Kuantum felsefesinden sonra Freud un mekanik düşüncesi evrimleşmiş ve yeni fikirler ortaya atılmıştır.
Aşağıdaki alıntıda kendilik psikolojisi ve öznellikler arası ndan bahsedilmektedir.
saygılar.
---------------------
Kuantum fiziğinin keşifleri ve bu keşiflerin sonucu ortaya çıkan dünya görüşü psikanalitik düşünceyi son yıllarda yoğun bir biçimde etkilemiştir. Kohut bu dünya görüşünün farkındaydı ve bu, onun zihinsel yaşamla ilgili görüşlerinin biçimlenmesinde oldukça etkili olmuştur.
Kuantum devrimi, “enerjinin sürekli olmama özelliği” (discontinuous feature of energy) etrafında merkezileşir. Bu da iki yenilik getirir: Birincisi, deneylerin sonuçlarına göre maddelerin birbiriyle uyuşmayan iki özelliği vardır, dalga (wave) ve parçacık (particle). İkincisi, ilke olarak mikrofizik bir parçacığın pozisyonunu ve momentumunu dakik bir biçimde ölçmek imkansızdır, bu da deterministik bir tahmin yapılabilirliği ortadan kaldırır (Heisenberg belirsizliği).
Niels Bohr’a göre klasik fizikte “gözleyen” ile “gözlenen”i birbirinden kesin bir çizgiyle ayıran sorgulanmamış bir varsayım vardır. Bu varsayımın mikrofizik dünyada daha fazla kabul edilemeyeceği görülmek zorundaydı. “Gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki etkileşim fenomenin ayrılmaz bir özelliğidir. Bohr, karşılıklı olarak birbirini dışlayan fakat beraberce ele alındığında fenomene bir bütünlük kazandıran iki tanım (dalga ve parçacık) arasında yeni bir mantıksal ilişki kurmak üzere tamamlayıcılık (complementarity) kavramını önerdi. Dalga ve parçacık maddenin birbirini tamamlayan görünümleridir. Bohr’a göre tamamlayıcılığın betimleyici çerçevesi, “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki etkileşim fenomenin ayrılmaz bir öğesi olduğunda elde ettiğimiz bilginin niteliğini yansıtır. Mikrofiziksel dünyada “gözleyen” ve “gözlenen” ayrılmaz bir bütün oluştururlar ve aralarındaki ayırıcı çizgi -ki gözlem yapabilmek için zaruridir- keyfi (arbitrary) olarak çizilmiştir. Bu durum doğa hakkında nesnel tanımlar yapmamızı önler ve bizi “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki farklı ayırma çizgileriyle oluşturulan tamamlayıcı görünümlerle kısıtlar. Mekanik determinizmin temelleri çökmüştür ve yerine öznellik, belirsizlik (uncertainty), karşıtlık (contradiction), ve nedensel betimlemeyi bir yana bırakma, bilimin esas özellikleri olarak tanınmıştır.
“Gözleyen” ile “gözlenen”in birbirinden ayrılmazlığı, Kohut’un psikanalizde ana gözlem tarzı olarak empatik içebakışı tanımlayışında açıkça görülür. Kuantum fiziğinin epistemolojisi Kendilik Psikolojisi’nde bu şekilde ortaya çıkmış ve Kohut Freud’a karşıt olarak zihinsel yaşamla ilgili mekanik olmayan kavramlar geliştirmiştir. Yaşantılayan kendiliğin temel bütünlüğünün, mekanik etkileşim içindeki parçalara indirgenemezliği, ve bütünlük yaşantısının kendiliknesnesi yaşantılarıyla sürdürülmesi, mekanik olmayan bir zihinsel yaşam görüşünün yansımalarıdır.
Tamamlayıcılık ilkesi psikanalizin betimleyici çatısı olmalıdır. Bu çatı, “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki ayırıcı çizginin keyfi olarak seçilmiş olduğunu vurgular. Ego psikolojisinde analist ve hasta (gözleyen ve gözlenen) arasındaki ayırıcı çizgi son derece kesin olarak çizilmiştir ve bu şekilde bir tanımlar seti oluşturulmuştur. Ego psikolojisini zihinsel yaşama ait tamamlayıcı tanımlama setlerinden biri olarak sınırlandırırsak, onu mekanik anlamından arındırabiliriz. Bu görüşten şu klinik anlam çıkar: Psikanalitik çalışmanın doğası, farklı analitik anlar esnasında birbirini karşılıklı olarak dışlayan, ama beraber ele alındığında hastanın bütünlüğüne dair tam bir duygu veren özel kavram setlerini kullanmayı gerektirir.
Kohut’un bize öğrettiği ders, kuantum fiziğinin epistemolojik çıkarımlarıyla yakından ilgili olan epistemolojik nitelikte bir derstir. Fizik ve psikanaliz çok önemli bir özelliği paylaşırlar: Gözlemcinin katılımı her zaman için fenomenin bir parçasıdır.
Psikanalizin mekanikdışılaştırılması, vurgunun parçalardan bütüne kaymasıyla olmuştur. Dar anlamda, bir sistemin parçalarının anlamı sadece bütünün dinamiklerinden anlaşılabilir. Bütün, parçalara ayrılamaz. Bir sistem, her bir parçasında varolan evrensel bir örgütleyici ilkeyle idare edilir. Geniş anlamda, tüm doğa bir ilişkiler ağı, bütünlerin içindeki bütünler birlikteliğidir.
