Sigmund Freud

Kuantum felsefesinden sonra Freud un mekanik düşüncesi evrimleşmiş ve yeni fikirler ortaya atılmıştır.
Aşağıdaki alıntıda kendilik psikolojisi ve öznellikler arası ndan bahsedilmektedir.

saygılar.


---------------------

Kuantum fiziğinin keşifleri ve bu keşiflerin sonucu ortaya çıkan dünya görüşü psikanalitik düşünceyi son yıllarda yoğun bir biçimde etkilemiştir. Kohut bu dünya görüşünün farkındaydı ve bu, onun zihinsel yaşamla ilgili görüşlerinin biçimlenmesinde oldukça etkili olmuştur.

Kuantum devrimi, “enerjinin sürekli olmama özelliği” (discontinuous feature of energy) etrafında merkezileşir. Bu da iki yenilik getirir: Birincisi, deneylerin sonuçlarına göre maddelerin birbiriyle uyuşmayan iki özelliği vardır, dalga (wave) ve parçacık (particle). İkincisi, ilke olarak mikrofizik bir parçacığın pozisyonunu ve momentumunu dakik bir biçimde ölçmek imkansızdır, bu da deterministik bir tahmin yapılabilirliği ortadan kaldırır (Heisenberg belirsizliği).

Niels Bohr’a göre klasik fizikte “gözleyen” ile “gözlenen”i birbirinden kesin bir çizgiyle ayıran sorgulanmamış bir varsayım vardır. Bu varsayımın mikrofizik dünyada daha fazla kabul edilemeyeceği görülmek zorundaydı. “Gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki etkileşim fenomenin ayrılmaz bir özelliğidir. Bohr, karşılıklı olarak birbirini dışlayan fakat beraberce ele alındığında fenomene bir bütünlük kazandıran iki tanım (dalga ve parçacık) arasında yeni bir mantıksal ilişki kurmak üzere tamamlayıcılık (complementarity) kavramını önerdi. Dalga ve parçacık maddenin birbirini tamamlayan görünümleridir. Bohr’a göre tamamlayıcılığın betimleyici çerçevesi, “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki etkileşim fenomenin ayrılmaz bir öğesi olduğunda elde ettiğimiz bilginin niteliğini yansıtır. Mikrofiziksel dünyada “gözleyen” ve “gözlenen” ayrılmaz bir bütün oluştururlar ve aralarındaki ayırıcı çizgi -ki gözlem yapabilmek için zaruridir- keyfi (arbitrary) olarak çizilmiştir. Bu durum doğa hakkında nesnel tanımlar yapmamızı önler ve bizi “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki farklı ayırma çizgileriyle oluşturulan tamamlayıcı görünümlerle kısıtlar. Mekanik determinizmin temelleri çökmüştür ve yerine öznellik, belirsizlik (uncertainty), karşıtlık (contradiction), ve nedensel betimlemeyi bir yana bırakma, bilimin esas özellikleri olarak tanınmıştır.

“Gözleyen” ile “gözlenen”in birbirinden ayrılmazlığı, Kohut’un psikanalizde ana gözlem tarzı olarak empatik içebakışı tanımlayışında açıkça görülür. Kuantum fiziğinin epistemolojisi Kendilik Psikolojisi’nde bu şekilde ortaya çıkmış ve Kohut Freud’a karşıt olarak zihinsel yaşamla ilgili mekanik olmayan kavramlar geliştirmiştir. Yaşantılayan kendiliğin temel bütünlüğünün, mekanik etkileşim içindeki parçalara indirgenemezliği, ve bütünlük yaşantısının kendiliknesnesi yaşantılarıyla sürdürülmesi, mekanik olmayan bir zihinsel yaşam görüşünün yansımalarıdır.

Tamamlayıcılık ilkesi psikanalizin betimleyici çatısı olmalıdır. Bu çatı, “gözleyen” ile “gözlenen” arasındaki ayırıcı çizginin keyfi olarak seçilmiş olduğunu vurgular. Ego psikolojisinde analist ve hasta (gözleyen ve gözlenen) arasındaki ayırıcı çizgi son derece kesin olarak çizilmiştir ve bu şekilde bir tanımlar seti oluşturulmuştur. Ego psikolojisini zihinsel yaşama ait tamamlayıcı tanımlama setlerinden biri olarak sınırlandırırsak, onu mekanik anlamından arındırabiliriz. Bu görüşten şu klinik anlam çıkar: Psikanalitik çalışmanın doğası, farklı analitik anlar esnasında birbirini karşılıklı olarak dışlayan, ama beraber ele alındığında hastanın bütünlüğüne dair tam bir duygu veren özel kavram setlerini kullanmayı gerektirir.

Kohut’un bize öğrettiği ders, kuantum fiziğinin epistemolojik çıkarımlarıyla yakından ilgili olan epistemolojik nitelikte bir derstir. Fizik ve psikanaliz çok önemli bir özelliği paylaşırlar: Gözlemcinin katılımı her zaman için fenomenin bir parçasıdır.

Psikanalizin mekanikdışılaştırılması, vurgunun parçalardan bütüne kaymasıyla olmuştur. Dar anlamda, bir sistemin parçalarının anlamı sadece bütünün dinamiklerinden anlaşılabilir. Bütün, parçalara ayrılamaz. Bir sistem, her bir parçasında varolan evrensel bir örgütleyici ilkeyle idare edilir. Geniş anlamda, tüm doğa bir ilişkiler ağı, bütünlerin içindeki bütünler birlikteliğidir.

Freud’un topografik modeli zihni parçalara bölmüştür. Bu model karşılaştığı klinik fenomenler karşısında yetersiz kalmış ve yapısal model ortaya çıkmıştır. Burada, bütünlüğe doğru hareket başlar; yapıların kendi örgütleyici ilkeleri vardır: Haz, gerçeklik, ahlak. Fakat henüz geniş bir örgütleyici ilkeden söz edilemez. Sonraları, Freud, egoyu daha örgütleyici bir yapı olarak tanımlar (1926). Hartmann ve arkadaşları, egoyu iyice merkeze alırlar. Birincil ve ikincil özerklik kavramları, bütünlüğü dürtülerin yasalarına indirgenemez bir ego ileri sürer. Egoya verilen sentetik işlev, egonun, psişik yapıların tümünü koordine edici rolünün tanınmasıdır. Bu indirgenemez bütünlük fikri, Rappaport’un, yapı kavramını, zaman içinde yavaş yavaş değişen bir psikolojik konfigürasyon olarak tanımlamasında da kendini gösterir. (Webster sözlüğünde, konfigürasyon, parçaların özelliklerinden aşkın bir bütünlüğüne işaret eder.)

Böylece, dar anlamda bir bütünlükten bahsedilmeye başlanmıştır. Ancak, hala mekanik durum söz konusudur; zihinsel yaşamın sınırlarının intrapsişik alanın ötesine geçip diğer alanlarla bağlandığı, ve böylece tipik kuantum özelliklerinin gözlendiği, geniş anlamda bir bütünlükten henüz bahsedilmez. Klein’dan Kernberg’e, klasik dürtü kuramı yerine içselleştirilmiş nesne ilişkilerinden bahsedilir, ama zihinsel sağlık hala bir kişinin içinde mahrem, ayrı, intrapsişik dünyadaki nesne ilişkileri dahilinde ele alınır.

Kohut, kendiliknesnesi ilişkileri üzerinden bir bütünlük oluşturma gereksiniminin sadece çocukluk devrine ya da ağır narsisistik kişilik bozukluklarına mahsus olmadığını ve yaşam boyunca bu gereksinimin devam ettiğini söylerek, intrapsişik alan ile dış dünya arasındaki bağı kurmuş, ve zihinsel yaşamı bütüncü bir biçimde düşünmüştür.

Freud’dan Kohut’a kadar yaşanan evrim mekanist felsefeden kuantum felsefesine geçişi gösterir. Psikanalizin mekanikdışılaştırılması özellikle Kendilik Psikologları ve Kohut-sonrası öznellikler-arası kuramcıları (Storolow, Atwood, Brandchaft, Lachmann, ve diğerleri) tarafından devam ettirilmektedir.

“Gözleyen” ile “gözlenen”in bölünmez bir bütün oluşturdukları herhangi bir araştırma alanında değişmez bir şekilde varolduğunu iddia ettiğim bir kuantum sistemi hakkında bazı genel önermeler ileri süreceğim. Bu önermelerin zihinsel yaşam incelemesine uygulanması, bunların öznellikler-arası bakış açısının kavramlarına ne kadar denk geldiğini gösterecektir. Tezimin, Daniel Stern’ün bebek araştırmalarıyla ne kadar uyuştuğunun gösterilmesi, vardığım genel sonuçları destekleyecektir.

Önermeler:

A) “Gözleyen” ve “gözlenen”in birbirinden kesin olarak ayrılamadığı her sistem bir kuantum sistemidir ve kuantum araştırma alanının bir parçasıdır.

Bu önerme, öznellikler-arası bakış açısının, zihinsel yaşamın kuantum araştırma alanının içinde varolan bir kuantum sistemi olduğu iddiasını dile getirir. Kuantum sözcüğü, önermenin şartını içeren tüm alanlar için kullanılmıştır. Bu önerme, psikanalizin bilim dalları içinde yer almasını sağlar.

B) Bir kuantum sisteminin tanımlanması, “gözleyen”le “gözlenen” arasındaki farklı ayrılma çizgilerine denk gelen, birbirinden ayrı ve tamamlayıcı görünüm (complementary manifestation) serileriyle sınırlanır (tamamlayıcılık kuralı).

Bu önerme, bir kuantum sisteminin fenomenlerinin hepsini saran tek bir betimlemenin imkansızlığını yansıtır. “Gözleyen”in gözlem alanının içine dahil edilmesi (ilke olarak, Kartezyen yarılmaya karşıt olarak) bir kuantum sisteminin nesnel olarak betimlenmesini imkânsız kılar. Dolayısıyla, bir psikanalitik karşılaşmada, çarpıtma (distortion) düşüncesi operasyonel bir anlama sahip olamaz, çünkü ne hastanın ne de analistin algılarını karşılaştırabileceğimiz nesnel bir referans noktası yoktur. Tamamlayıcılık kuralı, bir kuantum sisteminde, bu sistemin yapısal özellikleri hakkında en fazla bilginin ancak birbirlerinden ayrı bir seri betimleme ile elde edilebileceğini ifade eder. Bunu öznellikler-arası kuramcıları şöyle anlatırlar: “Psikanalitik süreç şu paradoksu içerir: Hastanın psikolojik örgütlenmesinin yapısal değişmezleri, ancak öznellikler-arası alanın sürekli değişen akışının analitik açıdan dikkatlice incelenmesiyle etkili bir şekilde aydınlatılabilir ve dönüştürülebilir.” (Storolow et al. 1987, s.13). Bu açıklama, ayrıca, bir kuantum sisteminde gözlem ile yapısal değişim arasındaki (aydınlatma ve dönüşüm) yakın ilişkiyi de yansıtır.

C) Kendini gözleyebilen her kuantum sisteminde, kendini-gözlem de tamamlayıcılık kuralı ile yönetilir.

