonu, sınav da öyle bitti.
bilgisayarı almaya gelen kıza "bok vardı 2010'a geçmişiniz, 2007'nin suyu mu çıktı" dememek için kendimi zor tuttum.
 
olm insan neden bildiği birşeyi sinir stress altında yapamaz? birisi bana şu lanet olası sorunun cevabını versin?
kaç zamandır iş görüşmesine gitmiyorum, bi 3 yıl oldu sanırım, hele çalışırken hayatımda ilk defa gittim bir iş görüşmesine, hali hazırda bir işim olduğu için fazla da takmadım mülakat kısmını, gayet köşeli cevaplar verdim, hatta ücret aralığımın en alt tabanı şudur, bunun altına inecekseniz aramayın demeyi ima edecek şeyler bile söyledim.
mülakat bitti, tam ben gitmeye hazırlanıyordum ki kız demez mi şimdi sizi excel sınavına sokucaz diye. ben şoklardayım aminiyum, sınav nedir, nasıl girilir, komple unutmuşum, çocukluğumdan beri dar zaman aralığında hiçbir bok yapamayan birisi olarak benim tüyler iyice diken diken oldu.
koydular beni soluk, ıssız bir odaya, önüme koydular bir laptop ve beni yalnızlığımla başbaşa bıraktılar, ulan sayesinde para kazandığım program bana dev gibi görünmeye başladı, heyecan yaptım, panikledim, bir de office 2010 kullanıyorlarmış, ilk kez görüyorum, "formül göster" butonunu bulamıyorum, her soruda demez mi "hücrelerde değer olmayacak, yalnız formül olacak" diye. ulan formülleri yazıyorum, sadece formül çubuğunda gözüküyor, "formül göster" fonksiyonunu bulamıyorum hayatımda ilk kez gördüğüm office 2010'da, işyerinden birisi görse halimi fena taşak geçerdi yani, koca 1 saatimi o a.q.nun fonksiyonunu bulmakla geçirdim, zaten birşeyi çözmeden başka bir soruya/soruna konsantre olamayan pinpirikli bir huyum var, 6 soru vardı, 4'ünü yaptım ancak, onları yaparken de aklımda sürekli formülü göster butonunu nasıl bulabilirim sorusu. velhasıl kelam bulamadım anasını satıym o butonu, sınav da öyle bitti.
bilgisayarı almaya gelen kıza "bok vardı 2010'a geçmişiniz, 2007'nin suyu mu çıktı" dememek için kendimi zor tuttum.

aynısını banada yapmışlardı geçen yıl. excel im çok iyi olmasada kötü de değildim. görüşme sonrası çalışanların olduğu ortamda birinin gözetiminde 5 dakikalığına denediler.elim ayağım dolandı birbirine. bildiğim her şeyi unuttum. böyle şeyleri önceden söyleseler insan mental olarak kendini hazırlar en azından.
 
bana test yapılcağı söylendi de bu kadar geniş kapsamlı bir excel sınavından asla bahsetmediler, 1 saatlik excel sınavı a.q., gerçi adamlar da haklı üst seviyede birini arıyorlar ve aradıkları kişinin hayatı excel olmak zorunda. ben de çalıştığım yerde benzer bir iş yaptığım için gaza geldim başvurdum, bakalım ne olacak :S
 
Bir şey anlatıyorum. Lafa gireli daha 1 dakika olmuş, adam kalkıp mutfağa su içmeye gidiyor; ya da lafın bir kelimesinden hareketle kendisi bir şey anlatmaya başlıyor. Lan oğlum ağzınızı yüzünüzü kırdırtmayın ya. Hayatımız boyunca hep mi dinleyiciliğe mahkum edilmişiz, biz hiç mi anlatmayalım? Bunu yapan da yakın arkadaşım hani, yanlış olmasın. Gözlerinizdeki samimiyetsizliğe saydırayım lan sizin.

Anlat kardeşim ben seni dinlemekten ne zaman sıkıldım? Hep dinledim ve senin dalganla dümeninle ilgili düşüncelerimi paylaştım. Sen daha bana 1 dakika tahammül edemeyecek kafadaysan bari en azından dürüst ol ve de ki, "birader boşver şimdi konuşmayalım". Kızarsam şerefsizim... Ama nedir bu ilgili gözüküyormuş gibi karşıma oturup da yaptığın kaypaklık?

Bu hayatta biraz daha ciddiye alınmak için, durmadan bir şeyler anlatanlar kadar bizim de sıkıntılar yaşayabileceğimizin idraki için illa evlenip çocuk mu yapmak gerekiyordu acaba? Yoksa bu dinleyicilik doğuştan mı geliyor? İlk tanıştığında bu izlenimi bırakıyorsan insanda, hep böyle mi gidiyor namın? Halı saha maçında sakatlanınca, "bir bakıver, şuraya geldi" diyen vardı ya. Fizyoterapist miyim olum ben?

Saat olmuş 02.35, kafayı kırmışım, yatağın ayak ucuna doğru uzanmış halde yalnızca 199 TL'ye akıllı telefon satan o adamın Flash TV'deki tanıtım reklamını izliyorum. Evet şerefsizim ki bunu yapıyorum. Çok bunaldım lan, çok. 6-7 aylık süre içinde hiç bir insan bu kadar köklü kararlar almak zorunda kalmamalı... Adına özlem denen travmayı atlatamadığım için, 15 senedir Antalya'da emeklilik hayatı yaşayan anamın ve babamın yanında olmak mı, yoksa İstanbul'a dönmek mi soruları beynimi uyuşturuyor. O saatte Flash TV'deki bu reklamı izliyor oluşumun başka bir açıklaması daha olamaz.