Freud’un topografik modeli zihni parçalara bölmüştür. Bu model karşılaştığı klinik fenomenler karşısında yetersiz kalmış ve yapısal model ortaya çıkmıştır. Burada, bütünlüğe doğru hareket başlar; yapıların kendi örgütleyici ilkeleri vardır: Haz, gerçeklik, ahlak. Fakat henüz geniş bir örgütleyici ilkeden söz edilemez. Sonraları, Freud, egoyu daha örgütleyici bir yapı olarak tanımlar (1926). Hartmann ve arkadaşları, egoyu iyice merkeze alırlar. Birincil ve ikincil özerklik kavramları, bütünlüğü dürtülerin yasalarına indirgenemez bir ego ileri sürer. Egoya verilen sentetik işlev, egonun, psişik yapıların tümünü koordine edici rolünün tanınmasıdır. Bu indirgenemez bütünlük fikri, Rappaport’un, yapı kavramını, zaman içinde yavaş yavaş değişen bir psikolojik konfigürasyon olarak tanımlamasında da kendini gösterir. (Webster sözlüğünde, konfigürasyon, parçaların özelliklerinden aşkın bir bütünlüğüne işaret eder.)
Böylece, dar anlamda bir bütünlükten bahsedilmeye başlanmıştır. Ancak, hala mekanik durum söz konusudur; zihinsel yaşamın sınırlarının intrapsişik alanın ötesine geçip diğer alanlarla bağlandığı, ve böylece tipik kuantum özelliklerinin gözlendiği, geniş anlamda bir bütünlükten henüz bahsedilmez. Klein’dan Kernberg’e, klasik dürtü kuramı yerine içselleştirilmiş nesne ilişkilerinden bahsedilir, ama zihinsel sağlık hala bir kişinin içinde mahrem, ayrı, intrapsişik dünyadaki nesne ilişkileri dahilinde ele alınır.
Kohut, kendiliknesnesi ilişkileri üzerinden bir bütünlük oluşturma gereksiniminin sadece çocukluk devrine ya da ağır narsisistik kişilik bozukluklarına mahsus olmadığını ve yaşam boyunca bu gereksinimin devam ettiğini söylerek, intrapsişik alan ile dış dünya arasındaki bağı kurmuş, ve zihinsel yaşamı bütüncü bir biçimde düşünmüştür.
Freud’dan Kohut’a kadar yaşanan evrim mekanist felsefeden kuantum felsefesine geçişi gösterir. Psikanalizin mekanikdışılaştırılması özellikle Kendilik Psikologları ve Kohut-sonrası öznellikler-arası kuramcıları (Storolow, Atwood, Brandchaft, Lachmann, ve diğerleri) tarafından devam ettirilmektedir.
“Gözleyen” ile “gözlenen”in bölünmez bir bütün oluşturdukları herhangi bir araştırma alanında değişmez bir şekilde varolduğunu iddia ettiğim bir kuantum sistemi hakkında bazı genel önermeler ileri süreceğim. Bu önermelerin zihinsel yaşam incelemesine uygulanması, bunların öznellikler-arası bakış açısının kavramlarına ne kadar denk geldiğini gösterecektir. Tezimin, Daniel Stern’ün bebek araştırmalarıyla ne kadar uyuştuğunun gösterilmesi, vardığım genel sonuçları destekleyecektir.
Önermeler:
A) “Gözleyen” ve “gözlenen”in birbirinden kesin olarak ayrılamadığı her sistem bir kuantum sistemidir ve kuantum araştırma alanının bir parçasıdır.
Bu önerme, öznellikler-arası bakış açısının, zihinsel yaşamın kuantum araştırma alanının içinde varolan bir kuantum sistemi olduğu iddiasını dile getirir. Kuantum sözcüğü, önermenin şartını içeren tüm alanlar için kullanılmıştır. Bu önerme, psikanalizin bilim dalları içinde yer almasını sağlar.
B) Bir kuantum sisteminin tanımlanması, “gözleyen”le “gözlenen” arasındaki farklı ayrılma çizgilerine denk gelen, birbirinden ayrı ve tamamlayıcı görünüm (complementary manifestation) serileriyle sınırlanır (tamamlayıcılık kuralı).
Bu önerme, bir kuantum sisteminin fenomenlerinin hepsini saran tek bir betimlemenin imkansızlığını yansıtır. “Gözleyen”in gözlem alanının içine dahil edilmesi (ilke olarak, Kartezyen yarılmaya karşıt olarak) bir kuantum sisteminin nesnel olarak betimlenmesini imkânsız kılar. Dolayısıyla, bir psikanalitik karşılaşmada, çarpıtma (distortion) düşüncesi operasyonel bir anlama sahip olamaz, çünkü ne hastanın ne de analistin algılarını karşılaştırabileceğimiz nesnel bir referans noktası yoktur. Tamamlayıcılık kuralı, bir kuantum sisteminde, bu sistemin yapısal özellikleri hakkında en fazla bilginin ancak birbirlerinden ayrı bir seri betimleme ile elde edilebileceğini ifade eder. Bunu öznellikler-arası kuramcıları şöyle anlatırlar: “Psikanalitik süreç şu paradoksu içerir: Hastanın psikolojik örgütlenmesinin yapısal değişmezleri, ancak öznellikler-arası alanın sürekli değişen akışının analitik açıdan dikkatlice incelenmesiyle etkili bir şekilde aydınlatılabilir ve dönüştürülebilir.” (Storolow et al. 1987, s.13). Bu açıklama, ayrıca, bir kuantum sisteminde gözlem ile yapısal değişim arasındaki (aydınlatma ve dönüşüm) yakın ilişkiyi de yansıtır.
C) Kendini gözleyebilen her kuantum sisteminde, kendini-gözlem de tamamlayıcılık kuralı ile yönetilir.