Tamamlayıcılık, içebakışı, bir seri birbirinden ayrı farkındalık boyutlarıyla sınırlayan yaşantıya-yakın bir kavramdır. Tamamlayıcılık, kendi üzerine düşünmeyi içeren öznel yaşantının örgütleyici ilkesidir. Kim olduğumuzu tek bir “farkındalık anı” içinde kucaklamanın imkânsızlığı, tamamlayıcılık kuralını, bir insan yaşantısı olarak çatışmanın her yerde bulunmasıyla bağlantılı hale getirir. Bütün hissetme ihtiyacı, bir seri biraraya getirilemez kendilik yaşantısının içebakışsal farkındalığıyla çatışma durumundadır.

Öznellikler-arası kuramcılarının, içinde farklı boyutların şekil ve zemin arasında yer değiştirdiği aktarım yaşantısının çok boyutlu oluşunu tanımaları, onların tamamlayıcılığa, hastanın, içinde çatışma ve kendiliknesnesi ihtiyacı yaşantılarının sıkı sıkıya bağlı olduğu psikanalitik duruma ilişkin yaşantısını yönlendiren yaşantıya-yakın bir kavram olarak verdikleri önemi belirtir: “Kendilik Psikolojisi’yle çatışma psikolojisi arasında Kohut’un tanımladığı tamamlayıcılık ilkesinin yaşantısal anlamı, işte bu gidip gelen şekil-zemin ilişkileri içinde bulunabilir” (Storolow et al. 1987, s.25-26).

Hasta, içsel çatışmanın analiz edilmesini, ancak analistin, hastanın kendiliğinin bütününü kabul ettiği bir zemin üstünde kabul edebilir.

D) Bir kuantum sisteminin betimlenişi sıradan (ordinary) dilin kullanımını içermek zorundadır. İlke olarak dil ile sistemin gerçek özellikleri arasında hiçbir mutlak denklik yoktur.

Dilin gerçeği iletme konusunda içsel sınırları vardır. Dil asla gerçek öznel yaşantıya denk gelemez. Öznel yaşantıyı iletmek için dilin kullanılması, o yaşantının dilin sembolleri içinde biçimlendirilmesine (encapsulation) eşittir. Dilin tümü somutlaştırmadır (concretization). İnsan öznel yaşantısının somut olmayan dokusunu kavramak için tamamlayıcı somutlaştırılmış betimleme dizileri kullanmak, somutlaştırmanın dile koyduğu sınırları aşmanın yaratıcı bir yoludur.

E) Dalga ve parçacık bir kuantum sisteminin özelliklerini içlerinde barındıran somutlaştırmalardır.

Dalga bir sistemin potansiyelidir. Psikanalitik ilişkide dalga, öznellikler-arası alanın terapötik olasılıklarını içinde barındırır. Parçacık ise, gözlem anında, sistemin dalga fonksiyonunun içindeki belirli bir potansiyelin gerçek hale gelmesidir. Gözlem eylemi, eski dalga fonksiyonunu “çökertir” ve yeni bir tane yaratır. Bir kuantum sistemindeki gözlemin etkileşimsel niteliği, sistemin olasılıklarından birini gerçekleştirir ve sistemin gelecekteki potansiyelini değiştirir. Hem geçmişin hem de geleceğin belirlendiği mekanik sisteme karşıt olarak kuantum sistemi gelişen, evrilen potansiyeller serisidir.

Empatik etkileşim sadece öznellikler-arası alanın bir potansiyelini gerçekleştirmekle kalmaz, ayrıca yeni bir dalga fonksiyonu üreterek yeni potansiyeller de yaratır. Empatik diyalog bu anlamda hastanın öznel gerçekliğini “aydınlatır ve dönüştürür”.

Öznellikler-arası kuramcılarının, aktarım ile karşı aktarım olgusunu iki öznelliğin örgütleyici etkinliğinin karşılıklı olarak birbirini etkilemesi olarak kavramlaştırmaları da, zihinsel yaşamın bir başka kuantum özelliğini yansıtır. Zihin, arkeolojik keşfi bekleyen, yalıtılmış, gömülü şeyler kolleksiyonu değildir; bazıları empatik diyalogla gerçekleştirilen olası olayların dinamik bir tertibidir.

Bir kuantum sisteminde dalga fonksiyonu ayrıca en geniş anlamda bütünlük özelliklerini de yansıtır. Bu, hem indirgenemez bütünlüğü, hem de dışarıya genişleme ve diğer kuantum sistemlerinin dalga fonksiyonlarıyla birleşme kapasitesini içerir (Zohar 1990). Bütünlük tüm fenomenler arasındaki temel birbirine bağlılığı yansıtır ve öznellikler-arası bakış açısının önemli bir temasıdır. Temel bir güdülenme ilkesi olarak yaşantının örgütlenmesini sürdürme gereksiniminin belirlenmesi, analist ve hastanın ayrılmaz bütünlüğü, ve biliş ve duygulanımın birleştirilmesi, öznellikler-arası bakış açısının içindeki bütünlük fikrinin merkeziliğini yansıtır.

Bir kuantum sistemini oluşturan birimlerdeki dalga-parçacık ikililiği (duality), her birimin içsel doğasının, diğer birimlerden ayrı olarak var olan bir özellik değil, kısmen diğer birimlerle ilişkisinden doğan bir özellik olduğu bir durum yaratır. Bir kuantum sisteminin “bireylerinin” bu özelliği, öznellikler-arası kuramcılarının klinik olguların öznellikler-arası bağlamın dışında anlaşılamayacağı, ve yalnızca kendisine ait özelliklere sahip bir bireysel zihnin varlığının gözden geçirilmesi gereken bir varsayım olduğu görüşlerine güçlü bir destek verir.

Bu son ifade bireysel bir zihin kavramının bir yana bırakılması gerektiğini ima etmez. Zihinsel yaşama ilişkin kuantum görüşü içinde tüm kavramlar, öznel yaşantıdan soyutlanmış (abstracted), somutlaştırılmış (concretized) inşa birimleridir ( veya “kurgulardır”). Dolayısıyla, bireysel bir zihin kavramı, çizginin kesin biçimde “gözleyen” ve “gözlenen” olarak analist ve hasta arasında ayrıldığı bir somutlaştırılmış betimlemeyi temsil eder. Kuantum dünya görüşünün, kavramları bir yana bırakmak yerine uygulama alanlarını belirlemeyi içeren bu eğilimi, bilgiyi (knowledge) de, içinde hiçbir kavram setinin temel olma statüsüne sahip olmadığı bir kavramlar ve modeller ağı olarak gördüğü bir stratejiyi yansıtır (Capra 1988).

Zihinsel yaşamın kuantum alanında kavramlar, bilgi, ve gerçeklik arasındaki ilişkilere dair bu yeni anlayış Kendilik Psikolojisi’ndeki sorunlu bir alana yaklaşmada bize yardımcı olacaktır: Kendilik Psikolojisi’nde, hatalı yapılanmaların doğasını daha derinden anlamada bir rehber olarak kullanılabilecek değişmez yaşantı yapılarına ait, kapsamlı bir nozoloji geliştirilememiştir.

Daniel Stern’ün, bebeğin öznel yaşantısının gelişimine ilişkin bulguları benim tartışmamın genel ruhuyla çok uyumludur. Stern’ün, global amodal yaşantı, dilin kazanılması ve bunun amodal yaşantı üzerine etkisi, ve empatik sürece ilişkin görüşleri, benim görüş açımı hem destekler, hem de açıklar. Stern’ün bulgularının benim tartışmamla bütünleştirilmesi, psikanalitik karşılaşmada yaşandığı haliyle empatik diyaloğun daha derinden anlaşılması imkânını sağlar.

Benim tartışmamın özü, psikanalitik karşılaşmada betimleme, bilgi, ve gerçeklik arasındaki bağlantıları belirlemekti.

1) Psikanalitik gerçeklik bilgisi bir seri tamamlayıcı betimlemeden çıkarılmış atıflarla sınırlıdır.

2) Dil bu betimlemelerin ifade aracıdır.

3) Bizim bilmeye çalıştığımız gerçeklik hastanın ve terapistin öznel yaşantılarıdır.

4) Araştırma aracı öznellikler-arası alanda yaşanan empatik diyalogdur.

Dil, öznel yaşantı, tamamlayıcılık, ve empati arasındaki ilişkilerin daha dikkatli incelenmesi, empatik diyaloğa ilişkin anlayışımızı derinleştirecektir. İşte bu bağlamda, Stern’ün çalışması çok aydınlatıcıdır.

Stern, söz-öncesi bebeğin dünyayı bir global amodal tarzda algılama kapasitesi olduğuna dair ampirik kanıt sağlamıştır. Bu kapasite, annenin, bebeğin içsel duygulanım durumuna bu durumu yakalayan (capture) bir kros-modal tepkiyle cevap verdiği hassas duygulanım ayarı olgusuyla yakından bağlantılıdır. Stern, dilin kazanımının, algının modalitesini spesifikleştirmeye yönelik özelliğinden dolayı, bebeğin global amodal yaşantısını parçalara böldüğünü vurgular. Stern, dilin kazanımının sağladığı avantajların kendilik-yaşantısındaki kaçınılmaz bölünmeyle dengelendiğini açıkça belirtir: “Dil, kişiler-arası yaşantının yaşanmasıyla temsil edilmesi arasına bir alan koyar” (Stern 1985, s.182).

Empatik süreci Stern şöyle kavramlaştırır:

1) İlk duygusal rezonans yaşantısı.

2) Bu yaşantıdan çıkarılan empatik bilginin soyutlanması.

3) Bu bilginin empatik bir cevaba entegre edilmesi.

Bu süreçte, empatik bilginin ilk duygusal rezonans yaşantısından soyutlanması girişimi, tanım olarak, kendilik-yaşantısının sözel alanında dilin kullanımını gerektirir. Dolayısıyla, benim dilin tamamının somutlaştırma olduğu ve dilin ilke olarak gerçek öznel yaşantıyla asla tamamen örtüşmediği görüşlerim, Stern’ün dili, duygusal yaşantının global doğasını parçalara bölen bir iletişim aracı olarak kavramlaştırmasıyla içsel olarak bağlantılıdır. Bu yaşantı parçalanmasının sözel kendilik alanında olduğu akılda tutulmalıdır. Hastalarımıza ilişkin ilk duygusal rezonansımız kendilik-yaşantısının söz-öncesi alanında olur, ve gerçekten de bütüncül bir doğaya sahip olabilir.

Öznel duygusal yaşantının bir seri tamamlayıcı betimlemesine başvurmak gerekliliği, dilin ruhsal yaşantının bütünlüğünü tek bir betimlemede kucaklamaktaki yetersizliğini yansıtır. Tamamlayıcılığın, öz-düşünümsel (self-reflective) öznel yaşantının örgütleyici bir ilkesi olduğu düşünceme, öz-düşünümsel öznel yaşantının sözel kendilik alanında olduğu bulgusu eklenmelidir.