Adam anlattıkça anlatıyor: Kargo, vergi; yani her şey içinde. Üzerine operatörden 100 TL konuşma çeki, geriye kalıyor 99 TL. Peki niye bu fiyata veriyormuş? Bizim yerimizde o olsa o da bunu sorarmış... Yani adamın tek derdi asgari ücretle çalışan vatandaşımızın da bir akıllı telefon kullanabilmesi. Kravatı çenesine kadar çekili, zaten oradan belli. 100 TL konuşma çekini duyunca, sanki yeni duyuyormuşcasına, "gerçekten çok iyiymiş" deyiveren sarışın ablayı da es geçmemek lazım. Sen bunu hakikaten o anda duyuyor olsan ve hatta bu tepkin de gerçek olsa belki bu dünya daha iyi bir yer olurdu abla; ama öyle değil.

Kim lan bu herif dediğim anda video başa dönüyor ve ablanın satış yapan herifi takdim ettiği yere geliyoruz, ilk açtığımda orayı kaçırmışım. Kim lan bu herif dediğimi duyarcasına, "akıllı telefonumuzu tanıtması için sözü şimdi tanıtım müdürümüz ..... Bey'e bırakıyorum" diyor ve adamla adaş olduğumuzu öğreniyorum. Saat 02.45 filan. Mngtnskym diyerek kumandadan kapatıyorum televizyonu ve yatıyorum, kalkıp üzerinden kapatmaya bile mecalim yok.

Hayırdır halbuki, neyin yorgunluğu bu? What, do you need a break from getting up at 11?

Bizi ne bu hale getirdi, cevaplar kimde birader? Sen niye ilgileniyormuş gibi yapıyorsun gerçekten odaklanamadığın yerde? Ben neden insanları sevmediğimi hissediyorum artık? Bir kaç gün önce bir şeyler yazmıştım, yukarıda var. Toplumu geçtim, yukarıda yazanları bazen en yakınınızdakiler kanıtlıyor size. Halı sahada maça başlamadan çektiğiniz fotoğrafı 20 saniye içinde yüklediğiniz o sosyal medya hesaplarınıza da, tribünde şinanari yaparken ışıklarını yaktığınız o akıllı telefonlarınıza da bacağımı sokayım olum. Bu kadar netim işte sizin o yalanlarla dolu göz bebeklerinize karşı. Keşke birileri bana bunun için ödeme yapsaydı, al daha bile netleştim işte şimdi.
 
Emrah'ım senin yine şehr-i İstanbul'u ziyaret etme zamanın gelmiş, gel yine rakılarımızı yudumlarken konuşalım bunları 😉
olm o bu değil de flash tv'deki o salak akıllı telefon reklamını izlerken ben de çok buluyorum kendimi 🙂 o reklamın kendine çeken bir gizemi, efsunluyor adamı 🙂
telefon konusunda seninki yine iyi, en azından benimkinden iyi, kenan aganınkinden bahsetmek bile istemiyorum 🙂
benden 8 yaş küçük kardeşim şu ayfon denen cihazların kaç türlüsünü kullanıyor senelerdir, benim daha akıllı telefonum bile olmadı, yok arkadaş bizde iş yok, sonra böyle evde kalırız işte 😛 🙂
 
Ulan çok net bir cümle duydum geçen hafta, zamanın nasıl geçtiğini, geçerken de neler yaptığını müthiş özetliyor.

Salı günü bir kısım dostla halı saha maçı yaptık. Ama bu kare herhalde en son 14-15 sene önce filan yapmıştır halı saha maçı... Maçın yarısında, "sigara molası verelim" dedi bizim hıyarlardan biri; hani güler misin ağlar mısın, oha dedim, su içip iki dakika soluklanın ve kaleleri değiştirip öyle devam edelim diye anlaştık.

Kaleleri değişirken bir baktım takımdan tam 4 kişi kaleye geçmek için birbirleriyle yarışıyor.

Ben kaleye geçiyorum
Dur lan dur ben geçerim
İki dakika ben geçeyim lan öldüm
Olum durun esas ben bittim ben geçeyim


Bir yandan konuşmaları dinleyip bir yandan da bunlarla bu maç bitmez diye düşünürken, rakip takımdan bir arkadaş usulca yanıma yanaşıp dedi ki, "lan eskiden kaleye geçecek adam bulmak için kıçımızı yırtardık, kimse geçmek istemezdi hatta hakaret sayardı. Şimdi neredeyse kaleye geçmek için kavga edilecek"...

Bunu duydum ve kenara oturasım geldi hani; ama çaktırmadım maça devam ettim.

Ve fakat spor yapın arkadaşlar. Maçtan sonra 1 saat yerlerinden kalkamadı bizimkiler, aralarında net 130 kiloya ulaşmış olanları var. Kiminin bacağı, kiminin kıçı başı çekiyor. Benim de belim sakat ama o ayrı bir olay, sporun faydasını gördüm, ilk 15 dakika zorlansam da sonra açıldım, üstelik bisikletle gelmiştim yine bisikletle döndüm. Fizik olarak insan kendini bırakınca hakikaten kötü hale geliyor çünkü bizim jenerasyonumuz babalarımız/dedelerimiz gibi doğal değil, suni besleniyor.

Ama yok bizim puştların kanına işlemiş, tam ayrılırken, "dönemezsin olum bisikleti arabaya sığdırabilirsek seni de bırakalım" diyorlar. 😀
 

Geri
Üst