Tamamlayıcılık, içebakışı, bir seri birbirinden ayrı farkındalık boyutlarıyla sınırlayan yaşantıya-yakın bir kavramdır. Tamamlayıcılık, kendi üzerine düşünmeyi içeren öznel yaşantının örgütleyici ilkesidir. Kim olduğumuzu tek bir “farkındalık anı” içinde kucaklamanın imkânsızlığı, tamamlayıcılık kuralını, bir insan yaşantısı olarak çatışmanın her yerde bulunmasıyla bağlantılı hale getirir. Bütün hissetme ihtiyacı, bir seri biraraya getirilemez kendilik yaşantısının içebakışsal farkındalığıyla çatışma durumundadır.
Öznellikler-arası kuramcılarının, içinde farklı boyutların şekil ve zemin arasında yer değiştirdiği aktarım yaşantısının çok boyutlu oluşunu tanımaları, onların tamamlayıcılığa, hastanın, içinde çatışma ve kendiliknesnesi ihtiyacı yaşantılarının sıkı sıkıya bağlı olduğu psikanalitik duruma ilişkin yaşantısını yönlendiren yaşantıya-yakın bir kavram olarak verdikleri önemi belirtir: “Kendilik Psikolojisi’yle çatışma psikolojisi arasında Kohut’un tanımladığı tamamlayıcılık ilkesinin yaşantısal anlamı, işte bu gidip gelen şekil-zemin ilişkileri içinde bulunabilir” (Storolow et al. 1987, s.25-26).
Hasta, içsel çatışmanın analiz edilmesini, ancak analistin, hastanın kendiliğinin bütününü kabul ettiği bir zemin üstünde kabul edebilir.
D) Bir kuantum sisteminin betimlenişi sıradan (ordinary) dilin kullanımını içermek zorundadır. İlke olarak dil ile sistemin gerçek özellikleri arasında hiçbir mutlak denklik yoktur.
Dilin gerçeği iletme konusunda içsel sınırları vardır. Dil asla gerçek öznel yaşantıya denk gelemez. Öznel yaşantıyı iletmek için dilin kullanılması, o yaşantının dilin sembolleri içinde biçimlendirilmesine (encapsulation) eşittir. Dilin tümü somutlaştırmadır (concretization). İnsan öznel yaşantısının somut olmayan dokusunu kavramak için tamamlayıcı somutlaştırılmış betimleme dizileri kullanmak, somutlaştırmanın dile koyduğu sınırları aşmanın yaratıcı bir yoludur.
E) Dalga ve parçacık bir kuantum sisteminin özelliklerini içlerinde barındıran somutlaştırmalardır.
Dalga bir sistemin potansiyelidir. Psikanalitik ilişkide dalga, öznellikler-arası alanın terapötik olasılıklarını içinde barındırır. Parçacık ise, gözlem anında, sistemin dalga fonksiyonunun içindeki belirli bir potansiyelin gerçek hale gelmesidir. Gözlem eylemi, eski dalga fonksiyonunu “çökertir” ve yeni bir tane yaratır. Bir kuantum sistemindeki gözlemin etkileşimsel niteliği, sistemin olasılıklarından birini gerçekleştirir ve sistemin gelecekteki potansiyelini değiştirir. Hem geçmişin hem de geleceğin belirlendiği mekanik sisteme karşıt olarak kuantum sistemi gelişen, evrilen potansiyeller serisidir.
Empatik etkileşim sadece öznellikler-arası alanın bir potansiyelini gerçekleştirmekle kalmaz, ayrıca yeni bir dalga fonksiyonu üreterek yeni potansiyeller de yaratır. Empatik diyalog bu anlamda hastanın öznel gerçekliğini “aydınlatır ve dönüştürür”.
Öznellikler-arası kuramcılarının, aktarım ile karşı aktarım olgusunu iki öznelliğin örgütleyici etkinliğinin karşılıklı olarak birbirini etkilemesi olarak kavramlaştırmaları da, zihinsel yaşamın bir başka kuantum özelliğini yansıtır. Zihin, arkeolojik keşfi bekleyen, yalıtılmış, gömülü şeyler kolleksiyonu değildir; bazıları empatik diyalogla gerçekleştirilen olası olayların dinamik bir tertibidir.
Bir kuantum sisteminde dalga fonksiyonu ayrıca en geniş anlamda bütünlük özelliklerini de yansıtır. Bu, hem indirgenemez bütünlüğü, hem de dışarıya genişleme ve diğer kuantum sistemlerinin dalga fonksiyonlarıyla birleşme kapasitesini içerir (Zohar 1990). Bütünlük tüm fenomenler arasındaki temel birbirine bağlılığı yansıtır ve öznellikler-arası bakış açısının önemli bir temasıdır. Temel bir güdülenme ilkesi olarak yaşantının örgütlenmesini sürdürme gereksiniminin belirlenmesi, analist ve hastanın ayrılmaz bütünlüğü, ve biliş ve duygulanımın birleştirilmesi, öznellikler-arası bakış açısının içindeki bütünlük fikrinin merkeziliğini yansıtır.
Bir kuantum sistemini oluşturan birimlerdeki dalga-parçacık ikililiği (duality), her birimin içsel doğasının, diğer birimlerden ayrı olarak var olan bir özellik değil, kısmen diğer birimlerle ilişkisinden doğan bir özellik olduğu bir durum yaratır. Bir kuantum sisteminin “bireylerinin” bu özelliği, öznellikler-arası kuramcılarının klinik olguların öznellikler-arası bağlamın dışında anlaşılamayacağı, ve yalnızca kendisine ait özelliklere sahip bir bireysel zihnin varlığının gözden geçirilmesi gereken bir varsayım olduğu görüşlerine güçlü bir destek verir.