Dilin, duygusal rezonans yaşantısından çıkarılan empatik bilginin soyutlanmasına koyduğu sınırlar, zihinsel yaşama ilişkin kuantum görüşü içindeki, tüm kavramların öznel yaşantıdan soyutlanmış, somutlaştırılmış inşa birimleri olduğu görüşümle çok uyumludur.

Stern’ün empatiye ilişkin görüşlerine bir eleştiri ekleyeceğim. Stern’ün aşamalı analizi empatinin duygusal ve entelektüel boyutları arasında bir ikililik pahasına yapılıyor. Bu ikililik, empatik diyalog içinde, duygusal yaşantıyla biliş arasındaki dinamik ilişkiyi görmemizi engelleyebilir. Storolow’un (1991) belirttiği gibi, yorumun duygusal ve bilişsel yanları ayrılamaz şekilde içiçedirler.
 
zaten bu adam bildiğim kadarıyla cinsel sorunlar çekiyormuş bizzat bence bu kadar başarılı olmasının büyük bir sebebi de bu.yaşadığı için bilime dökmesi kolay olmuş olmalı.bu zamana kadar fikirleri çürütülmedi fakat anormal davranışların temelinde sadece salgırganlık ve cinsel sapmalar var da diyemeyiz.tüm davranışların temelinde sadece bu iki etmen yok her ne kadar Sigmund Freud her bozukluğu cinsel bozukluklara ve de salgırganlığa bağlasa da..
 
Freud Hayatının hiçbir döneminde cinsel sorunları ile gündeme gelmemiştir. Bu tür söylemler genellikle magazin basınının post-moderm içerikli temelsiz karaçalmalarının bir yansımasıdır. Freud yaşadığı bunalım ve dışlanmalar ve de üzerindeki ağır yük ün meydana getirdiği travmalar sonucunda uğradığı psikolojik çöküntüler sonucunda ilerleyen yaşlarda çene kanserine yakalanmış ve bu sebeble canvermiştir.

Ancak bulgularının önemli sonuçlarını görmezden gelmeyi adet edinmiş bir kısım modern psikoloğun görmek istediği gibi bu sadece Freud un hatası değildir. Modern psikoloji karmakarışık tanımlamalarla genetik ve psikiyatri ile birlikte neredeyse tamamen sektörel bir rant alanına dönüştüğünden çoğunlukla bulguları nesnellikten uzak ve eklektiktir. Tıpkı bir üstteki kendilik psikolojisi ve öznellikler arası bağlardan kuantum perspektifinden bakan sözel felsefelerde de olduğu gibi.

Öncelikle Freud un bulgularının bu konularda bilgisi olmayanlarca yanlış algılandığını, dahası toplumun cinsel kimliği reddedilmesinin yarattığı bireyler üzerindeki genel bir travma sebebiyle freud un sevilmediğini de belirtelim.

Saldırganlık ve diğer davranışların tamamının libidonun eylem biçimleri olduğunu söyleyen Freud, cinselliği genel bir davranış bütünlüğünün yani libido nun öğelerinden biri olarak ele alarak birtakım sonuçlara ulaşmıştır.

Freud un Libido dediği, insanın içindeki sürekli varolan yaşama dürtüsüdür. Sonradan yanlış bir şekilde hiç bir bilimsel veriye dayanmadan Freud bunun karşısına "ölüm güdüsü" kavramını koymuştur. Freud un en büyük hatası da bu sayılabilir. Ölüm bir olgudur, temel ihtiyaçlarını karşılayabilen hiç bir organizma ölüme yönelmez. Bu aslının yerine konmuş ikincil olarakl gelişmiş bir güdüdür. Freud un kendisinin de aslında savunmadığı bu düşünce deneyi ne yazık ki çağdaşları tarafından diğer bilimsel bulgularından daha değerli bulunmuştur. Bunda tabii ki en önemli sebeblerden biri de sosyolojik açıdan bu betimlemenin, iyi-kötü arasındaki mistik öğretilerle paralellik göstermesinin bireylerde yaratmış olduğu genel eğilimdir. Bu düşünce zamanın muhafazakar psikanalistleri için bolca malzeme yaratmıştır.

Tekrar libidoya döner isek, libido sadece sex arzusu değildir. Libido sex arzusunu da yaratan içgüdüsel yönelimlerin toplamına Freud un verdiği bir isimdir. Ancak Freud bu noktada libido nun cinsel davranışlar ile arasındaki doğrudan ilişkisine önem vererek o zamana kadar cinselliği sadece yetişkinlerin aşk oyunu ile sınırlandırmış görüşü sona erdirmiş ve bu nedenle de büyük tepkilerle karşılaşmıştır.

Örneğin bebeğin anneye yönelimi yaşamsal bir zorunluluk barındırması yanında, bebeğin yaşamının en önemli ihtiyaçlarını karşılamasını sağlayan elektriksel duyumları libido kavramını yaratmıştır.
İhtiyaçlara yönelim yaratan motivasyon duygusu, arzulanan nesneye ulaşıldığında beraberinde bir haz duyumu yaratır. Yani bir bebek için anne sütünü emerken hissettiği coşku ile bir yetişkinin karşı cins ile çiftleşmesi hissettikleri arasında niceliksel açıdan bir fark yoktur her ikisi de doyum yarattığından ve bu tam doyum belli bir elektriksel boşalma ile son bulduğundan Freud her ikisini de libido olarak adlandırmıştır. Bu iki eylem arasında nitelik açısından bir fark bulunsa da yoğunluk açısından birbirine eşittir
.
Yeni doğmuş bebeklerin emme dürtüsü çok kuvvetlidir. (öyleki bu bazı annelerin zaman zaman canının yanmasına neden olabilmektedir bebek annesinin memesi ile adeta bütünleşir.) Bu noktada sağlıklı bir yavrunun doyumu midesinde değil, öncelik olarak oral doyumu ile birlikte gerçekleşmektedir. Bebek aldığı hazzın tepe noktasına çıkıp boşalması ile birlikte rahatlayarak emmeyi bırakır aynı zamanda da karnı doymuş olur zaten. Bu nedenle de yani aynı andaki ağız çevresinde yoğunlaşan elektriksel boşalmadan dolayı bebek genellikle hemen uykuya dalar.

Aynı şey sağlıklı yetişkinlerde de cinsel eylemin bilinç dışı 3. aşamasında gerçek orgazm ile sonuçlanan tüm beden kaslarının istemsiz katıldığı boşalmadan sonra bilincin bir süreliğine kaybolmasıyla birlikte olmaktadır. Sağlıklı yetişkinler de bu durumun ardından derin bir uykuya geçebilirler.

Buna ulaşma yeteneği ve arzusu aynı zamanda Halk arasında "aşk" olarak dile getirilen arzunun miktarını belirlemektedir. Bu noktada aşk ın imleminin elde etmek ve ulaşmak değil, bütünleşmmek ve diğerine kendini bırakma dürtüsü olduğu söylenebilir. Bu nedenle cinsellikle bu kavram bir bütün halindedir.

Dış etkenler tarafından enerjisi ketlenmemiş bir bebek kendini annesine, bir yetişkin ise cinsel eyleme giriştiği eşine bırakabilmekte ve tam doyuma ulaşarak ruhsal-bedensel varoluşunu yenilemektedir. (Aynı anda homoestasi dengesi kurulur ve hücre bölünmeleri artar ve etkinleşir. Dalga halinde tüm vüvutta elektrik akımlşarı yayılır)

Zamanında Gerçek orgazm tepkisinin ne olduğunu bulgulamamış olan Freud, (bunu sonradan diğerleri gibi Freud dan ayrı düşen öğrencilerinden baş asistanı Wilhelm Reich bulmuş, Master Johnson tarafından da bu bulgu bilim dünyasına kabul ettirilmiştir) çocuktaki cinsel gelişim safhalarını oral,anal ve üretken dönem olarak üç bölüme ayırmış; bu gelişimi destekleyen içgüdüsel süreçlere İd, köstek olan bireysel ve sosyal öğelere de ego ve süper ego isimlerini vermiştir.

Freud un bu dönem bulguları psikolojinin henüz yozlaşmamış olduğu ilk dönemdedir ve tamamı viyana topluçalışması adı verilen pozitif uygulamalı deneyler ve hastalardan edinilen tecrübeler ve araştırmalar sonucu elde edilmiştir.

Sonradan ortaya çıkan kurumsallaşma ve psikolojinin toplumla çatışkısı Jung, Adler, Reich gibi önemli teorisyenlerin hocaları Freud ile bazı temel noktalarda ters düşmesine neden olmuştur.
Bugünün Modern Psikolojisindeki en büyük tehdit, halen bu ayrılığın yarattığı durumun sonucudur büyük oranda.
Pavlov un izinden giden bir grup psikolojik sorunları tamamen bilinçdışı süreçlere bağlayarak türlü telkin yöntemleri geliştirmiş ve bunların yanında ilaçla müdahaleyi etkin kılarak hastayı tamamen pasifize eden psikiyatri nin oluşmasını sağlamış görünmektedir. Ancak psikiyatri hiç bir zaman varolan sorunu ortadan kaldırmaz. Genellikle bunu büyükbabası ilan ettiği genetik bilimi ile birlikte bireyin zorunlu bir kaderi haline getirerek hastalığın neden olduğu acı deneyimleri en aza indirgeme yolunu benimser. Bu ise hastalığın ömür boyu sürmesi ve bireyin ilaçların ve psikiyatrinin kölesi olması anlamına gelebilir. Kanser gibi hastalıkları da belirtiyi ortadan kaldırarak sadece etkisini yavaşlatıp azaltan bu yöntem Modern tıp biliminin psikolojide sürdürdüğü yanlış metodunun bir devamı niteliğindedir. Hiç kimse iyileşmez, "hastalığı ile barışık yaşamak" denen garip bir inancın içine sürüklenir ve bu daha çok toplumsal bir terbiyeye yöneliktir bireyin kendisini öncelikli olarak dikkate almaz.

Psikiyatri için birey,toplumun bir parçası olmaya çalışan varlıktır bu sebeble de psikiyatri kişinin öz sorunlarından çok, bireyi toplumla uyumu açısından değerlendirip teşhisini koyar ve buna göre birtakım sınırlandırmalar önerir.
Örneğin yıllardır kendini toplumsal nedenlerle cinsel eylemden uzak tutan bir nevrotik vaka, aşırı uyarılma sorunu yaşıyorsa nemfomanyak teşhisi koyularak bundan vazgeçirilmeye çalışılabilir. Hiç kimse o kişinin ahlaki ketlemesinin hastalığının nedeni olduğunu söyleyemez bu toplumun değerlerine aykırıdır çünkü.

Aynı şekilde ilk ergenlik bunalımı sırasında ve sonrasında özellikle de ortaöğretimde sıklıkla rastlanan, genç erkeklerin flört ettikleri ya da edemedikleri genç kızlara uyguladığı fiziksel ve psikolojik işkencenin sebebi de aynı ketlemenin sonucudur.
Aşırı uyarılma nedeniyle arzu nesnesi amaca yönelik hale getirilemeyeceğinden şiddetin hedefi haline gelir. Bu nedenle libidosu yüksek bireyler ahlaki ketleme altında en tehlikeli bireylere dönüşebilirler hele ki aileleri de başka türlü bir büyük çatışkılar yumağı içinde ise.