Bu son ifade bireysel bir zihin kavramının bir yana bırakılması gerektiğini ima etmez. Zihinsel yaşama ilişkin kuantum görüşü içinde tüm kavramlar, öznel yaşantıdan soyutlanmış (abstracted), somutlaştırılmış (concretized) inşa birimleridir ( veya “kurgulardır”). Dolayısıyla, bireysel bir zihin kavramı, çizginin kesin biçimde “gözleyen” ve “gözlenen” olarak analist ve hasta arasında ayrıldığı bir somutlaştırılmış betimlemeyi temsil eder. Kuantum dünya görüşünün, kavramları bir yana bırakmak yerine uygulama alanlarını belirlemeyi içeren bu eğilimi, bilgiyi (knowledge) de, içinde hiçbir kavram setinin temel olma statüsüne sahip olmadığı bir kavramlar ve modeller ağı olarak gördüğü bir stratejiyi yansıtır (Capra 1988).
Zihinsel yaşamın kuantum alanında kavramlar, bilgi, ve gerçeklik arasındaki ilişkilere dair bu yeni anlayış Kendilik Psikolojisi’ndeki sorunlu bir alana yaklaşmada bize yardımcı olacaktır: Kendilik Psikolojisi’nde, hatalı yapılanmaların doğasını daha derinden anlamada bir rehber olarak kullanılabilecek değişmez yaşantı yapılarına ait, kapsamlı bir nozoloji geliştirilememiştir.
Daniel Stern’ün, bebeğin öznel yaşantısının gelişimine ilişkin bulguları benim tartışmamın genel ruhuyla çok uyumludur. Stern’ün, global amodal yaşantı, dilin kazanılması ve bunun amodal yaşantı üzerine etkisi, ve empatik sürece ilişkin görüşleri, benim görüş açımı hem destekler, hem de açıklar. Stern’ün bulgularının benim tartışmamla bütünleştirilmesi, psikanalitik karşılaşmada yaşandığı haliyle empatik diyaloğun daha derinden anlaşılması imkânını sağlar.
Benim tartışmamın özü, psikanalitik karşılaşmada betimleme, bilgi, ve gerçeklik arasındaki bağlantıları belirlemekti.
1) Psikanalitik gerçeklik bilgisi bir seri tamamlayıcı betimlemeden çıkarılmış atıflarla sınırlıdır.
2) Dil bu betimlemelerin ifade aracıdır.
3) Bizim bilmeye çalıştığımız gerçeklik hastanın ve terapistin öznel yaşantılarıdır.
4) Araştırma aracı öznellikler-arası alanda yaşanan empatik diyalogdur.
Dil, öznel yaşantı, tamamlayıcılık, ve empati arasındaki ilişkilerin daha dikkatli incelenmesi, empatik diyaloğa ilişkin anlayışımızı derinleştirecektir. İşte bu bağlamda, Stern’ün çalışması çok aydınlatıcıdır.
Stern, söz-öncesi bebeğin dünyayı bir global amodal tarzda algılama kapasitesi olduğuna dair ampirik kanıt sağlamıştır. Bu kapasite, annenin, bebeğin içsel duygulanım durumuna bu durumu yakalayan (capture) bir kros-modal tepkiyle cevap verdiği hassas duygulanım ayarı olgusuyla yakından bağlantılıdır. Stern, dilin kazanımının, algının modalitesini spesifikleştirmeye yönelik özelliğinden dolayı, bebeğin global amodal yaşantısını parçalara böldüğünü vurgular. Stern, dilin kazanımının sağladığı avantajların kendilik-yaşantısındaki kaçınılmaz bölünmeyle dengelendiğini açıkça belirtir: “Dil, kişiler-arası yaşantının yaşanmasıyla temsil edilmesi arasına bir alan koyar” (Stern 1985, s.182).
Empatik süreci Stern şöyle kavramlaştırır:
1) İlk duygusal rezonans yaşantısı.
2) Bu yaşantıdan çıkarılan empatik bilginin soyutlanması.
3) Bu bilginin empatik bir cevaba entegre edilmesi.
Bu süreçte, empatik bilginin ilk duygusal rezonans yaşantısından soyutlanması girişimi, tanım olarak, kendilik-yaşantısının sözel alanında dilin kullanımını gerektirir. Dolayısıyla, benim dilin tamamının somutlaştırma olduğu ve dilin ilke olarak gerçek öznel yaşantıyla asla tamamen örtüşmediği görüşlerim, Stern’ün dili, duygusal yaşantının global doğasını parçalara bölen bir iletişim aracı olarak kavramlaştırmasıyla içsel olarak bağlantılıdır. Bu yaşantı parçalanmasının sözel kendilik alanında olduğu akılda tutulmalıdır. Hastalarımıza ilişkin ilk duygusal rezonansımız kendilik-yaşantısının söz-öncesi alanında olur, ve gerçekten de bütüncül bir doğaya sahip olabilir.
Öznel duygusal yaşantının bir seri tamamlayıcı betimlemesine başvurmak gerekliliği, dilin ruhsal yaşantının bütünlüğünü tek bir betimlemede kucaklamaktaki yetersizliğini yansıtır. Tamamlayıcılığın, öz-düşünümsel (self-reflective) öznel yaşantının örgütleyici bir ilkesi olduğu düşünceme, öz-düşünümsel öznel yaşantının sözel kendilik alanında olduğu bulgusu eklenmelidir.
Dilin, duygusal rezonans yaşantısından çıkarılan empatik bilginin soyutlanmasına koyduğu sınırlar, zihinsel yaşama ilişkin kuantum görüşü içindeki, tüm kavramların öznel yaşantıdan soyutlanmış, somutlaştırılmış inşa birimleri olduğu görüşümle çok uyumludur.
Stern’ün empatiye ilişkin görüşlerine bir eleştiri ekleyeceğim. Stern’ün aşamalı analizi empatinin duygusal ve entelektüel boyutları arasında bir ikililik pahasına yapılıyor. Bu ikililik, empatik diyalog içinde, duygusal yaşantıyla biliş arasındaki dinamik ilişkiyi görmemizi engelleyebilir. Storolow’un (1991) belirttiği gibi, yorumun duygusal ve bilişsel yanları ayrılamaz şekilde içiçedirler.
Aşağıdaki alıntıda kendilik psikolojisi ve öznellikler arası ndan bahsedilmektedir.
saygılar.
---------------------
Kuantum fiziğinin keşifleri ve bu keşiflerin sonucu ortaya çıkan dünya görüşü psikanalitik düşünceyi son yıllarda yoğun bir biçimde etkilemiştir. Kohut bu dünya görüşünün farkındaydı ve bu, onun zihinsel yaşamla ilgili görüşlerinin biçimlenmesinde oldukça etkili olmuştur.
Kuantum devrimi, “enerjinin sürekli olmama özelliği” (discontinuous feature of energy) etrafında merkezileşir. Bu da iki yenilik getirir: Birincisi, deneylerin sonuçlarına göre maddelerin birbiriyle uyuşmayan iki özelliği vardır, dalga (wave) ve parçacık (particle). İkincisi, ilke olarak mikrofizik bir parçacığın pozisyonunu ve momentumunu dakik bir biçimde ölçmek imkansızdır, bu da deterministik bir tahmin yapılabilirliği ortadan kaldırır (Heisenberg belirsizliği).
Niels Bohr’a göre klasik fizikte “gözleyen” ile “gözlenen”i birbirinden kesin bir çizgiyle ayıran sorgulanmamış bir varsayım vardır. Bu varsayımın mikrofizik dünyada daha fazla kabul edilemeyeceği görülmek zorundaydı. “Gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki etkileşim fenomenin ayrılmaz bir özelliğidir. Bohr, karşılıklı olarak birbirini dışlayan fakat beraberce ele alındığında fenomene bir bütünlük kazandıran iki tanım (dalga ve parçacık) arasında yeni bir mantıksal ilişki kurmak üzere tamamlayıcılık (complementarity) kavramını önerdi. Dalga ve parçacık maddenin birbirini tamamlayan görünümleridir. Bohr’a göre tamamlayıcılığın betimleyici çerçevesi, “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki etkileşim fenomenin ayrılmaz bir öğesi olduğunda elde ettiğimiz bilginin niteliğini yansıtır. Mikrofiziksel dünyada “gözleyen” ve “gözlenen” ayrılmaz bir bütün oluştururlar ve aralarındaki ayırıcı çizgi -ki gözlem yapabilmek için zaruridir- keyfi (arbitrary) olarak çizilmiştir. Bu durum doğa hakkında nesnel tanımlar yapmamızı önler ve bizi “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki farklı ayırma çizgileriyle oluşturulan tamamlayıcı görünümlerle kısıtlar. Mekanik determinizmin temelleri çökmüştür ve yerine öznellik, belirsizlik (uncertainty), karşıtlık (contradiction), ve nedensel betimlemeyi bir yana bırakma, bilimin esas özellikleri olarak tanınmıştır.
“Gözleyen” ile “gözlenen”in birbirinden ayrılmazlığı, Kohut’un psikanalizde ana gözlem tarzı olarak empatik içebakışı tanımlayışında açıkça görülür. Kuantum fiziğinin epistemolojisi Kendilik Psikolojisi’nde bu şekilde ortaya çıkmış ve Kohut Freud’a karşıt olarak zihinsel yaşamla ilgili mekanik olmayan kavramlar geliştirmiştir. Yaşantılayan kendiliğin temel bütünlüğünün, mekanik etkileşim içindeki parçalara indirgenemezliği, ve bütünlük yaşantısının kendiliknesnesi yaşantılarıyla sürdürülmesi, mekanik olmayan bir zihinsel yaşam görüşünün yansımalarıdır.
Tamamlayıcılık ilkesi psikanalizin betimleyici çatısı olmalıdır. Bu çatı, “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki ayırıcı çizginin keyfi olarak seçilmiş olduğunu vurgular. Ego psikolojisinde analist ve hasta (gözleyen ve gözlenen) arasındaki ayırıcı çizgi son derece kesin olarak çizilmiştir ve bu şekilde bir tanımlar seti oluşturulmuştur. Ego psikolojisini zihinsel yaşama ait tamamlayıcı tanımlama setlerinden biri olarak sınırlandırırsak, onu mekanik anlamından arındırabiliriz. Bu görüşten şu klinik anlam çıkar: Psikanalitik çalışmanın doğası, farklı analitik anlar esnasında birbirini karşılıklı olarak dışlayan, ama beraber ele alındığında hastanın bütünlüğüne dair tam bir duygu veren özel kavram setlerini kullanmayı gerektirir.
Kohut’un bize öğrettiği ders, kuantum fiziğinin epistemolojik çıkarımlarıyla yakından ilgili olan epistemolojik nitelikte bir derstir. Fizik ve psikanaliz çok önemli bir özelliği paylaşırlar: Gözlemcinin katılımı her zaman için fenomenin bir parçasıdır.
Psikanalizin mekanikdışılaştırılması, vurgunun parçalardan bütüne kaymasıyla olmuştur. Dar anlamda, bir sistemin parçalarının anlamı sadece bütünün dinamiklerinden anlaşılabilir. Bütün, parçalara ayrılamaz. Bir sistem, her bir parçasında varolan evrensel bir örgütleyici ilkeyle idare edilir. Geniş anlamda, tüm doğa bir ilişkiler ağı, bütünlerin içindeki bütünler birlikteliğidir.