Tekrar çocuğun cinsel gelişim sürecine dönecek olursak, libido doğal akışı içinde varolabilirse bireyin gelişmekte olan cinsel dürtülerinin yansıması da doğal akışı içinde sabırlı ve kaygısız olacaktır. Aksi takdirde yıkıcı saldırganlık kaçınılmazdır. Bu ise bir önceki aşamaya gerileme manasına gelir.

Freud un tüm davranışları cinsel eylem açısından yorumlaması da tam bu noktada önem taşır.
Zamanında bulgusunun önemini kendisi bile kavrayamamış olan Freud a göre, davranış bozukluğu olan yani genel olarak kendilerine ya da çevrelerine zararı olan bireyler aynı zamanda cinsel sorunlar yaşıyor olmalıdırlar bu bulgulara göre. Tersi de doğrudur. Yani hiç bir cinsel sorunu olmayan bireyler hiç bir davranış bozukluğu göstermezler.

Ataerkil sistemin oluşumundan bugüne dek bir cinsel ketleme geleneği olduğunu da bulgulayan Freud, bu sebebten dolayı yine yanlış olarak Uygarlığı bu ketlemeye ve onun neden olduğu yüceltmelere borçlu olduğumuzu söylemiş ve aynı nedenden ötürü tüm insanlığın genel açıdan ruh hastası olduğunu da bildirmiştir.

Orgazm tepkisinin o dönem bilinmemesi nedeni ile (hala reddeden tutucu psikologlar, psikiyatristler ve doktorlar da bol miktardadır maalesef) cinsel sorunları olan sağlıklı bireylere, cinsel sorunu olmayan sağlıksız psikolojilere rastlanmış, Freud ise bu çatışkıyı sonradan Ölüm güdüsü ile açıklamaya kalkışmıştır.

Ancak erkeğin boşalması ile orgazm ı bir tutan o zamanki anlayış aşılamadığından Freud tam olarak ilk bulgusunun doğru olduğunu görememiştir. Aynı şekilde ölümünden sonra ise Psikoloji tamamen bölünmüş Freud yavaş yavaş bulguları çürütülemese de ahlakçılara yaranma uğraşındaki post modern aydınlarca aşama aşama gözden düşürülmüştür.

Öyle ki bugünkü gençler arasında Freud un sapık olduğu inancı yaygınlaşmıştır. Çünkü cinsellikten bahsetmek ayıp ve günahtır düşüncesi ile yetişmiş bireyler bunu derinlemesine araştıranlara sinsi bir tebessüm ile kendi sorunlarını reddererek tepki göstermektedirler. Ergenlik dönemindeki gençlerin utançlarını bastırmak için takındıkları cinselliğe karşı alaycı tutumda da bu gözlenebilir. Bu durum ebeveynleri tarafından gençlere kazandırılmaktadır.

Bu noktada Reich in Freud u reddetmesine neden olan Toplumun ahlak ilkelerine ve psikolojik direnme mekanizmasından bahsetmekte fayda var. Ama önce modern psikolojinin çelişkilerine değinelim.

Adler in ikinci dereceden bilinç üstü dürtüleri kişilik oluşum kuramına dönüştürmesi, Jung un evrensel bir yaşam enerjisi ile toplumsal bilinç altından bahsetmesi sorunlara yeni yaklaşımlar getirememiştir.
Aynı şekilde Eric Fromm gibilerin yarı Marksist yarı felsefi tutumları da olguyu sadece bilinç düzeyinde değerlendirilebilen bir hale sokmuştur. Fromm un gözünde psikoloji bir nevi bilgelik yolu bilimine indirgenmiş, fakat garip bir biçimde Marksist tutumuna rağmen, sorunun kökünden özenle kaçınılmıştır.

Fromm, "özgürlükten kaçış" adlı eserinde insandaki bu kaygıyı ustalıkla betimlemiş olmasına rağmen bunun nasıl oluştuğuna değinmek yerine filozofça değerlendirmelerle insanları her zaman yapmış olduğu gibi belli bazı psikolojik kategorilere yerleştirmiştir. Modern psikolojinin en büyük hatalarından biri de bireyleri kategoriler içinden değerlendirmesidir zaten.

Zamanımıoz psikolojisi neredeyse tamamıyla bir nevi dilbilim ve edebiyat psikolojisine dönüştürülmüştür. Aslında bir nevi aile ve toplum rehberliği olabilecek bu uğraş alanı psikolojinin kendisi halini alarak onun eylem alanını daraltmış durumdadır.

Olgunun toplum bazında iki yönü vardır.

Cinsel ve sosyal

Toplum cinsel sorunlarını farklı kişilere sosyal ve aile içi sorunlarını farklı kişilere sormaktadır. Örneğin medyatik karakterler açısından bakarsak Haydar Dümen ile Özcan Köknel disiplini arasında bir mücadele vardır.
Daha prestijli ve entellektüel olan Özcan Köknel olgulara İyilik -kötülük açısından bakarak toplumsal öğretmenliğe soyunmuştur. Bir nevi pedogojik formasyon niteliğinde psiko-sosyal dersler verir zaman zaman. Ancak meydana gelen gerilimlerin nedeninden ve karşı konulamaz sonuçlarından bahsedilmez.

Örneğin şiddet sorunu;
"Yapmayın etmeyin bakın şöyle yaparsanız daha iyidir bakın böyle olunca neler oluyor konuşun anlaşın" demek yoluyla çözümlenebilecek değildir. Zaten sorun kişilerin bu özelliğinin olmamasıdır.

Diğer tarafta olguya daha kökten ve patolojik yaklaşan Haydar Dümen disiplini, töre ve ahlakın yarattığı bastırma ve korkuya direnmek ile birlikte öne sürdüğü çözümler zaman zaman da komik olabilmektedir. Çünkü biraz da magazin ve alay konusu edilmiş olan cinsel eylem bu noktada soytarılıklara malzeme yapılıp ciddiyetten uzaklaştırılmaktadır.

İşin güncel medya dışındaki hali de farklı değildir pek. Hala bir nevi dert ortağı gibi psikolog ya da psikiyatrist e başvuran bireyler, içlerini döküp rahatlamnmakta ama ne psikologları sorunlara çözüm bulabilmekte ne de ilaçlar sorunları ortadan kaldırmaktadır.

Reich bu noktada Freud dan edindiği Libidoyu dinamik biçimi ile ele alma disiplini içinde Direnmelerden bahseder. Bireydeki biçimi sorunu reddetmek ya da sebebi başka şeylerde veya başkalarında hatta kendisini tedaviye çalışan Doktor da gören bu davranış aynı zamanda hastalığın da belirtisidir. Nevrotikj bireyler işbirliğine de yatkın olmadıklarından her şeye karşı takındıkları bu olumsuz tavrı kendi sorunları ve sorumlulukları söz konusu olduğunda da yinelerler. Asla sizi dinlemez, sürekli aynı şeyleri anlatarak onu anlamanızı ister, sorunun kendisinde ve bu tutumunda olduğunu söylerseniz köpürürler.

Bu tür direnme mekanizmaları ısrarla belirtilip bireyin kendi kendini tedavisi ilerletilebilirse, Zırh a dönüşmüş olan bu mekanizma şiddetli tepkilerle kırılmakta ve birey sarsıntılar geçirerek bir sonraki aşamaya hazır hale gelmektedir. Aslında korkudan ve onun yarattığı kaygıdan dolayı, belli bir kıpırtısızlığa gömülerek bir davranış kalıbını değişmez özelliği haline getirmek anlamına gelen kişilik kavramı da bu şekilde biçimlenmektedir. Fakat dinamik ve değişime açık olduğu ölçüde sağlıklı, tersi olduğu yani kıpırtısız olduğu oranda sağlıksız olduğundan bahsedilebilir.
Bütün nevrotik bireylerde bu nedenle kronikleşmiş saplantılar ve korkulara dayalı değişmez inançlar mevcuttur.
Bu noktada Direnmelerin Din in de temelini yarattığını değil, aksine aşırı inançlı görünmenin gerçekte varolan inançsızlık ve umutsuzluğa neden olan kaygıyı saklama işlevi gördüğünü de belirtmemiz gerekir.

Bu temeller üstünde oturan kişilik yapısı libidonal enerjinin belli yönlerini yani bunun dışavurumu olan cinsel kimliği de yaratır.
Örneğin, yanlış bir şey yaşama korkusuyla bütün arzularını sorgulamak zorunda kalan genç bir kız ya da erkek davranışlarının tamamını bu kontrol mekanizması üzerine inşa eder. Çünkü savunma işlevi kişisel varlığının oluşumunu doğrudan etkileyen tek etkendir. Cinsel olmayan davranışları bile artık bu cinsel korumacı psikolojinin bilinçdışı kontrolü altına girmiştir.

Güvensizlik,şüphe,kaygı her davranışta kendini göstermeye başlar. Eğer birey buna rağmen toplumsal konumu ve yaşadıkları nedeniyle zarar görür ise bu özelliğini iyice arttırarak hastalıklı bir biçime dönnüştürür.
Aslında en başında hastalıklı olan bu tepki, aşırılaşmadığı sürece toplumun dikkatini çekmez.

Kişi bunlarla birlikte de yaşayabilir fakat acısını sakladığı oranda patolojik hastalıklara yakalanma riski yükselir. İki karşıt radikal uçta tahammülsüzlüğün yarattığı kalp damar hastalığı ve yazgıya boyun eğmenin neden olduğu kanser bulunmaktadır. Psikotik rahatsızlıklar ise dürtülerini yeterince bastıramayan kişilerde görülen ani ve şiddetli duygusal fırtınalardır. Etkileri ölümcül olabilir.

Başka bir örnek verecek olursak; karşı cins ile hiç ilişkiye giremeyen nevrotik huysuz insanlar, sürekli yerici olan davranışları nedeniyle de itici bulunduklarından bu kısırdöngünün dışına bir türlü çıkamazlar.
Direnmelerini görmeleri halinde önce görmelerine neden olan kişiye karşı büyük bir nefret duyacak, bu öfke patlaması serbest kalabilirse sonrasında altındaki aşırı sevilme arzusu ortaya çıkacaktır. Fakat bu da kendini duyumlara bırakamamanın neden olduğu başka bir direnmedir. Önceki direnme kırılmadan da ortaya çıkamaz.

Bu şekilde orgazm ı ketleyen ilk direnmeye kadar aşama aşama gidilebilir ve birey bunu kendi başına bir rehber ile birlikte başarmak zorundadır. Çünkü bütün bir kişiliğini bu bastırma ve ketleme işlevi gören savunma mekanizmalarını yaratarak üst üste kendisi inşa etmiştir.