Freud’un topografik modeli zihni parçalara bölmüştür. Bu model karşılaştığı klinik fenomenler karşısında yetersiz kalmış ve yapısal model ortaya çıkmıştır. Burada, bütünlüğe doğru hareket başlar; yapıların kendi örgütleyici ilkeleri vardır: Haz, gerçeklik, ahlak. Fakat henüz geniş bir örgütleyici ilkeden söz edilemez. Sonraları, Freud, egoyu daha örgütleyici bir yapı olarak tanımlar (1926). Hartmann ve arkadaşları, egoyu iyice merkeze alırlar. Birincil ve ikincil özerklik kavramları, bütünlüğü dürtülerin yasalarına indirgenemez bir ego ileri sürer. Egoya verilen sentetik işlev, egonun, psişik yapıların tümünü koordine edici rolünün tanınmasıdır. Bu indirgenemez bütünlük fikri, Rappaport’un, yapı kavramını, zaman içinde yavaş yavaş değişen bir psikolojik konfigürasyon olarak tanımlamasında da kendini gösterir. (Webster sözlüğünde, konfigürasyon, parçaların özelliklerinden aşkın bir bütünlüğüne işaret eder.)
Böylece, dar anlamda bir bütünlükten bahsedilmeye başlanmıştır. Ancak, hala mekanik durum söz konusudur; zihinsel yaşamın sınırlarının intrapsişik alanın ötesine geçip diğer alanlarla bağlandığı, ve böylece tipik kuantum özelliklerinin gözlendiği, geniş anlamda bir bütünlükten henüz bahsedilmez. Klein’dan Kernberg’e, klasik dürtü kuramı yerine içselleştirilmiş nesne ilişkilerinden bahsedilir, ama zihinsel sağlık hala bir kişinin içinde mahrem, ayrı, intrapsişik dünyadaki nesne ilişkileri dahilinde ele alınır.
Kohut, kendiliknesnesi ilişkileri üzerinden bir bütünlük oluşturma gereksiniminin sadece çocukluk devrine ya da ağır narsisistik kişilik bozukluklarına mahsus olmadığını ve yaşam boyunca bu gereksinimin devam ettiğini söylerek, intrapsişik alan ile dış dünya arasındaki bağı kurmuş, ve zihinsel yaşamı bütüncü bir biçimde düşünmüştür.
Freud’dan Kohut’a kadar yaşanan evrim mekanist felsefeden kuantum felsefesine geçişi gösterir. Psikanalizin mekanikdışılaştırılması özellikle Kendilik Psikologları ve Kohut-sonrası öznellikler-arası kuramcıları (Storolow, Atwood, Brandchaft, Lachmann, ve diğerleri) tarafından devam ettirilmektedir.
“Gözleyen” ile “gözlenen”in bölünmez bir bütün oluşturdukları herhangi bir araştırma alanında değişmez bir şekilde varolduğunu iddia ettiğim bir kuantum sistemi hakkında bazı genel önermeler ileri süreceğim. Bu önermelerin zihinsel yaşam incelemesine uygulanması, bunların öznellikler-arası bakış açısının kavramlarına ne kadar denk geldiğini gösterecektir. Tezimin, Daniel Stern’ün bebek araştırmalarıyla ne kadar uyuştuğunun gösterilmesi, vardığım genel sonuçları destekleyecektir.
Önermeler:
A) “Gözleyen” ve “gözlenen”in birbirinden kesin olarak ayrılamadığı her sistem bir kuantum sistemidir ve kuantum araştırma alanının bir parçasıdır.
Bu önerme, öznellikler-arası bakış açısının, zihinsel yaşamın kuantum araştırma alanının içinde varolan bir kuantum sistemi olduğu iddiasını dile getirir. Kuantum sözcüğü, önermenin şartını içeren tüm alanlar için kullanılmıştır. Bu önerme, psikanalizin bilim dalları içinde yer almasını sağlar.
B) Bir kuantum sisteminin tanımlanması, “gözleyen”le “gözlenen” arasındaki farklı ayrılma çizgilerine denk gelen, birbirinden ayrı ve tamamlayıcı görünüm (complementary manifestation) serileriyle sınırlanır (tamamlayıcılık kuralı).
Bu önerme, bir kuantum sisteminin fenomenlerinin hepsini saran tek bir betimlemenin imkansızlığını yansıtır. “Gözleyen”in gözlem alanının içine dahil edilmesi (ilke olarak, Kartezyen yarılmaya karşıt olarak) bir kuantum sisteminin nesnel olarak betimlenmesini imkânsız kılar. Dolayısıyla, bir psikanalitik karşılaşmada, çarpıtma (distortion) düşüncesi operasyonel bir anlama sahip olamaz, çünkü ne hastanın ne de analistin algılarını karşılaştırabileceğimiz nesnel bir referans noktası yoktur. Tamamlayıcılık kuralı, bir kuantum sisteminde, bu sistemin yapısal özellikleri hakkında en fazla bilginin ancak birbirlerinden ayrı bir seri betimleme ile elde edilebileceğini ifade eder. Bunu öznellikler-arası kuramcıları şöyle anlatırlar: “Psikanalitik süreç şu paradoksu içerir: Hastanın psikolojik örgütlenmesinin yapısal değişmezleri, ancak öznellikler-arası alanın sürekli değişen akışının analitik açıdan dikkatlice incelenmesiyle etkili bir şekilde aydınlatılabilir ve dönüştürülebilir.” (Storolow et al. 1987, s.13). Bu açıklama, ayrıca, bir kuantum sisteminde gözlem ile yapısal değişim arasındaki (aydınlatma ve dönüşüm) yakın ilişkiyi de yansıtır.
C) Kendini gözleyebilen her kuantum sisteminde, kendini-gözlem de tamamlayıcılık kuralı ile yönetilir.
Tamamlayıcılık, içebakışı, bir seri birbirinden ayrı farkındalık boyutlarıyla sınırlayan yaşantıya-yakın bir kavramdır. Tamamlayıcılık, kendi üzerine düşünmeyi içeren öznel yaşantının örgütleyici ilkesidir. Kim olduğumuzu tek bir “farkındalık anı” içinde kucaklamanın imkânsızlığı, tamamlayıcılık kuralını, bir insan yaşantısı olarak çatışmanın her yerde bulunmasıyla bağlantılı hale getirir. Bütün hissetme ihtiyacı, bir seri biraraya getirilemez kendilik yaşantısının içebakışsal farkındalığıyla çatışma durumundadır.
Öznellikler-arası kuramcılarının, içinde farklı boyutların şekil ve zemin arasında yer değiştirdiği aktarım yaşantısının çok boyutlu oluşunu tanımaları, onların tamamlayıcılığa, hastanın, içinde çatışma ve kendiliknesnesi ihtiyacı yaşantılarının sıkı sıkıya bağlı olduğu psikanalitik duruma ilişkin yaşantısını yönlendiren yaşantıya-yakın bir kavram olarak verdikleri önemi belirtir: “Kendilik Psikolojisi’yle çatışma psikolojisi arasında Kohut’un tanımladığı tamamlayıcılık ilkesinin yaşantısal anlamı, işte bu gidip gelen şekil-zemin ilişkileri içinde bulunabilir” (Storolow et al. 1987, s.25-26).
Hasta, içsel çatışmanın analiz edilmesini, ancak analistin, hastanın kendiliğinin bütününü kabul ettiği bir zemin üstünde kabul edebilir.
D) Bir kuantum sisteminin betimlenişi sıradan (ordinary) dilin kullanımını içermek zorundadır. İlke olarak dil ile sistemin gerçek özellikleri arasında hiçbir mutlak denklik yoktur.
Dilin gerçeği iletme konusunda içsel sınırları vardır. Dil asla gerçek öznel yaşantıya denk gelemez. Öznel yaşantıyı iletmek için dilin kullanılması, o yaşantının dilin sembolleri içinde biçimlendirilmesine (encapsulation) eşittir. Dilin tümü somutlaştırmadır (concretization). İnsan öznel yaşantısının somut olmayan dokusunu kavramak için tamamlayıcı somutlaştırılmış betimleme dizileri kullanmak, somutlaştırmanın dile koyduğu sınırları aşmanın yaratıcı bir yoludur.
E) Dalga ve parçacık bir kuantum sisteminin özelliklerini içlerinde barındıran somutlaştırmalardır.
Dalga bir sistemin potansiyelidir. Psikanalitik ilişkide dalga, öznellikler-arası alanın terapötik olasılıklarını içinde barındırır. Parçacık ise, gözlem anında, sistemin dalga fonksiyonunun içindeki belirli bir potansiyelin gerçek hale gelmesidir. Gözlem eylemi, eski dalga fonksiyonunu “çökertir” ve yeni bir tane yaratır. Bir kuantum sistemindeki gözlemin etkileşimsel niteliği, sistemin olasılıklarından birini gerçekleştirir ve sistemin gelecekteki potansiyelini değiştirir. Hem geçmişin hem de geleceğin belirlendiği mekanik sisteme karşıt olarak kuantum sistemi gelişen, evrilen potansiyeller serisidir.
Empatik etkileşim sadece öznellikler-arası alanın bir potansiyelini gerçekleştirmekle kalmaz, ayrıca yeni bir dalga fonksiyonu üreterek yeni potansiyeller de yaratır. Empatik diyalog bu anlamda hastanın öznel gerçekliğini “aydınlatır ve dönüştürür”.
Öznellikler-arası kuramcılarının, aktarım ile karşı aktarım olgusunu iki öznelliğin örgütleyici etkinliğinin karşılıklı olarak birbirini etkilemesi olarak kavramlaştırmaları da, zihinsel yaşamın bir başka kuantum özelliğini yansıtır. Zihin, arkeolojik keşfi bekleyen, yalıtılmış, gömülü şeyler kolleksiyonu değildir; bazıları empatik diyalogla gerçekleştirilen olası olayların dinamik bir tertibidir.
Bir kuantum sisteminde dalga fonksiyonu ayrıca en geniş anlamda bütünlük özelliklerini de yansıtır. Bu, hem indirgenemez bütünlüğü, hem de dışarıya genişleme ve diğer kuantum sistemlerinin dalga fonksiyonlarıyla birleşme kapasitesini içerir (Zohar 1990). Bütünlük tüm fenomenler arasındaki temel birbirine bağlılığı yansıtır ve öznellikler-arası bakış açısının önemli bir temasıdır. Temel bir güdülenme ilkesi olarak yaşantının örgütlenmesini sürdürme gereksiniminin belirlenmesi, analist ve hastanın ayrılmaz bütünlüğü, ve biliş ve duygulanımın birleştirilmesi, öznellikler-arası bakış açısının içindeki bütünlük fikrinin merkeziliğini yansıtır.
Bir kuantum sistemini oluşturan birimlerdeki dalga-parçacık ikililiği (duality), her birimin içsel doğasının, diğer birimlerden ayrı olarak var olan bir özellik değil, kısmen diğer birimlerle ilişkisinden doğan bir özellik olduğu bir durum yaratır. Bir kuantum sisteminin “bireylerinin” bu özelliği, öznellikler-arası kuramcılarının klinik olguların öznellikler-arası bağlamın dışında anlaşılamayacağı, ve yalnızca kendisine ait özelliklere sahip bir bireysel zihnin varlığının gözden geçirilmesi gereken bir varsayım olduğu görüşlerine güçlü bir destek verir.