Savunucu kişiliğin yok olması anlamına gelen orgazm gücü ve sağlıklı ve uyumlu kişilik yapısı da bu katmanların kırılıp kişiliğin yeniden doğal bütünlüğüne ulaştırılabilmesi ile mümkün olabilir. Ana öğesi davranışları kaygı ya dönüştüren kendi kendini zorunlu ve bilinç dışı kontrol eden mekanizmanın aşama aşama ortaya çıkarılmasıdır. Sonrasında bunları yaratan direnmelerin bir bir kırılarak kişiliğin doğal kendi kendini özdüzenleme işlevini yeniden geri kazandırılması kişiyi ruhsal-bedensel bütünlüğüne ve sağlığına geri kazandırmaktadır.

Bütün bu kas kasılması ve kişilik yapısının oluşumu arasındaki ilişkiler ile birlikte psikolojik kuramları Libido kavramı ile ilk ortaya koyan ve temelini hazırlayan da Freud olmuştur. Sonradan eklenen bulgular onu doğrulamış ancak uygulayım biçimini de tartışılır hale getirmiştir zaman zaman.

Örneğin, toplumu yaratan bireyler ruh hastası olduklarında o toplum da hastalıklı nitelikler barındıracaktır. Tıpkı bireylerin direnmeleri gibi toplumlarda da benzer mekanizmalar aynen mevcuttur. Bu durumla karşılaşınca canı sıkılan Freud, yaşamının geri kalanını buna karşıt veriler aramakla geçirmiş ancak mücadele etmesi gereken bu durumla savaşmak yerine değiştirilemeyeceğini düşünerek kabullenmeyi seçtiğinden yazgısına boyun eğmiştir. (bknz: Reich Freud u anlatıyor: Bu şiddetli çatışma reich in önce ruhçözümleme derneğinden sonrasınfda freud unda ölümünden sonra kodeste can vermesine neden olan bir savaşı başlatmıştır psikoloji dünyasında)

Sonuç olarak da bu durum Sigmund Freud un ilerleyen yaşlarında dehasını enerjisini yitirip bir politik karaktere benzemesine neden olmuş, ancak kendisi bunun ağırlığına dayanamayarak çene kanserine yakalanmış ve son yıllarında hayata yenik düşmüştür. (Reich önceden hiç kullanmadığı halde çiğnercesine sigara içtiğini,sürekli çenesini tuttuğunu, hep sinirli olduğunu anlatır. Eski enerjisi ve ikna edici yeteneği de kaybolmuştur.) Ölüm güdüsü kuramının da bu dönem içinde yayınlanıp sonra kendisi tarafından reddedilmesi dikkat çekicidir.

Freud da diğer dehalar gibi sistemin kurbanları arasındaki yerini almıştır ve hala hakkında üretilen polemikler bu nedenledir.

Freud un en büyük sorunlarından biri de ardılı Reich gibi toplumsal gelenekçiliğin de etkisiyle örneklemelerinin ve kavramlarının yeterince anlaşılamaması hatta yanlış anlaşılması sorunudur. Bunlar arasında "oidipus kompleksi" ve "libido" en önemlileri sayılabilir.



cesareborgia demiş ki:
Kohut, kendiliknesnesi ilişkileri üzerinden bir bütünlük oluşturma gereksiniminin sadece çocukluk devrine ya da ağır narsisistik kişilik bozukluklarına mahsus olmadığını ve yaşam boyunca bu gereksinimin devam ettiğini söylerek, intrapsişik alan ile dış dünya arasındaki bağı kurmuş, ve zihinsel yaşamı bütüncü bir biçimde düşünmüştür.

Freud’dan Kohut’a kadar yaşanan evrim mekanist felsefeden kuantum felsefesine geçişi gösterir. Psikanalizin mekanikdışılaştırılması özellikle Kendilik Psikologları ve Kohut-sonrası öznellikler-arası kuramcıları (Storolow, Atwood, Brandchaft, Lachmann, ve diğerleri) tarafından devam ettirilmektedir.

Yukarıdaki biçimde "Dr. Maxwell S. Sucharow, M.D." tarafından dile getirilmiş "öznellikler arası perspektif" olarak bahsedilen felsefi psikolojik yaklaşımlar ise bambaşka bir tartışma konusunu önümüze getirirler.

Dil sorunu ve hasta doktor diyalektiği açısından
psikolojiye sağlanabilecek yeni araçlar konusu.

"Heinz Kohut" un "kendilik psikolojisi" ekolü içerisindeki bir dal olan yukarıdaki yaklaşım, Kohut un ve ardıllarının Freud a yaptıkları katkılar açısından olumludurlar.

Kendilik psikolojisi saldırganlık güdüsünü narsizmin özsavunma işlevleri içinde görür. Hastayla doktor arasındaki empatiye daha çok önem veren bu anlayış, Freud yen psikanalistlerde zaman zaman abartılarak çizilen ilişkiyi sınırlandırmayı da reddeder.

Kohut, Oidipus için de oidipus kompleksi yerine Oidipus evresi demeyi tercih etmektedir, bu tür kavramların insan prototip i yaratmakta tek ve kesin örnekler olması gerekli değildir ona göre. Oidipus narsist kişilik bütünlüğü içindeki olaylardan bir tanesidir sadece kohut a göre. Ayrıca Kohut; "akıl sağlığının yarım çemberi" dediği bir kuramı yine mitolojiden alıntı yaparak Oidipus un karşısına koyar.
Buna göre;
Odysseus Truva savaşına gitmek istememekte ve bu yüzden de deli taklidi yapmaktadır. Palamedes bunu anlayarak Odysseus çift sürerken oğlu küçük telemakhos u çiftin yolu üzerine bırakır. Odysseus gerçekte deli olmadığından oğlunun etrafından bir yarım daire çizerek işine devam eder.
Kohut buna akıl sağlığının yarım çemberi der ve ölüme terkedilmiş oidipus un aksine bu da bir baba oğul ilişkisine örnektir. Baba ile oğul arasında ölümcül nefret olması kohut a göre doğal değildir ve her birey oidipus u yaşamıyor olabilir.
Ancak burada kohut yanılmaktadır bana göre. Freud un bahsettiği durum uygar ve ataerkil erk yapısının neden olduğu bir durumdur. Sonradan Malinovski nin de bulguladığı gibi anaerkil vahşilerde çocukluğun saldırgan anal evresi ve oidipus dönemi bulunmamaktadır. Çünkü bu topluluklarda bireyler kısıtlanmamışlardır ve ayrıca ebeveyn ile çocuk arasında hiyerarşi mevcut değildir. İlkellerde çocuklar kutsaldırlar şiddet uygulayımı ve ceza mevcut değildir. Ayrıca çocuk annesiyle vakit geçirdikten hemen sonra yaşıtı karşı cinsden bireylerle arkadaş olabilmekte, sevgi gereksinimini annesi üzerinde bir saplantı haline getirmesi mümkün olmamaktadır. Çünkü kapalı ve tecrit edilmiş aile yapısı yoktur insan ilişkileri direkt dir.

Bu nokta da Reich in geliştirdiği şekliyle oidipus un da aslının yerine konmuş kaygıdan kaynaklanan doğal arzunun bastırılmasından dolayı şiddetle dışavurmuş ikinci dereceden bir güdü olduğunu söylemek de mümkündür. Akıl sağlığının yarım çemberi Freud un öngörüsünde uygar insan için mümkün olamaz. Çünkü buradaki nefret zaten doğa dışı durumun bir sapmanın sonucudur ve babanın oğluna duyduğu nefret değil, oğulun babayı kendisine rakip görmesi sorunsalı vardır. Fiziki yetersizliği yüzünden de bunun bir başka yansıması olarak iğdiş edilme kompleksi doğar çocukta. Bu kavramlar birbirleri ile bütünlük arzederler.

cesareborgia demiş ki:
Freud’un topografik modeli zihni parçalara bölmüştür. Bu model karşılaştığı klinik fenomenler karşısında yetersiz kalmış ve yapısal model ortaya çıkmıştır. Burada, bütünlüğe doğru hareket başlar; yapıların kendi örgütleyici ilkeleri vardır: Haz, gerçeklik, ahlak. Fakat henüz geniş bir örgütleyici ilkeden söz edilemez. Sonraları, Freud, egoyu daha örgütleyici bir yapı olarak tanımlar (1926). Hartmann ve arkadaşları, egoyu iyice merkeze alırlar. Birincil ve ikincil özerklik kavramları, bütünlüğü dürtülerin yasalarına indirgenemez bir ego ileri sürer. Egoya verilen sentetik işlev, egonun, psişik yapıların tümünü koordine edici rolünün tanınmasıdır. Bu indirgenemez bütünlük fikri, Rappaport’un, yapı kavramını, zaman içinde yavaş yavaş değişen bir psikolojik konfigürasyon olarak tanımlamasında da kendini gösterir. (Webster sözlüğünde, konfigürasyon, parçaların özelliklerinden aşkın bir bütünlüğüne işaret eder.)

Böylece, dar anlamda bir bütünlükten bahsedilmeye başlanmıştır. Ancak, hala mekanik durum söz konusudur; zihinsel yaşamın sınırlarının intrapsişik alanın ötesine geçip diğer alanlarla bağlandığı, ve böylece tipik kuantum özelliklerinin gözlendiği, geniş anlamda bir bütünlükten henüz bahsedilmez. Klein’dan Kernberg’e, klasik dürtü kuramı yerine içselleştirilmiş nesne ilişkilerinden bahsedilir, ama zihinsel sağlık hala bir kişinin içinde mahrem, ayrı, intrapsişik dünyadaki nesne ilişkileri dahilinde ele alınır.

Burada Freud dan başka bir ayrılan noktayı belirtilmektedir. Hartman, klein gibi psikologların başlattığı bu akım da freud un İd ile savaşan ego ve süperego kavramını reddedip, ben kavramını en merkeze yerleştirmesidir. Burada ben, id ile savaşan ve libidonun hazza yönelim arzusunu dengeleyen araç değil, kişiliğin temeli olarak nesne ile ilişki kurma arzusudur. "Nesne ilişkileri kuramı" olarak adlandırılan bu görüş, bu biçimi ile içgüdüyü reddederek hazza yönelimin yerine; ben in ilişki kurma isteğini ileri sürer. Ancak bilinçdışı etkiler ve rüyaların psikolojik etkilerini bu şekliyle açıklayabilmesi mümkün görünmemekte.
Genel olarak toparlar isek yukarıdaki tamamlayıcılık,öznellikler arası pssikolojik yaklaşımlara kuantum perspektifinden bakmak ve benlik psikolojisini ele aldığımızda şu durumlar ile karşılaşırız.
Benlik psikolojisi, türlü biçimlerde hasta ile doktor u birlikte ele alıp aralarında oluşacak empatiye göre bir gelişim göstermektedir.
Nesneler arası ilişkiler bağlamında gelişen öznellikler arası kuramcılar güdüleri reddedip tüm davranışları ben imn kontrolünde düşünmektediler ancak bu organizmanın doğal gerçekliği ile örtüşmez. Bu nedenle de mekanik olduğunu ileri sürdüğü freud yaklaşımından çok kendisi bu eklektikm yapısındas dolayı mekaniktir. Genellikle kullanılacak dil ve ikne yöntemi üzerinde odaklanmakta bu da onuın yapısının hastanın iç yapısından çok söylemleriylle ilgili bir psiloloji haline getirir salt kavramsaldır.
Örneğin belli bir kas tutulması ile kişiliğin belirgin kaygılarının aynı şey olduğu bulgulandığuna göre, kişinin bedensel ruhsal direnci sürdüğü sürece ona ne anlattığınızın ya da onun neler anlattığının pratikte bir değeri yoktur.
Olguya kuantum un belirsizlik ilkesi ışığında bakmadan önce,biyolojik işlevlerin psikoloji tarafından nasıl etkilendiğinin bilinmesi gereklidir. Bu bilinmeden felsefi yaklaşımlarla sorunun köküne inilemez. Freud hiç bir zaman tıbbi yaklaşımlardan ödün vermemiştir bu nedenle. Psikanaliz yöntemini herkesin yapabileceği şekle getirmiş olsa da, felsefi yaklaşımlardamn çok ruhsal-bedensel doyum ile ilgilenir.