Bu son ifade bireysel bir zihin kavramının bir yana bırakılması gerektiğini ima etmez. Zihinsel yaşama ilişkin kuantum görüşü içinde tüm kavramlar, öznel yaşantıdan soyutlanmış (abstracted), somutlaştırılmış (concretized) inşa birimleridir ( veya “kurgulardır”). Dolayısıyla, bireysel bir zihin kavramı, çizginin kesin biçimde “gözleyen” ve “gözlenen” olarak analist ve hasta arasında ayrıldığı bir somutlaştırılmış betimlemeyi temsil eder. Kuantum dünya görüşünün, kavramları bir yana bırakmak yerine uygulama alanlarını belirlemeyi içeren bu eğilimi, bilgiyi (knowledge) de, içinde hiçbir kavram setinin temel olma statüsüne sahip olmadığı bir kavramlar ve modeller ağı olarak gördüğü bir stratejiyi yansıtır (Capra 1988).
Zihinsel yaşamın kuantum alanında kavramlar, bilgi, ve gerçeklik arasındaki ilişkilere dair bu yeni anlayış Kendilik Psikolojisi’ndeki sorunlu bir alana yaklaşmada bize yardımcı olacaktır: Kendilik Psikolojisi’nde, hatalı yapılanmaların doğasını daha derinden anlamada bir rehber olarak kullanılabilecek değişmez yaşantı yapılarına ait, kapsamlı bir nozoloji geliştirilememiştir.
Daniel Stern’ün, bebeğin öznel yaşantısının gelişimine ilişkin bulguları benim tartışmamın genel ruhuyla çok uyumludur. Stern’ün, global amodal yaşantı, dilin kazanılması ve bunun amodal yaşantı üzerine etkisi, ve empatik sürece ilişkin görüşleri, benim görüş açımı hem destekler, hem de açıklar. Stern’ün bulgularının benim tartışmamla bütünleştirilmesi, psikanalitik karşılaşmada yaşandığı haliyle empatik diyaloğun daha derinden anlaşılması imkânını sağlar.
Benim tartışmamın özü, psikanalitik karşılaşmada betimleme, bilgi, ve gerçeklik arasındaki bağlantıları belirlemekti.
1) Psikanalitik gerçeklik bilgisi bir seri tamamlayıcı betimlemeden çıkarılmış atıflarla sınırlıdır.
2) Dil bu betimlemelerin ifade aracıdır.
3) Bizim bilmeye çalıştığımız gerçeklik hastanın ve terapistin öznel yaşantılarıdır.
4) Araştırma aracı öznellikler-arası alanda yaşanan empatik diyalogdur.
Dil, öznel yaşantı, tamamlayıcılık, ve empati arasındaki ilişkilerin daha dikkatli incelenmesi, empatik diyaloğa ilişkin anlayışımızı derinleştirecektir. İşte bu bağlamda, Stern’ün çalışması çok aydınlatıcıdır.
Stern, söz-öncesi bebeğin dünyayı bir global amodal tarzda algılama kapasitesi olduğuna dair ampirik kanıt sağlamıştır. Bu kapasite, annenin, bebeğin içsel duygulanım durumuna bu durumu yakalayan (capture) bir kros-modal tepkiyle cevap verdiği hassas duygulanım ayarı olgusuyla yakından bağlantılıdır. Stern, dilin kazanımının, algının modalitesini spesifikleştirmeye yönelik özelliğinden dolayı, bebeğin global amodal yaşantısını parçalara böldüğünü vurgular. Stern, dilin kazanımının sağladığı avantajların kendilik-yaşantısındaki kaçınılmaz bölünmeyle dengelendiğini açıkça belirtir: “Dil, kişiler-arası yaşantının yaşanmasıyla temsil edilmesi arasına bir alan koyar” (Stern 1985, s.182).
Empatik süreci Stern şöyle kavramlaştırır:
1) İlk duygusal rezonans yaşantısı.
2) Bu yaşantıdan çıkarılan empatik bilginin soyutlanması.
3) Bu bilginin empatik bir cevaba entegre edilmesi.
Bu süreçte, empatik bilginin ilk duygusal rezonans yaşantısından soyutlanması girişimi, tanım olarak, kendilik-yaşantısının sözel alanında dilin kullanımını gerektirir. Dolayısıyla, benim dilin tamamının somutlaştırma olduğu ve dilin ilke olarak gerçek öznel yaşantıyla asla tamamen örtüşmediği görüşlerim, Stern’ün dili, duygusal yaşantının global doğasını parçalara bölen bir iletişim aracı olarak kavramlaştırmasıyla içsel olarak bağlantılıdır. Bu yaşantı parçalanmasının sözel kendilik alanında olduğu akılda tutulmalıdır. Hastalarımıza ilişkin ilk duygusal rezonansımız kendilik-yaşantısının söz-öncesi alanında olur, ve gerçekten de bütüncül bir doğaya sahip olabilir.
Öznel duygusal yaşantının bir seri tamamlayıcı betimlemesine başvurmak gerekliliği, dilin ruhsal yaşantının bütünlüğünü tek bir betimlemede kucaklamaktaki yetersizliğini yansıtır. Tamamlayıcılığın, öz-düşünümsel (self-reflective) öznel yaşantının örgütleyici bir ilkesi olduğu düşünceme, öz-düşünümsel öznel yaşantının sözel kendilik alanında olduğu bulgusu eklenmelidir.
Dilin, duygusal rezonans yaşantısından çıkarılan empatik bilginin soyutlanmasına koyduğu sınırlar, zihinsel yaşama ilişkin kuantum görüşü içindeki, tüm kavramların öznel yaşantıdan soyutlanmış, somutlaştırılmış inşa birimleri olduğu görüşümle çok uyumludur.
Stern’ün empatiye ilişkin görüşlerine bir eleştiri ekleyeceğim. Stern’ün aşamalı analizi empatinin duygusal ve entelektüel boyutları arasında bir ikililik pahasına yapılıyor. Bu ikililik, empatik diyalog içinde, duygusal yaşantıyla biliş arasındaki dinamik ilişkiyi görmemizi engelleyebilir. Storolow’un (1991) belirttiği gibi, yorumun duygusal ve bilişsel yanları ayrılamaz şekilde içiçedirler.