Bu noktada dil sadece bilinç ile ilgili bir nitelik olması bakımından, bilinçaltı dinamikleri ile davranış ilişkileri içinde kişinin sağlıklı ya da sağlıksız olması durumunu belirleyen ana etken olamayacağından; bu bakış açısı içinde determinist psikolojik bütünlük varsayımlarına kuantum açısından getirilen farklı yorumların teknik olarak psikanaliz e pek de ek getirisi olacağını söyleyemeyiz.

Kuantumun eylem ve deney alanı atom altı evrendir oradaki yasalar sağduyuya aykırı ve gerçek hayata karşı negatiftir. Bu noktada kuantum un şu aşamada psikolojiye doğrudan araç sağlaması mümkün değildir bana göre. Bakış açısı ve temel yaklaşım açısından bu konudan bahsedilebilse bile olgu değişmez.
Kişinin ego ver id arasında yaşadığı sürekli mücadele. Şimdilik bu kadarı yeterli sanırım 🙂
psychedelic_starship
 
yine döktürmüş yukardaki🙂ben öyle biliyordum fakat yanlışmış olsun yanlışın doğrusunu bilmek çok güzel birşey teşekkür ederimpsychedelic_starship
 
Alıntıdır..


Sartre ve Freud


Bilinçdışının psyche'yi açıklama doğrultusunda bir kuramın temeli olamıyacağını, daha 1939'da, Esquisse d'une Théorie des Emotions'da [bundan sonra Esquisse diye anılacak] belirtmişti Sartre. Bilinç ve bilinçdışı: Freud'cu 'psikanaliz kuramı', bu iki ayrı alandan bilinci edilgin olanla sınırlıyor, bilinçdışını bu edilginliğin imlediği kavramsal bir alan olarak kuruyordu. Esquisse'in diliyle söylersek: bilincin ediminin anlamı, edimin dışındaydı, ya da imlenen imleyenden koparılmıştı. Sartre bu 'kopma'yı, psikanaliz kuramının bilinç [imleyen] ile bilinçdışı’nı [imlenen], ayrışmış ontolojik düzlemlere koyması olarak anlıyor. Bilinç olgusu, diyor Sartre, neyi imliyorsa ona [imlenen'e], belirli bir olayın sonucu olan bir nesne bu olaya nasıl bağlanıyorsa böyle bağlanmıştır. Psikanalitik kuramda, bilinçle bilinçdışı arasındaki bağıntı, dışsal bir bağıntıdır öyleyse, nedensellik bağıntısıdır. Bu bağıntının doğası üzerinde durur Sartre. Örneğin, der, bir dağbaşında sönmüş bir ateşin küllerine raslasak, 'burada birileri ateş yakmış olmalı!' deriz. O birileri külde yokturlar ama, kül ile bir nedensellik bağıntısı içindedirler. Külle ateş arasında bu doğrultuda bir bağıntı olduğunu önceden bilmeyen biri, külün oradan birilerinin geçmiş olduğunu gösteren bir im olduğunu bilemez. Öyleyse, bilinç olgularını nesneler [örneğin, kül] gibi bir 'im' kılan, ona anlam veren bağıntıyı, bilincin dışında mı aramalıyız? Böyle yaparsak bilinci imlenen'le olan bağıntısı açısından bir nesne durumuna getirmiş olmaz mıyız? Bir başka deyişle, bilinçle [imleyen] ile bilinçdışını [imlenen] birbirinden ayrışmış ontolojik düzlemlere koymuş olmuyor muyuz?

Sartre’ın 'psikanaliz kuramı’nı eleştirişi burada başlıyor. Bilincin dışında bilinçdışını konutlamak, psyche'nin türdeşliğini yıkmak anlamına geliyor. Sartre için bu, Descartes'çı Cogito'nun da yıkılısı demek. Oysa bilinç kendisi-için-varlık’tır (l’étre-pour-soi), nesneyse kendinde-varlık (l'étre-en-soi). Cogito'yu, kendisi-için varlık’ın [bilincin] yapısını kuran katmanlar olarak tanımlar Sartre. Cogito kuramı, der, kendisi-için-varlık’ın bir objeye yönelmişliği (intentionalité) bağlamında bu objenin farkına varmayı olduğu kadar, objenin farkında olduğunun farkında olmayı da içerir. Ve Cogito'nun katmanları çıkar karşımıza: cogito reflexif objenin farkında olmak; cogito préreflexif, objenin farkında olduğunun farkında olmaktır. Kendisi-için-varlık’ı, kendinde-varlık’tan ayran bir belirlenimdir Cogito. Dolayısıyla cogito préreflexif varsa, bilinçdışı olamaz Reflexif ve préreflexif Cogito bağıntılarıyla yapılanmış, aşkın kendisi-için-varlık’ın farkında olmadığı hiçbirşey yoktur.

Sartre’ın heyecan (l'emotion) kuramı da, Freud'un 'psikanaliz' kuramının temellendirdiği heyecan nosyonunun yeniden yapılandırılmasıdır. Freud, heyecanın bilinçdışından kaynaklandığını savunur. Heyecan, Freud'a göre, bilinçten kaynaklanmayan bir boşalım sürecinin bilinçli algılanışıdır. Oysa Sartre, heyecanı bilincin bir bölümü olarak görür; böyle olduğu için de bir objeye yönelmiştir heyecan, anlamı da bu objeyle temellenir. Tıpkı, der Sartre, sözcüklerimin neyi imliyorlarsa onunla anlam kazanmaları gibi... Anlam, benim sözlerimle dış dünya arasında nedensel ya da tüme varım yoluyla belirlenmiş bir bağlantıyla gerçekleşmiyor, sözcüklerle imledikleri arasında gerçekleşiyor. Daha doğrusu, neyi imliyorlarsa onunla anlam kazanıyorlar. Sartre'da yönelmişlik ile imlemek birbiriyle örtüşen alanlar oluyor böylece. Bilinç, ayrılmaz bir bölümü olan heyecanın belirli bir objeye yöneldiğinin farkında olduğu gibi, bu yönelmişlikte neyi imlediğinin de, Cogito'nun yapısı gereği, farkında olacaktır. Doğallıkla objenin neyi imlediğinin, imlenenin ne olduğunun belirtik (explicite) olması gerekmez; yoğunlaştırmanın (condensation) kerteleri vardır. Bu yüzden Sartre’ın yaptığı, 'psikanaliz' kuramının bilinçdışı nedenlerinin yerine, fenomenolojik kuramın belirtik olarak bilinmeyen, bilinçli seçme'sini koymaktır. Sartre bu durumu, L'Etre et Le Néant’da, bilinç ve seçme bir ve ayni şeydir, diye belirtecektir.

Biz yine Esquisse’e dönelim. Sartre sürdürür sözlerini: heyecan dünyayı belirli bir biçimde kavramaktır. heyecanı, dünyanın dönüştürülmesi olarak da tanımlıyor Sartre. Gerçekte edimlerimizle dönüştürürüz dünyayı; belirli amaçlara belirli araçları kullanarak gidilecek rasyonel 'yol’ların uyumlulaştırılmış bir haritasıdır dünya. Bu hodolojik haritayı çıkararak dünyayı bizim yaptığımız birşeymiş gibi görürüz, kendimizin kılarız. Heyecan, der Sartre, bu hodolojik harita’nın belirlediği, 'kullanılabilir bir bütün olarak dünya’nın ise yaramaz olduğunda ortaya çıkar. Bütün ussal yollar kapanınca, dünyayı büyüse1 bir edimle dönüştürmeye kalkarız. Heyecan, dünyayı büyüyle dönüştürmektir, der Sartre: Heyecan, kullanılabilir dünyanın ansızın gözden kaybolması, büyünün onun yerini almasıdır.'

Sartre L'Etre et le Ne'ant’da bilinçdışının olanaksızlığı sorununa yeniden döner. Ama bu kez, 'psikanaliz' kuramını eleştirmekle kalmayacak, bu kurama görüngübilimsel çerçeve içinde bir almaşık getirmeyi deneyecektir. Bu kendini-aldatma (mauvaise foi) kuramıdır.

'Kendini-aldatma'yı, bilincin kendi olumsuzlamasını dışa yöneltmek yerine, kendine doğru yöneltmesi olarak tanımlar Sartre. Kendini-aldatma, bir olumsuzlama olması yönünden yalan'a benzer. Yalancı, yalan söylerken gizlediği, söylemediği doğrunun [hakikatin] ne olduğunu bilir. Bir insan, bilmediği birşey hakkında yalan söyleyemez-olanaksızdır bu. Sartre, yalancının da bir tanımını yapar: Yalancı, doğruyu kendi içinde evetleyen (affirmant), sözlerinde değilleyen (niant) kişidir Aldatmaya niyetlenmiştir yalancı, bu niyetini kendinden gizleme gereğini duymaz. Bilinç, yalanla, Öteki'nden gizlice varolduğunu evetler. Kendini aldatma da insanin kendi kendine söylediği bir yalan olarak tanımlanabilir. Ama bir ayrımla: kendini-aldatma içinde olan biri, tatsız bir doğruyu [hakikati] örtbas etmekte ya da tatlı bir yalanı doğruymuş gibi sunmaktadır. Kendini-aldatma içinde, der Sartre, doğruyu Öteki'nden değil, kendimden (altını ben çizdim H.Y) gizliyorumdur. Yalandaki aldatan/aldatılan ikiliği kendini-aldatma' da ortadan kalkar. Yalan, Öteki'yle 'birlikte olma'nın (mitsein) aşılmasıdır.’

Sartre burada da bir proje'den sözeder. Proje, kendini-aldatmanın kavranmasını ve préreflexif bilincin kendini-aldatma ile gerçekleştirilmesini içerir. Yalancı ile yalanın söylendiği kişi, ayni kişidir; demek ki, der Sartre, yalancı olarak benim, aldatılan olarak kendimden gizlediğim doğruyu [hakikati] bildiğim anlamına gelir. Birbirinden ardzamanlı olarak gerçekleşmiş bir 'ikilik görünüşü" değildir bu. Projenin tekil yapısı içinde gerçekleşir, Öyleyse, diye sorar Sartre, yalan onu koşullandıran ikilik ortadan kaldırılmışken, varlığını nasıl sürdürebilir?

Güçlükler bitmiyor, Sartre'a göre. Bilincin yarısaydamlığından (translucidité) doğan daha başka sorunlar da var. Kendini-aldatma içinde olmak, kendini-aldatmanın bilincinde olmaktır. Çünkü, diyor Sartre, bilincin varlığı, varlığın bilincidir. Değişken psişik yapısına karşın [Sartre, değişkenlik için 'metastable' sözcüğünü kullanıyor] özerk ve sürekli bir formu vardır kendini- aldatmanın. Birdenbire sahihliğe ya da kinizme doğru değişse bile kendini-aldatma içinde yasayabilir insan. Bu, kendini-aldatmanın bir yasam stili olduğu anlamına gelir. Değişkenliğine karşın sürekliliği yüzünden kendini-aldatmayı ne reddedebiliriz, ne de onaylayabiliriz.

Bu güçlüklerden kurtulabilmek için, psikanaliz kuramının 'bilinçdışı' kavramına başvurduğunu belirtir Sartre. Psikanaliz kuramı, aldatan/aldatılan ikiliğini yeniden temellendirebilmek içn bir sansür düzeneği önerir. Bu kuram, davranislarin anlamı konusunda öznenin kendi kendini aldattığı varsayımını getirir. Onu somut varlığında [bilinç düzeyinde] kavrar, doğruluğu [bilinçaltı düzeyinde] içinde kavrayamaz. Freud, psyche'yi ikiye böldü, der Sartre: Id ve Ego. bilinçdışı psyche'mle olan ilişkilerimde ayrıcalıklı bir konumum yoktur Freud'a göre. Doğrunun [hakikatin] bulgulanmasını psikanaliste [hekime] bağlar Freud. Hekim, Öteki'dir. Öteki ise bilinçdışımla bilinçli yasamım arasında bir dolayımdır (mediation): bilinçdışı tez'le bilinçli antitez arasında bir sentezi gerçekleştirir. Ben, kendimi Öteki'nin dolayımında kavrarım. İd’imle olan bağlantımda Öteki'nin konumundayımdır.

Oidipus kompleksi konusunda Sartre, Pierce gibi düşündüğünü belirtir: deneysel bir düşün’dür bu kompleks, ya da bir varsayım. Freud'de psikanaliz, kendini-aldatma'nın yerini alır; yalanın temel koşulu olan aldatan/aldatılan ikiliğinin yerine İd ve Ego ikiliğini koyar. İd’i, bilincin ayrılmaz bir bölümü olmaktan çikarir Freud, bir kendinde-varlık’a (l'etre- en-soi), nesneye dönüştürür.

Sartre’ın L'Etre et le Ne'ant’da 'psikanaliz' kuramına yönelttiği eleştiriler burada temellenir. Bir kere bilinçdışını,n [İd’in] konumunun bir nesnenin konumu olamıyacagını söyler Sartre. Nesne, kendisiyle ilgili sanılarımıza (conjectures) kayıtsızdır; oysa İd doğruya [hakikat] yaklaşırken bu sanılara çok duyarlıdır (touche'). Freud'un, hekim doğruya yaklaşırken bir direncin ortaya çıkmasından sözetmesi bundan dolayıdır. Bu direnç, dışardan kavranan nesnel bir edimdir: hasta ya konuşmaz, ya düşlemlerini anlatır ya da sağaltmadan [tedavi] cayabilir. Peki, direnç gösteren bölüm hangisidir, diye sorar Sartre, İd mi, Ego mu?. Bilinçli olguların psişik bütünlüğü olarak Ego olamaz bu direncin kaynağı. Doğruya yaklaşıldığını bilemez Ego; çünkü kendi tepkilerinin anlamıyla olan bağıntısı, hekimin bağıntısı gibidir: Ego, olsa olsa, hekimin öne sürdüğü varsayımların olasılık kertesini nesnel olarak görebilir. Dahası, der Sartre, bu olasılık Ego'ya kesinliğin (certitude) sınırında görünür; bundan da tedirginlik duymasına gerek yoktur; psikanalitik sağaltmayı bilinçli kararıyla seçen Ego'dur. Sartre sorar: [Bu durumda] hastanın, hekimin açıklamalarından tedirgin olduğunu, dolayısıyla de bir yandan direnç gösterirken bir yandan da, kendi gözünde sağaltmayı sürdürmek isteyen biriymiş gibi gösterme aldatmacasını yasadığını mı söylemeliyiz? Bu bir kendini-aldatma'dır, ve bu kendini-aldatma'yı bilinçdışıyla açıklamamız sözkonusu degildir; bütün bunlar bilinç düzleminde olup bitmektedir çünkü. Dahası, diyor Sartre, direnci psikanalistin suyüzüne çıkartmaya çalıştığı kompleksten kaynaklandığı varsayımıyla da açıklayamayız. Burada kompleks, psikanalistin yardımcısıdır: kompleks, tıpkı hekimin istediği gibi, suyüzüne çıkmak istemektedir. Sansür düzeneğine oyun oynayan; suyüzüne çıkmasını engellemesine karşın sansürün engellerini asarak bilinç düzlemine çıkma savaşımı veren bu komplekstir.

İmdi, direnci ne Ego’yla açıklayabiliyoruz ne de kompleksin yapısıyla. Öyleyse direnci, sansür düzleminde aramak gerekir. Sorunların, ya da hekimin varsayımlarının, baskıya almaya (refouler) çalıştığı gerçek dürtülere (tendances) yaklaşıp yaklaşmadığını, bilse bilse sansür düzeneği bilebilir. Neyi ya da neleri bastırdığını bilen odur sadece; etkinliğini ayırdederek uygulayabilmek için neyi bastırdığını bilmek durumundadır çünkü. Sansür düzeneği baskıya alma (refoulement) işlemini seçerek uygulayacaksa, [“hangi dürtüler baskıya alınacak, hangilerine izin verilecek?”] yaptığı seçmenin farkında olmak (se représenter) zorundadır. Başka nasıl olabilir ki? Diye sorar Sartre: yasal cinsel tepilere (impulsion) , açlık, uyku, susuzluk gibi gereksemelere izin verirken, ötekileri baskıya almasını başka nasıl açıklarız? Sansür düzeneği, baskıya alma gereksemesi duyulan tepileri, onları ötekilerinden ayirdettiğinin bilincinden olmadan nasıl ayırabilir? Alain, bilmek bildiğini bilmektir, demişti. Sartre bunu bilmek, bildiğini bilmenin bilincidir, diye yeniden söylüyor. Böylelikle direnç, sansür düzleminde baskıya alinmiş olan farkında olma’yı (une représentation) du refoulé); psikanalistin sorularının yöneldiği sonucun ne olduğunun kavranmasını; baskıya alinmiş kompleksin doğruluğu [hakikati] ile bu doğruluğu suyüzüne çıkarmayı amaçlayan hekimin varsayımlarının karşılaştırıldığı bir sentetik ilintiyi içerir. Bütün bu işlemler, der Sartre, sansür düzeneğinin kendi bilincinde olduğunu gösterir. Nasıl bir kendinin-bilinci’dir bu? Sartre söyle söyler: bu, baskıya alınmış olan dürtünün bilincinde olduğunun bilincinde olmamak için, bilincinde olduğunu gösterir. Bu da, sansür düzeneğinin kendini-aldatma içinde olması değilse nedir? der Sartre.

Psikanaliz kuramı, böylece, kendini-aldatma'yı ortadan kaldırmayı denemiş, oysa giderek, bilinçle bilinçdışı arasında kendini-aldatma içinde bir özerk bilinç çıkarmıştır. Sartre, psikanaliz kuramının kendini-aldatmayı yok edemediğini, dolayısıyla psikanalizin kendini-aldatmanın yerini alamıyacagını gösterir böylece. Kendinden bir şeyler gizleyen bir reflexif düşün’ün özü, tekil bir psişik düzenek, dolayısıyla de birliğin içinde ikili bir etkinliği içerir: bir yandan gizlenecek olanı saptamak ve korumak, öte yandansa baskiya almak ve saklamak. Bu etkinliğin iki görünümü de birbirlerinin bütünleyicisidirler. Sartre söyle düşünür: sansür düzeneği aracılığıyla bilinci bilinçdışından ayırmakla psikanaliz kuramı, bu edimin iki evresini ayırmayı başaramamıştır. Kendini belli sembolik formların arkasında gizleyen tepinin baskıya alınmasına gelince, Sartre'a göre, tepinin (i) baskıya alınmış olduğunun bilinci; (ii) neyse o olduğu için geriye itilmiş olduğunun bilinci; ve (iii) bir gizlenme projesi olmadan kendini gizlemesi sözkonusu değildir. Yoğunlaştırma (condensation) ve aktarma (transference), tepinin kendisini etkileyen bu değişimleri açıklayamaz. Sartre söyle bağlar sözlerini: “bilinç, sansürün ötesinde hem istenen hem de yasaklanan bir sonuca varılacağı konusunda bir kavrayışı içermiyorsa, tepinin simgesel ve bilinçli doyurumuna bağlanmış olan hazzı ya - da bunaltıyı nasıl açıklayabiliriz?
 
Sartre için konunun en sonunda gelip çatacağı nokta bir bunaltıdır zaten genellikle. Fransanın özgürlük şovenizmi ile marksizmin kutsal değer tanımaz materyalizminin gerçekliğinde sıkışan Sartre, aslında pek de materyalist olmayan ve aslında felsefi bir soyutlama olan varoluşçuluk argümanları ile psikanaliz i eleştirmiş.

Kavramsal Tanımlamalarda ve anlam çelişkilerinde haklı olduğunu söyleyebiliriz ancak o tanımlamaların imgelediği içerik açısından Sartre a hak vermemiz pek mümkün görünmemektedir. Çünkü bu noktada olay biraz da güncel dil ile bilimin argümanlarının tam paralellik gösterememesi sorunu vardır. Sartre ın kendisi de bu hataya hem de tezlerinin sonuçlarını açıkladığı en can alıcı noktada yakalanmaktadır.

Sartre demiş ki:
heyecan dünyayı belirli bir biçimde kavramaktır. heyecanı, dünyanın dönüştürülmesi olarak da tanımlıyor Sartre. Gerçekte edimlerimizle dönüştürürüz dünyayı; belirli amaçlara belirli araçları kullanarak gidilecek rasyonel 'yol’ların uyumlulaştırılmış bir haritasıdır dünya. Bu hodolojik haritayı çıkararak dünyayı bizim yaptığımız birşeymiş gibi görürüz, kendimizin kılarız. Heyecan, der Sartre, bu hodolojik harita’nın belirlediği, 'kullanılabilir bir bütün olarak dünya’nın ise yaramaz olduğunda ortaya çıkar. Bütün ussal yollar kapanınca, dünyayı büyüse1 bir edimle dönüştürmeye kalkarız. Heyecan, dünyayı büyüyle dönüştürmektir, der Sartre: Heyecan, kullanılabilir dünyanın ansızın gözden kaybolması, büyünün onun yerini almasıdır.'

Buraya kadar söylediği her şey doğru olmasına rağmen tam da burada Sartre ın kendisi idealist bir kavram gibi anlattığı coşku ve heyecanı kendilik kavramı içinde bilincin kendisinden "öteki" leştiriyor.

Öyle ki tamamıyla edebi bir "aşkınlık" kavramı olan "büyü" ile hayatı bu noktaya geldiğinde özdeşleştirmesi Sartre ı da diğer materyalistler gibi kalıplaşmış kavramlar tükendiği anda "öznel idealizm" tuzağına düşürüyor. Katı ve "muhafazakar materyalizm" in bu özelliğine sonra değinelim. Şimdilik bunun kavramların anlamlarını, mutlak idealler içinde cansızlaştırıp kıpırtısız hale getirmekle ilgili olduğunu hatırlatalım.

Freud un ortaya koyduğu gerçek tam da bu noktada yani "totem ve tabu" da değindiği durumun bir çatışkısıdır. Sartre ın karşı çıktığı anlamsal eleştiriler varoluşçuluğun "öznel idealizm"inden, yani toplumun birey üzerindeki ve bireyin o toplumu gelenek ve yasalarla oluşturuş biçimini yeterince dikkate almamasından kaynaklanır. Sartre bu noktada Marksizmin sadece ateist ve mücadeleci yanı ile ilgilenmektedir. Oysa bu da başka bir konuddur yani Marks ın devrimciliği pek de sartre ınkine benzemez.

Bunu da geçelim, Freud der ki;


Freud demiş ki:
Sigmund Freud "Totem ve Tabu" adlı ki­tabında tabunun birbirine zıt görünen iki an­lamına dikkat çekiyor: Biri "kutsal şey" anla­mı, diğeri "korkunç, tehlikeli, yasak" anla­mı...

Freud'a göre klandan herhangi birisi tabu­ya aykırı hareket eder, örneğin ilişki kurulma­sı yasaklanan düşman kavimle bağ kurar ve­ya yerleşik inançlara ters düşerse bu cüretini en ağır cezalarla öder. "Çünkü" der Freud, "bu tavır başkalarının bastırılmış isteklerini kışkırtarak taklit hevesi uyandırır. Kıskançlık ve çekememezlik yaratır. O yüzden en ağır şekilde cezalandırılır."

Freud'un incelemeleri, ilkel toplumlarda tabuyu çiğneyen kimsenin kendisinin de ta­bu haline geldiğini gösterir. Tabuyu yıkana vebalı gibi davranılır. "Çünkü aslında suç işle­yen kişinin bastırılmış arzuları ile onu ceza­landıranların bastırılmış arzuları aynıdır." der Freud; böylece "Hepimiz birer büyük günah­kârız" şeklindeki dini inancın psikanalizce doğrulandığını söyler.

Demek ki Sartre ın bahsettiği bilinçli yalan söyleme veya kendini aldatma durumu sadece bilinç ile yani öznel bilinç ile açıklanabilecek basitlikte tikel bir olgu değil tümeldir ve etkisi bambaşka alanlara uzanır.

Freud un düşüncesi de zaten psikanaliz tarihinde bu nedenle bir kök olarak kalmış, en önemli varisleri bir bir bu yönlere dağılmıştır. Örneğin Jung için bu bilinç ve bilinç üstü Freud un asla desteklemeyeceği evrensel mistik bir hal almıştır yer yer.

Freud un ve ardıllarının aktarma ve direnme dediği ogu da sözcüğün teorik değil, pratik anlamında bilinçli değildir. Bilinç teorik olarak; istenildiği bir anda ihtiyaca yönelik bir edimi, kendi dışında bir gerçekliğe dayanmadan sürdürebilme yeteneğidir. Yani kişinin doğasına zıt edimde bulunma arzusu ya da eğilimi bilinçli bir seçimin ürünü olamaz bu şartlanmadır. Birey ister bilinçli olarak kendine yalan söylediğinin farkında olsun ister bunu şartlanmış bir hareket olarak başka bier durumdan kaçınmak için yapmış olsun, yalan söyleme ihtiyacının kendisi, buna ihtiyaç duymayacak özgür bilinç den yoksun olduğunu gösterir.

Bu ise üst üste eklendiğinde üstelik buna totem ve tabu nun günümüz biçimi olan güncel "görgü kuralları" eklendiğinde otomatik davranışlardan ötürü gerçek arzunun hatırasını zihinden siler. Buna basitçe bir örnek verecek olursak, iktisadi koşulları nedeni ile sürekli çalışmak zorunda olan bir işçinin, karşı cins ile ilişkilerini basitleştirebilmek ve garantiye alabilmek için teoride karşısında yer alması beklenen muhafazakar düşüncelerin yanında yer alması gösterilebilir.

Yine Sartre ı karşıt olarak İsteri ler üzerinde Freud Ve Breuer ın uygulamış olduğu "katharsis" metodundan bahsetmeliyiz.
Breuer ın hastası Anna tekerlekli sandalyeye mahkumdur. Ancak tıbbi olarak bir hastalık etkeni bulunamamaktadır. Bu noktada Anna nın Sartre ın anlattığı şekilde "inat etttiğinden" bahsedebiliriz elbet. Ancak Anna Hipnoz ile yürütülmediği sürece ayaklarını kullanamamakta hatta yaralasanız zarar verseniz bile en ufak bir tepki göstermemektedir. Bacaklarındaki tüm sinirleri kitlemiş,kanın akışını kesmiştir Anna.

Buna neden olan anı bilinçli olsa da etkisi artık bilinçsizdir. Anna bilinçli eylemi kronikleştirerek olguyu da hafızasından silmiştir. Anna iyileşir ve yürür. Üstelik bu bilinçli başlayan fakat sonra unutulmuş anı hatırlatılınca. Toplumda tabu olan ancak reddedilmesi oranında başka alternatif de sunulmadığından nefret ile sevgiyi aynı anda şiddetle yaşayanların dramının bir sembolüdür Anna.





Sartre ın bunaltısıdır bu biraz da. 🙂 Filozof bu şekilde tanımlamalar iöçinde boğularak aslında o kuramlarda anlatılmak istenen şeyden pek de haberdar olmadığı izlenimi yaratmış bu eleştirisinde.

Elbetteki direnmenin kendisi temel olarak bakıldığındfa kendini belli kaygılar yüzünden aldatma gereksiniminden doğmuş güncel anıların bir toplamıddıır. İnsanı kendi geçmişinin üzerine kurguladığı geleceğini bu geçmişin hayalkırıklıklarından da kaçınmaya çalışarak yeniden ve sürekli bir varoluşum içinde sürdüren bir varlık olarak düşündüğümüzde(Sartre ın kendisi gibi) bunaltı ile haz arasındaki süregiden çatışkının da imlemini yakalayabiliriz.

Sartre demiş ki:
Bütün bu işlemler, der Sartre, sansür düzeneğinin kendi bilincinde olduğunu gösterir. Nasıl bir kendinin-bilinci’dir bu? Sartre söyle söyler: bu, baskıya alınmış olan dürtünün bilincinde olduğunun bilincinde olmamak için, bilincinde olduğunu gösterir. Bu da, sansür düzeneğinin kendini-aldatma içinde olması değilse nedir? der Sartre.

Yoğunlaştırma (condensation) ve aktarma (transference), tepinin kendisini etkileyen bu değişimleri açıklayamaz. Sartre söyle bağlar sözlerini:
“bilinç, sansürün ötesinde hem istenen hem de yasaklanan bir sonuca varılacağı konusunda bir kavrayışı içermiyorsa, tepinin simgesel ve bilinçli doyurumuna bağlanmış olan hazzı ya - da bunaltıyı nasıl açıklayabiliriz?

Maalesef tam da Sartre ın imkansız bulduğu şey gerçekleşir bu nolktada. Bilinçli eylemi yaratacak olay unutulduğu ve sadece bir kaygı olarak anımsanıp kaçıldığındanm dolayı tepkinin biçimi de kendisi gibi bilinç dışıdır. Freud un kendisinin de şaşırmasına ve rüyalarda açıklama aramasına da bu neden olmuştur. Hatta bütün psikolojinin yeni baştan kurgulanımına da.
Freud demiş ki:
Freud'a göre ilkel kavimlerin kendilerini yö­neten efendilerine yönelik tavırları iki ilkeye dayanmaktadır:

Onlardan korunmak ve onları korumak...

Birbirine karşıt gibi görünse de aslında bu iki ilke birbirini tamamlar. Çünkü ilkeller hem efendilerinden korkar, hem de onları tabula­rın korumasına alarak kollarlar. Toteme tap­ma seremonilerinin kökeninde bu korku ya­tar. Yerliler, ölesiye taptıkları ve aşırı sevgi gös­terdikleri totemlerden aslında gizli bir korku duymakta ve düşmanlık beslemektedirler. Freud, bu tür ilişkilerin izini günümüzün nevrotik ilişkilerinde bulur: "Nevrotik ilişkide düş­manlık, abartılı bir sevgide boğulmuş haldedir". Bir başka deyişle büyük sevgi, övgü ve bağlılık gösterileri, aslında korku ve nefreti gizlemekte kullanılır.

İşte bu nokta da Sartre tarzı koyu materyalistlerin aslında her anlamda materyalist olamadıklarını belirtmekte fayda var sanırım. Örneğin bu eleştirisinde Sartre; bireyin bilincini öyle katı ve değişmez bir kavram olarak ele almıştır ki "o aslında her zaman ne yaptığının farkındadır" düşüncesi çıkar buradan.
Ancak maalesef bilinç de zaten eylemlerinin ne kadarının kendine, ne kadarının dış etkenlerin yarattığı şartlanmaya bağlı olduğunun orantısı tarafından belirlenebilir. Yani soyut bir bunalım ve haz çelişkisi içinde değerlendirilen varoluşçu duygu,bireyin dünyaya atılmışlığı içindeki mistik kendimni oluşturma perspektifi ile gerçekleştirilemez. Bu sadece bohem hayatı yaşama koşullarına sahip belli bir sınıfsal kesimin gerçekleştirebileceği eylemdir. Oysa toplumun büyük çoğunluğu bu tür nevrotik davranışların farkında olmadığı gibi yitik hafızası nedeniyle yer yer yaşadığı bunalımlar bazen de cinnet ile sonuçlanır. Ve yine maalesef ki Freud un ayırdığı üçlü katman sadece işimn temel kısmıdır. Ego, sansür aracılığıyla silinmiş duygusal anıların yarattığı bir dış görünüştür. Sartre ın bu noktada imkansız gördüğü bir çok şey imkanlıdır çünkü insanların çoğunluğu sürekli mantık zincirleri içinde bir hayatı yaşamazlar. Zaman zaman şartlandırılmış ve belli durumlara yani tabulara karşı çok hassas olan bu insanlar aynı nedenden sürekli bir gerilimin yani Sartre ın deyimiyle bunaltı nın içine düşerler. Ancak bu bunaltı üstat Sartre ınki gibi bir felsefi duruş olmaktan çok uzaktır ve öldürücü de olabilir.
psychedelic_starship
 

Geri
Üst